BURS

BURS

27 Mart 2012 Salı

18. ONSEKİZİNCİ MEKTUP


 18.

 ONSEKİZİNCİ MEKTUP

Bu mektûb, yine yüksek mürşidine yazılmışdır. Telvînden sonra olan temkini, Vilâyetin üç mertebesini ve Vücûd-i teâlânın Zât-i teâlâdan ayrı olduğu bildirilmekdedir:
Yüksek kapınızın kölelerinin en aşağısı, günâhı çok Ahmed bin Abdü- lehad sunar ki, hâllerin ve ma'rifetlerin gelmeğe başladığı günden beri, bun­ları yüksek kapınıza bildirmek saygısızlığında bulundum ve çok ileri gitdim. Allahü teâlâ, yüksek teveccühlerinizin yardımıyla, hâllere bağlı kalmakdan kurtardı. Telvînden temkîne kavuşdurdu. Ya'nî değişik hâllerden kurtarıp sükûnete kavuşdurdu. Şimdi hayret, şaşkınlık ve üzüntüden başka elime hiç- birşey geçmiyor. Vasl yerine fasl ve kurb yerine bu'd hâsıl oldu. Ma'rifet- ler kalmadı. İlm gitdi. Cehl kapladı. Bu şaşkınlıkla mektûb da yazılamaz ol­du. Yalnız, günlük olup bitenleri yazarak, kıymetli vaktlerinizi almağa da elim varmadı. Kalbimi soğukluk o kadar kapladı ki, hiçbirşeyle kızışamı­yor. Tenbeller gibi hiçbir iş yapamıyorum. Fârisî beyt tercemesi:
Sözümüze gelelim. Şimdi (Hakk-ul-yakîn) ile şereflendirdiler. Burada ilm ve ayn, ya'nî bilmek ve görmek birbirine perde değildirler. Fenâ ile be- kâ bir aradadır. Hayret, şaşkınlık içinde ilm ve şü'ûr vardır. Gayb etmiş iken kavuşmuşdur. İlm ve ma'rifet varken cehl ve dalgınlık içindedir. Fârisî mıs­ra' tercemesi:
Allahü teâlâ yalnız kendi sonsuz merhametiyle yüksek derecelerde ilerletiyor. (Vilâyet makâmı)nın üstünde (Şehâdet makâmı) var. Vilâye­tin, şehâdet makâmı yanındaki yeri, sûretlerin tecellîsinin zâtın tecellîsi ya­nındaki yeri gibidir. Hattâ, bu ikisi arasındaki uzaklık, o ikisi arasındaki uzaklıkdan kat kat çokdur. Bunu önceden de bildirmişdim. Şehâdet makâ- mının üstünde (Sıddîklık makâmı) var. Bu iki makâm arasındaki uzaklık, kelime ile anlatılabilenden dahâ çok ve işâret olunabilenden dahâ bü- yükdür. Sıddîklık makâmının üstünde, yalnız (Peygamberlik makâmı) vardır "alâ ehlihessalâtü vesselâm". Sıddîklık makâmı ile peygamberlik ma- kâmı arasında başka makâm yokdur ve olamaz. Başka makâm olamıyaca- ğı, açık ve doğru olan keşfle anlaşılmakdadır. Ehlüllahdan, ya'nî Evliyâdan birçoğu, bu iki makâm arasında bir makâm dahâ bulunduğunu söylemiş­ler ve buna (Kurbet) makâmı demişlerdir. Buraya ulaşdırmakla da şeref­lendirdiler. Bu makâmın ne olduğunu bildirdiler. Çok uğraşdıkdan ve pek yalvardıkdan sonra, önce o büyüklerin söyledikleri gibi gösterdiler. Son­ra iç yüzünü bildirdiler. Evet, yükselirken Sıddîklık makâmı hâsıl olduk- dan sonra bu makâm hâsıl olmakdadır. Fekat iki makâmın arasında bulun­ması, üzerinde durulacak birşeydir. Yüksek kapınıza kavuşduğum zemân, inşâallahü teâlâ, işin iç yüzünü geniş olarak sunacağım. Bu makâm çok yük- sekdir. Yükselirken, geçilen konaklar içinde bundan dahâ üstünü bilinmi­yor. Allahü teâlânın vücûdünün, ya'nî varlığının, zâtından, ya'nî kendisin­den başka olduğu, bu makâmda anlaşılıyor. Doğru yolun âlimleri de "Al- lahü teâlâ onların çalışmalarına iyi karşılıklar versin" böyle olduğunu bil­dirmişlerdir. Burada, vücûd da yolda kalıyor. Ondan dahâ yukarı çıkılıyor. Ebül-Mekârim-i Rükneddîn Şeyh Alâüddevle, kitâblarının bir kaçında (Vücûd âleminin üstünde, Melik-il-vedûd âlemi vardır) buyuruyor.
Sıddîklık makâmı, Bekâ makâmlarındandır. Çünki, yüzü mahlûklara kar­şıdır. Bundan dahâ aşağıda, ya'nî iniş makâmlarının en ilerisinde peygam­berlik makâmı vardır. Bu makâm sıddîklık makâmından dahâ yüksekdir. Sahv ve bekâ burada dahâ çokdur. Kurbet makâmı, bu iki makâmın ara­sına giremez. Çünki bunun yüzü, tam tenzîhe doğrudur ve çıkış makâmla- rının temâmıdır. Nerede onlar, nerede bu? Fârisî beyt tercemesi:

Düşünerek, işiterek anlaşılan ahkâm-ı islâmiyye bilgileri, şimdi keşf ile
hâsıl olmakdadır. Keşfler, ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerinden kıl kadar ayrılmamakdadır. Onların kısaca bildirdikleri şeyleri açıkladılar ve genişletdiler. Düşünerek anlamak yerine içden gelerek öğrenmeği ihsân et- diler. Bir kimse Hâce Şâh-i Nakşibend "kaddesallahü teâlâ sirrehül akdes" hazretlerinden sordu:
Süâl: Tesavvuf yolunda ilerlemek, ya'nî sülûk niçindir?
Cevâb: (Kısaca, topluca öğrenilenlerin genişlemesi, açılması ve düşüne­rek bulmak yerine, keşf ile kalbe gelmek içindir) buyurdu. Onlardan başka şeyler öğrenmek içindir buyurmadı. Evet, tesavvuf yolunda ilerlerken, bil­giler, ma'rifetler hâsıl olmakdadır. Fekat, bunların hepsini bırakıp ilerlemek lâzımdır. En son makâma, ya'nî Sıddîklık makâmına varmadıkça doğru bil­gilere kavuşamaz. Şuna şaşılır ki, Ehlüllah arasında, bu şerefli makâma ka- vuşduklarını söyleyenlerin bu makâma uygun olan bilgileri ve ma'rifetleri aca- bâ neden olmuyor? (Her ilm sâhibinin üstünde dahâ büyük âlim vardır.)
Kazâ ve kader bilgisini de açıkladılar. Öyle bildirdiler ki, islâmiyyetin bildirdiğinden hiç ayrılığı yokdur. Bu bilgiye, îcâb noksanlığı ve cebr leke­si hiç bulaşmamakdadır. Bu bilgi, ayın ondördündeki ay gibi açık anlaşıl- makdadır. İslâmiyyetin bildirdiğine hiç uygunsuz olmadığı hâlde bu bilgi­yi niçin herkesden gizlediklerine şaşıyorum. Eğer dîn-i islâma uygun olma­sa idi, o zemân örtmeleri, saklamaları uygun olurdu. Ne yapdığından süâl olunmaz. Fârisî beyt tercemesi:
İlmler ve ma'rifetler, nisan yağmuru gibi akıyorlar. İnsanın idrâki bunla­rı kavrıyamıyor. Lâf olsun diye insanın idrâki diyoruz. Yoksa, sultânın he- diyyelerini ancak onun hayvanları taşıyabilir. Önceleri, bu şaşılacak bilgile­ri yazmak istiyordum. Fekat başaramadım. Bunun için üzülüyordum. Son­ra, (bu bilgileri göndermek, alışdırmak içindir; bunları ezberlemek için de­ğildir) diyerek üzüntümü giderdiler. Nitekim mekteblerde talebe diploma al­mak için çeşidli şeyler öğrenirler. Bunları ezberlemek için öğretmezler.
- 33-
Bu bilgilerden birkaçını yüksek huzûrunuza sunuyorum. Şûrâ sûresi on- birinci âyetinde (Onun benzeri gibi hiç birşey yokdur. Ancak O işitici ve gö­rücüdür) buyuruyor. Bu âyet-i kerîmenin baş tarafı, Allahü teâlâyı tenzîh ediyor. Bu, açıkça anlaşılmakdadır. O işiticidir, görücüdür buyurması da, bu tenzîhi temâmlamakda ve kuvvetlendirmekdedir. Şöyle ki, mahlûklar­da da görmek ve işitmek vardır. Mahlûkların bu iki duygusu Allahü teâlâ- nın işitmesi ve görmesi gibi sanılabilir. Allahü teâlâ, mahlûkların işitmedi­ğini, görmediğini bildirerek, böyle sanmak yolunu kapamakdadır. Bu âyet-i kerîmede, işitici ve görücü yalnız Odur, mahlûklarda yaratılmış olan kulak ve göz, işitmekde ve görmekde hiç rol oynamaz. Allahü teâlâ, kulağı ve gözü yaratdığı gibi, işitmeyi ve görmeyi de yaratmakdadır. Alla- hü teâlânın âdeti şöyledir ki, kulakdan ve gözden beyne te'sîrler gelince işit­meyi ve görmeyi yaratmakdadır. İnsanların sıfatları, görmelerine ve işitme­lerine hiç te'sîr etmez. Te'sîr eder denilirse, te'sîri de O yaratmakdadır. Mah­lûkların kendileri te'sîrsiz oldukları gibi, sıfatları da te'sîrsizdir. Herhangi bir kuvvetle taşdan ses çıkarılırsa, taş konuşuyor, o konuşucudur denilemez.
Mektûbât Tercemesi: - F:3
Taş, cimâd, te'sîrsiz, cansız olduğu gibi, onda konuşmak sıfatı vardır denir­se, bu sıfat da cimâddır, te'sîrsizdir. Harflerin ve sesin çıkmasında hiç te'sîri yokdur. Başka sıfatlar da bunun gibidir. Bu iki sıfat, dahâ meydân­da olduğu için, Allahü teâlâ, mahlûklarda bu iki sıfatın bulunmadığını bildirdi. Mahlûklarda başka sıfatların da bulunmadığı bundan anlaşılmak- dadır. Allahü teâlâ insanlarda önce ilm sıfatını yaratdı. Bir şeyi bilmek için, bu sıfatın o şeye teveccühünü ya'nî ilgisini yaratdı. Bundan sonra, bu sıfa­tın o şeye bağlanmasını yaratdı. Bundan sonra o şeyin bu sıfat üzerinde gö­rüntüsünü yaratdı. Âdeti böyle oldu. O şeyin görüntüsünün ilm sıfatında yaratılmasında, bu sıfatın ne te'sîri olabilir? Bunun gibi, önce işitmek sıfa­tını yaratdı. Bundan sonra sesleri bu sıfata getirecek kulak ve başka sebeb- leri yaratdı. Sonra ses dalgalarını yaratdı. Sonra kulağın bu sesi almasını, bundan sonra da sesi duymağı yaratdı. Yine bunun gibi önce gözü yarat- dı. Sonra gözde görüntüyü yaratdı. Sonra görüntüyü beyinde yaratdı. Da- hâ sonra görmeyi yaratdı. İşitici ve görücü o kimseye denir ki, işitmesi ve görmesi, kendisinin bu sıfatları ile olsun. Böyle olmayınca, buna işitici ve görücü denmez. Bundan anlaşılıyor ki, mahlûkların sıfatları da, kendileri gibi cimâddır, te'sîrsizdir. Sözün kısası, mahlûklarda sıfatlar yokdur. Bu sı­fatlar ancak Allahü teâlâda vardır. Bu âyet-i kerîmede, tenzîh ile teşbîh bir araya getirilmişdir. Hattâ âyet-i kerîmenin hepsi tenzîhi bildirmekde, ben­zeri olmadığını beyân buyurmakdadır. Birinci ilm, ya'nî mahlûklarda gö­rülen sıfatların Hak teâlânın sıfatları olması ve mahlûkları cimâd, ya'nî te'sîrsiz bilmek, içinden su akan musluk ve testi gibi bulmak, evliyâlık makâmına uygun olan bilgidir. İkinci ilm, ya'nî mahlûkların sıfatlarını da cimâd gibi bulmak ve Zümer sûresinin otuzuncu âyet-i kerîmesinde (Sen, elbette ölüsün. Onlar da elbette ölüdürler) bildirildiği gibi, mahlûkları ölü bilmek, şehâdet makâmına uygun olan ilmdir. Buradan da, bu iki ma- kâm arasındaki başkalık anlaşılmakdadır. Bir şeyin azının görülmesi, ço­ğunun bulunduğunu gösterir. Bir yerden su sızması, büyük su bulunduğu­nu haber verir. Fârisî mısra' tercemesi:
Bunun gibi, bu yüksek makâmın sâhibleri, mahlûkların işlerini de, ölü gibi ve cimâd gibi bulurlar. Bunların işleri, Allahü teâlânın işidir, bu işle­ri yapan hep Odur demezler. Allahü teâlâ, böyle olmakdan çok yüksekdir. Bir kimse, bir taşı hareket etdirse, bu kimse hareket ediyor denmez. Taşı hareket etdiriyor ve taş hareket ediyor denir. Taş cimâd olduğu gibi, taşın hareketi de cimâddır. Taş hareket ederken bir adamı öldürse, taş öldürdü denmez. Taşı hareket etdiren kimse öldürdü denir. Ehl-i sünnet âlimleri "şekkerallahü teâlâ sa'yehüm" de böyle söylemişlerdir. Bunlar mahlûkla­rın yapdıkları işler, kendi irâdeleri ve ihtiyârları ile olmakla berâber, bun­ları Allahü teâlâ yaratmakdadır. Bunları Allahü teâlânın yaratmasında on­ların işlerinin hiç te'sîri olmaz. Onların işleri, birkaç hareketdir. İşlerin ya­pılmasında bu hareketlerin te'sîri olmaz.
Süâl: Böyle olunca, kulların işlerine sevâb ve azâb yapılması doğru olmaz. Bir taşa emr vermek ve onun hareketlerine sevâb ve azâb yapmak gibi olur.
Cevâb: Taşın hareketiyle insanların hareketi başka başkadır. İnsanlara din gönderilmesi ve emrler, yasaklar yapılması, onlarda kudret ve irâde bu­lunduğu içindir. Taşda enerji varsa da irâde yokdur. Fekat, insanların irâ­desini de Allahü teâlâ yaratdığı için ve bu irâdenin işin yapılmasında te'sî- ri olmadığı için, bu irâdeleri de ölü gibidir. İrâdenin yalnız şu kadar te'sî- ri vardır ki, iş, kulun irâdesinden sonra yaratılmakdadır. Allahü teâlânın âdeti böyledir. İnsanların kudreti te'sîr ediyor denirse, kudretdeki bu te'sîrini de Allahü teâlâ yaratmakdadır. Kudreti yaratdığı gibi, bunun te'sîrini de yaratmakdadır. Mâverâ-ün-nehr âlimleri, kudret te'sîr eder dediler ise de, bu te'sîrde kudretin ihtiyârı hiç yokdur. Te'sîri, cansızın ha­reketi gibidir. Bir kimse, yukarıdan atılan bir taşın bir hayvanı öldürdüğü­nü görse, bu kimse, taşın cimâd, cansız olduğunu bildiği gibi, onun hareke­tini ve bu hareket enerjisinin öldürmesini de cimâd bilir. Görülüyor ki, mah­lûkların kendileri de, sıfatları da ve işleri de hep cimâddırlar, ölüdürler. Di­ri olan, herşeyi varlıkda durduran, işitici, görücü, bilici olan ve her diledi­ğini yapan, yalnız Allahü teâlâdır. Kehf sûresinin yüzonuncu [110] âyet-i ke­rîmesinde (Ey sevgili Peygamberim, onlara söyle! Rabbinin kelimelerini yaz­mak için deniz mürekkeb olsa, Rabbinin kelimeleri bitmeden, o deniz ve onun gibi bir dahâ deniz biterler) buyuruldu. Çok saygısızlık yapdım. Son­suz atılganlık yapdım. Ne yapayım? Her bakımdan güzel olanı anlatan söz de güzel olduğu için ne kadar uzarsa, o kadar tatlı oluyor. Onu anlatan söz­ler güzel oluyor. Allahü teâlâdan konuşmağa ve Onun yüce adını dilime al­mağa hiç lâyık değil isem de, kendimi tutamıyorum. Fârisî beyt tercemesi:
Fârisî mısra' tercemesi:
Yüksek teveccüh ve ihsânlarınıza sığınıyorum. Çürüklüğümü, aşağılığı­mı nasıl bildireyim? Her gelen lutüfler, ihsânlar, hep yüksek teveccüh ve merhametinizden hâsıl olmakdadır. Yoksa, Fârisî mısra' tercemesi:
Meyân Şâh Hüseyn, tevhîd-i vücûdî yolundadır. Bundan çok tad al- makdadır. Onu bu yoldan çıkararak hayret makâmına kavuşdurmak istiyo­rum. Çünki maksad, oraya kavuşmakdır. Muhammed Sâdık, küçük oldu­ğu için, kendini hiç tutamıyor. Eğer yolculukda yanımızda bulunursa çok terakkî edecekdir. (Dâmen-i Kûh) ya'nî dağ eteği denilen yere giderken ya­nımızda idi. Çok şeyler kazandı. Hayret makâmına kavuşdu. Bu makâmda fakîre çok benzemekdedir. Şeyh Nûr da, bu makâmda çok ilerledi. Bu fa- kîrin yakınlarından bir genç vardır. Onun hâli çok yüksekdir. Tecelliyât-i Berkıyyeye yaklaşdı. Yaradılışı buna çok uygundur.
Geçdi, isyân ile ömrüm, neye hâlim varacak? Sızlıyor yaralı gönlüm, onu yokdur saracak.
Mahşer yerinde, zebânîler elinden, yâ Rab! Eğer etmezsen, inâyet, beni kim kurtaracak?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder