BURS

BURS

27 Mart 2012 Salı

30. OTUZUNCU MEKTUP


 30.

 OTUZUNCU MEKTUP

Bu mektûb da, şeyh Nizâm-ı Tehânîserîye yazılmışdır. Âfâkda ve enfüs- de olan şühûdları ve abdiyyet makâmını bildirmekdedir:
Allahü teâlâ sizi Muhammed aleyhisselâma tâm uymakla şereflendirsin ve Muhammed Mustafânın "aleyhi ve alâ âlihi minessalevâti efdalühâ ve minettehıyyâti ekmelühâ" sünnetlerinin süsü ile zînetlendirsin!
Ne yazacağımı bilemiyorum. Mevlâmız, sâhibimiz "teâlâ ve tekaddes" hazretlerinden söz edersem, yalan söylemiş ve iftirâ etmiş olurum. O, o ka­dar büyükdür ki, bu saçma sapan konuşan aşağı kimsenin söz konusu olmak- dan çok yüksekdir. Maddeden yapılmış olan, his organlarının esîri bulunan bir kimse, maddesiz olandan ve his organları ile anlaşılamıyandan ne söy­leyebilir? Yok iken sonradan yaratılmış olan bir kimse, hiç yok olmayan­dan ne anlayabilir? Maddeli, zemânlı ve mekânlı olan, maddesiz, zemân- sız ve mekânsız olana nasıl yol bulabilir? Zevallı mahlûk, kendi âleminden dışarıya nasıl çıkabilir? Dışarıdan haber alamaz. Fârisî beyt tercemesi:
Çok iyi veyâ çok fenâ olsa da bir zerre, Ömrünce dolaşsa, gezer kendi âleminde!
- 49-
Bu hâl, seyr-i enfüsîde de hâsıl olmakdadır. (Seyr-i enfüsî), bu yolun ni­hâyetinde ele geçer. Yüksek hocamız Behâeddîn-i Nakşibend "kaddesalla- hü sirrehül akdes" hazretleri buyurdu ki, (Ehlüllah, ya'nî Allah adamları, Fenâ ve Bekâ makâmına kavuşdukdan sonra, her gördüklerini kendile­rinde görürler. Her tanıdıklarını kendilerinde tanırlar. Bunların hayretle­ri, anlayamamaları kendilerinde olur). Zâriyât sûresinin yirmibirinci âye­tinde meâlen, (Kendinizdedir, görmüyor musunuz?) buyuruldu. Seyr-i en- füsîden önce olan seyrlerin ya'nî ilerlemelerin hepsi, (Seyr-i âfâkî) idi. Seyr-i âfâkîde ele geçen şeyler hiçdir. Ya'nî, aranılana göre hiç sayılır. Yok-
Mektûbât Tercemesi: - F:4
sa, şühûd-i enfüsîye kavuşmak için, önce seyr-i âfâkî lâzımdır. Aldanmama- lı! Şühûd-i enfüsîyi, şühûd-i tecellî-i sûrî ile karışdırmamalıdır. Hâşâ ikisi bir şey değildir. Tecellî-i sûrîler nasıl olursa olsun, sâlikin nefsinde ya'nî ken­dinde müşâhede olunurlar, ya'nî görünürler ise de, hepsi seyr-i âfâkîde hâsıl olmakdadır. Ve (İlm-ül-yakîn) mertebesinde hâsıl olurlar. Şühûd-i en- füsî ise, (Hakk-ul-yakîn) mertebesindedir. Bu mertebe ise, yüksek merte­belerin sonuncusudur. Başka kelime bulunamadığı için şühûd diyoruz. Çünki, aranılan, istenilen şey, hiçbir şeye benzemediği gibi, Ona uygun olan, Ona bağlı olan herşey de anlaşılamaz ve anlatılamaz. Anlaşılabilen şey­ler, anlaşılamıyan şeylere benzemez. Fârisî iki beyt tercemesi:
Anlaşılmaz, ölçülemez bağlılıkdır, Nâsın Rabbi, kuluna böyle bağlıdır! İnsan bu bağlılığı anlamaz aslâ, Herşeyi bilir, cânını bilen Mevlâ!
Şühûd-i enfüsîyi bu şühûd-i sûrî ile karışdırmak, insanın her iki makâm- da Bekâ hâsıl etmesinden ileri gelmekdedir. Çünki, tecellî-i sûrî, sâliki fâ- nî yapmaz. Birçok bağlılıklarını yok eder ise de, fenâya kadar götüremez. Bundan dolayı, bu tecellîde, sâlikin varlığından birşeyler bulunmakdadır. Seyr-i enfüsî, tâm Fenâdan ve son Bekâdan sonra olduğundan ve sâlikin an­layışı az olduğundan, bu iki Bekâyı birbirinden ayıramaz. İkisini birleşmiş sanır. Eğer bu ikinci bekâya (Bekâ-billah) denildiğini ve bu varlığa, Alla- hü teâlânın verdiği vücûd denildiğini bilseydi, ikisini karışdırmakdan kur­tulurdu.
Süâl: (Bekâ-billah) demek, kendini Hak teâlâ olarak bulmak değil mi­dir?
Cevâb: Hayır, öyle değildir. Tesavvuf büyüklerinin birkaçının sözlerin­den böyle olduğu anlaşılmakda ise de, bu bekâ, birçoklarına, cezbe makâ- mında, kendilerini yok bildikden sonra hâsıl olmakdadır. Kendilerini böy­le yok bilmeleri, Fenâ makâmına kavuşmağa benzemekdedir. Nakşibendiy- ye büyükleri "kaddesallahü teâlâ esrârehüm" bu Bekâya (Vücûd-i adem) adını vermişlerdir. Bu, fenâdan öncedir. Bu hâl yok olabilir. Yok olduğu görülmüşdür de. Zemân olur ki, bu hâli ondan alırlar. Sonra geri verirler. Tam Fenâdan sonra hâsıl olan Bekâ ise, hiç yok olmaz. Hiç sarsılmaz. Bunların Fenâsı, devâmlıdır. Bekâda iken fânîdirler. Fenâda iken de bâkî- dirler. Çabuk geçen, tükenen fenâ ve bekâ, kalbin hâlleri ve değişiklikle­ri sırasında gelip geçici şeylerdir. Bizim anlatmak istediğimiz ise, böyle de­ğildir. Hâce Behâeddîn-i Nakşibend "kaddesallahü teâlâ sirreh" buyurdu ki, (Vücûd-i adem denilen hâl, insanın tabî'î hâline döner. Fekat vücûd-i fenâ, insanlık vücûdüne dönmez). Bunun için Fenâ sâhiblerinin hâlleri elbette hiç değişmez. Vaktleri süreklidir. Belki, bunların vaktleri ve hâlle­ri yokdur. Bunlar, vaktleri ile değil, vaktlerin sâhibi iledir. Bunların işi hâl­leri veren iledir. Geçip gitmek, bitmek, vaktde ve hâlde olur. Hâlden ve vaktden kurtulanlar için bitmek, yok olmak tehlükeleri kalmaz. Bu Alla- hü teâlânın öyle bir ni'metidir ki, dilediğine verir. Allahü teâlâ, büyük ih- sân sâhibidir.
Vaktin devâmlı olması demek, bu vaktdeki hâlin bilinmesi ve başka şey­leri gibi eserlerinin, alâmetlerinin devâmlı olması demek değildir. Belki, vaktin olduğu gibi devâm etmesi ve hâlin kendisinin devâmlı olması demek- dir. Bir şeyi yanlış zan etmek, onun doğru olmasına ziyân getirmez. Hat­tâ çok zanlar vardır ki, günâh olur.
Söz uzadı. Biz yine kendimize gelelim! Mukaddes meydânda "celle şâ- nüh" söz binicisini koşturamıyacağımız için, kendi kulluğumuzu, aşağılığı­mızı ve gücümüzün yetersiz olduğunu anlatalım. İnsan, kulluk vazîfeleri- ni yapmak için yaratıldı. Bir kimseye başlangıçda ve ortalarda aşk ve mu­habbet verilirse, onun Allahü teâlâdan başka şeylere olan bağlılıklarını kes­mesi için verirler. Aşk ve muhabbet de aranılacak, özenilecek şey değildir. Kulluk makâmına kavuşmak için birer aracıdırlar. Bir kimsenin Allahü te- âlâya kul olması için, Ondan başka şeylere kul olmakdan ve bağlanmakdan tam kurtulması lâzımdır. Aşk ve muhabbet, bu bağlılıkları kesmekden başka bir işe yaramaz. Bunun için, vilâyet ya'nî evliyâlık mertebelerinin so­nu, en yükseği (Abdiyyet makâmı)dır. Vilâyet derecelerinde, abdiyyet makâmının üstünde hiçbir derece yokdur. Bu makâmda, kul ile sâhibi arasında, kulun sâhibine muhtâc olmasından ve sâhibin kendisinin ve sıfat­larının hiçbir şeye hiç muhtâc olmamasından başka hiçbir bağlılık yokdur. Burasını iyi açıklayalım ki, kendisi ile Onun kendisi arasında ve sıfatları ile Onun sıfatları arasında ve kendi işleri ile Onun işleri arasında, hiçbir ba­kımdan hiçbir benzerlik bulmayacakdır. Onun zılli, görüntüsü olduğunu söy- lemekde, bir benzerlik, bir bağlılık olur. Bundan da kaçınmak lâzımdır. Onu yaratıcı, kendisini yaratılmış bilmelidir. Bundan başka hiçbir şeye ağız açmamalıdır. Tesavvuf yolunda ilerliyenlerin çoğu "rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma'în" (Tevhîd-i fi'li) ile karşılaşmakdadır. Her şeyi yapan Al- lahü teâlâdır derler. Bu büyükler, bu işleri yaratanın bir olduğunu bilir. Bu işleri yapan birdir demek istemezler. Böyle söylemek, zındıklık olur. Bu­nu bir misâl ile açıklıyalım:
Kukla oynatan bir kimse, perde arkasında oturur. Tahtadan, kartondan insan şeklinde yapılmış cansız şeyleri iple oynatır. Seyrciler, perdede oy­nayan karton, tahta parçalarının birçok şeyler yapdığını görür. Aklı olan kimseler bu hareketleri, perde arkasında oturan adamın yapdığını anlar. Fekat bu işler, perdedeki tahta parçalarından meydâna gelmekdedir. Bu­nun için, bu şekller hareket ediyor denir. Perde arkasındaki adam hareket ediyor denmez. Bu sözleri, işin doğrusunu göstermekdedir. Peygamberle­rin "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" yolları da böyle olduğunu bildirmek- dedir. İşleri yapan bir yapıcıdır demek, sekr hâlinde söylenen sözlerden­dir. Sözün doğrusu şöyledir ki, işleri yapan çokdur. İşleri yaratan birdir. Tev- hîd-i vücûd bilgileri de böyledir. Sekr vaktinde ve hâl kapladığı zemân söy­lemişlerdir. Keşf yolu ile edinilen bilgilerin doğru olması, islâmiyyetde açık­ça anlaşılan bilgilere uygun olmaları ile ölçülür. Kıl kadar ayrılık sekrden ileri gelir. Din bilgilerinin doğrusu, Ehl-i sünnet vel-cemâ'at âlimlerinin "rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma'în" anladıkları bilgilerdir. Bunlara uy­mamak yâ zındıklık ve ilhâddır, ya'nî doğru yoldan ayrılmakdır, yâhud sekr hâlinde söylenmişdir. Sekrden tam kurtulmak, (Abdiyyet makâmı)nda olur. Başka makâmların hepsinde az çok sekr bulunur. Fârisî mısrâ' terce- mesi:
Hâce Behâeddîn-i Nakşibend "kaddesallahü teâlâ sirrehül akdes" hazretlerinden (Sülûk niçin yapılıyor?) diye sorulduğunda, (Kısa, toplu olan bilgilerin genişlemesi, açıklanması ve akl ile, düşünce ile bulunan bil­gilerin, keşf ile, kalb ile anlaşılması için) buyurdu. İslâmiyyetin bildirdi­ği bilgilerden başka şeyler öğrenmek için demedi. Tesavvuf yolunda iler­lerken, islâmiyyetde bulunmayan şeylerle karşılaşılmakda ise de, yolun sonuna varınca bu bilgilerin hepsi yok olur. Yalnız islâmiyyetin bildirdi­ği şeyler, açık ve geniş olarak bilinir. Aklın dar çerçevesinden kurtularak, keşfin sonsuz meydânına açılmak hâsıl olur. Ya'nî Peygamberimiz "aley- hissalâtü vesselâm" bu bilgileri melekden aldığı gibi, bu büyükler de, bu bilgilerin hepsini, kalblerine gelen ilhâm yolu ile kaynakdan alırlar. Âlimler, bu bilgileri islâmiyyetden alırlar. Kısaca, topluca bildirirler. Bu bilgiler, Peygamberlere "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" keşf yolu ile geniş, uzun bildirildiği gibi, Evliyâya da böylece bildirilmekdedir. Ancak Peygamberler "aleyhimüssalâtü vesselâm" asldırlar, önce gidenlerdir. Evliyâ ise bunların arkalarında, izlerinde gelenlerdir. Evliyânın yüksek­lerinden pek azını "rahmetullahi aleyhim ecma'în" ancak yüzlerle sene sonra, birbirinden pek uzak zemânlarda seçerek, bu yüksek makâma ka- vuşdururlar.
Akl ile, düşünce ile anlaşılan bir bilgiyi keşf yolu ile açıklamak istiyor­dum. Fekat kâğıdda yer kalmadı. Böyle olmasında Allahü teâlânın hikme­ti olsa gerek. Vesselâm.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder