BURS

BURS

28 Mart 2012 Çarşamba

46. KIRKALTINCI MEKTUP


 46.

 KIRKALTINCI MEKTUP

   Bu mektûb, yine nakîb seyyid şeyh Ferîde "rahmetullahi teâlâ aleyh" yazılmışdır. Allahü teâlânın var ve bir olduğu ve Muhammed aleyhisselâ- mın Onun resûlü olduğu bedîhîdir, pek meydândadır. Düşünmeğe bile, lü- zûm olmadığını bildirmekdedir:
[Bu mektûb, çok mühim olduğundan, (İslâm Ahlâkı) kitâbının 553. sa- hîfesinin başına da yazdık. Lütfen oradan da okuyunuz!] Allahü teâlâ si­zi, kerîm olan babalarınızın yolundan ayırmasın. Onların en üstünü olan bi­rincisine ve geri kalanların hepsine, bizden düâlar ve selâmlar olsun! Al­lahü teâlânın var olduğu ve bir olduğu, hattâ Muhammed aleyhisselâmın, Onun resûlü olduğu ve hattâ onun getirdiği her emrin ve haberlerin, doğ­ru olduğu, güneş gibi meydândadır. Düşünmeğe, isbât etmeğe hiç lüzûm yokdur. Kalbin bunlara inanması için, kalbin bozuk olmaması, ma'nevî has­talığı bulunmaması lâzımdır. Kalb hasta ve bozuk olunca, kalbin inanma­sı için, akl ile düşünmek, incelemek lâzım olur. Ancak bu sûretle kalb (tasfiye) bulur, ya'nî hastalıkdan kurtulur. (Basîret)den ya'nî kalb gözün­den ma'nevî perde kalkarsa, bunlara seve seve inanılır. Meselâ, safrası bo­zuk kimse, şekerin tadını duymuyor. Şekerin tatlı olduğunu ona anlat­mak, isbât etmek lâzım olur. Fekat, safra hastalıkdan kurtulunca, isbât et­meğe lüzûm kalmaz. Hastalıkdan dolayı isbât etmek lâzım olması, şekerin tatlılığına bir kusûr vermez. Şaşı olan, bir şeyi iki görür ve iki kişi var sa­nır. Şaşıdaki göz hastalığı, karşısındaki bir şeyin, iki olmasını îcâb etdirmez. O iki gördüğü hâlde, görünen yine birdir. Bunun bir olduğunu isbât etmek çok zordur. [Doppelsehen denilen göz hastalığı olanlara ahvel denir.] [Müslimân olmak için, yalnız kalbin îmân etmesi, inanması lâzımdır. Fekat, her müslimânın kalbine, dâhilî düşmanı olan nefsinden ve hâricî düşman­ları olan şeytânlardan ve kötü arkadaşlardan hastalık gelmekdedir. Nefs, yaratılışda ahkâm-ı islâmiyyeye düşmandır. Kalbin hasta olması, [nefse uy­ması demekdir, ya'nî islâmiyyete uymak istememesidir. Ya'nî, islâmiyye- tin emrlerinin tadını duymamak, yasak etdiklerinden zevk almakdır.] Bu yasaklara (dünyâ) denildiği, yüzdoksanyedinci mektûbda yazılıdır. Dün­yâya düşkün olmak, kalbdeki îmânı za'îfletmekdedir. Bir kimse, nefsleri- nin esîri olan gâfil insanların sohbetlerinden, sözlerinden, yazılarından, ki- tâblarından, radyolarından, televizyonlarından uzaklaşırsa ve nefsi (tezki­ye) olursa,ya'nî inkâr hastalığından kurtulursa, bu dâhilîve hâricî düşman­lardan kalbe hastalık gelmez. Mevcûd hastalık da, islâmiyyete uyarak, (is- tigfâr okuyarak) tasfiye edilince, kalb hakîkî îmâna kavuşur. Nefsin cibillî hastalığından tezkiyesi ve kalbin hâricden gelen hastalıkdan tasfiyesi, mür- şid-i kâmilin sohbetinde bulunmakla, kitâblarını okumakla ve ahkâm-ı is- lâmiyyeye uymakla nasîb olur. Kırkikinci ve elliikinci mektûblara bakınız! Mürşid-i kâmil, bütün sözleri, bütün işleri, islâmiyyete uygun olan, Ehl-i sün­net âlimi demekdir. İslâmiyyeti iyi bilmesi, derin âlim olması lâzımdır.]
Din bilgilerini, akl ile isbât ederek [kalbe] inandırmak, kolay değildir. Yakînî, vicdânî bir îmân elde etmek için, isbât yoluna gitmekdense, kalbi hastalıkdan kurtarmak lâzımdır. Nitekim, safra hastasını, şekerin tatlı ol­duğuna inandırmak için, isbât etmeğe kalkışmakdansa, onu hastalıkdan kur­tarmak lâzımdır. [Safrası bozuk olan hastaya] şekerin tatlı olduğu, ne ka­dar isbât edilirse edilsin, yakîn hâsıl edemez. Çünki, şeker ağzına acı gel- mekde, vicdânı acı olduğunu bilmekdedir.
[Seyyid Abdülhakîm "kuddise sirruh" buyurdu ki: (Müdrike) ya'nî bir şeyi (anlamak) kuvveti üçdür: Üçünün de doğru anlıyabilmeleri için, bu­lundukları uzvların hasta olmamaları lâzımdır. Birincisi, görünen (his or­ganlarındaki kuvvetler) olup, görme, işitme, koklama, gıdânın lezzetini al­ma ve sıcaklık, sertlik anlama. Bu kuvvetler, insanda bulunduğu gibi, hay­vanlarda da vardır. Bu kuvvetler olmasaydı, insanlar, taş gibi, odun gibi olur­du.
İkincisi, (akl kuvvetleri) olup, hiss-i müşterek, hâfıza, vâhime, mütesar- rıfa ve hazânet-ül-hayâl denilen görünmiyen beş organdaki kuvvetlerdir. Bu kuvvetler, insanların dimâgında [beyninde] bulunur. Hayvanlarda yok- dur. Bir şeyin varlığını, bu kuvvetler, güvenilen bir haberi işitmekle veyâ tecrîbe ile yâhud hesâb ile anlar. İyiyi fenâdan, fâideliyi zararlıdan ayırır­lar. Fen bilgileri, hesâb, bu kuvvetlerle yapılır.
Üçüncüsü, (kalb kuvveti) olup, müslimânların havâssına, ya'nî yüksek olan seçilmiş kimselere mahsûsdur. Kalbdeki bu ma'nevî anlama kuvveti­ne (Basîret) denir. Bu kuvvet ile anlaşılan din bilgileri, akl ve his kuvvet­leri ile anlaşılamaz. Akl kuvvetleri ile anlaşılan şeyleri, insan, hayvanların en üstünü olan ata, senelerce uğraşsa, anlatamaz. Bunun gibi, kalb kuvvet­leri ile anlaşılan bilgileri [din bilgilerini ve meselâ ma'rifetullahı], bu seçil­mişler, başka insanlara senelerce söylese, onlar anlıyamaz. Bunlardan da- hâ yüksek seçilmişlerin seçilmişleri vardır. Bunlardan da dahâ üstün Ne- bîler, Nebîlerden dahâ üstün Resûller, bunlardan da üstün Ülül'azm dere­celeri vardır. Bunların üstünde de Kelîmiyyet, Rûhiyyet, Hullet ve Mah- bûbiyyet mertebeleri vardır ki, bu en üstün derece, Muhammed aleyhisse- lâma mahsûsdur. Kalb [gönül] denilen kuvvet, yürek dediğimiz et parça­sında bulunur. Elektriğin ampulde, miknâtisin elektrik tellerinin makara­sında hâsıl olması gibidir.
İnsanlarda bulunan nefs-i emmâre, din bilgilerine inanmamakda, tabî'a- ti, yaratılışı, islâmiyyete uymamakdadır. [Bunun için, islâmiyyete uymak, nefse acı gelmekde, ona uymak istememekdedir. Kalb ise, yaratılışında te­mizdir, sâlimdir. Fekat, nefsin islâmiyyete uymak istememesi hastalığı, kal­be sirâyet ederek, kalb de islâmiyyete uymak istemiyor. İslâmiyyete ina­nıyor ise de, uyması acı geliyor.] İslâmiyyetin doğruluğunu isbât için, ne ka­dar uğraşılırsa uğraşılsın, hasta olan kalbde buna yakîn hâsıl olması, çok güç olur. [Kalbde yakîn hâsıl olması için, dâhilden ve hâricden hastalık gel­memesi, gelmiş olanın da tasfiyesi lâzımdır. Bunun için, nefsi (tezkiye) et- mekden, ya'nî cibillî olan inkâr hastalığından ve kalbi şeytândan ve fenâ arkadaşdan kurtarmakdan başka çâre yokdur. Nefsi tezkiye, ahkâm-ı islâ- miyyeye uymakla, sonra (kelime-i tevhîd denilen Lâ ilâhe illallah zikrini çok söylemekle), sonra bir Velînin sohbeti ile, sonra râbıtası ile, sonra ha­yât hikâyesini okumakla olur. Kalbin tasfiyesi, ibâdet yapmakla, bilhâssa farz nemâzları kılmakla ve çok istigfâr okumakla olacağı, (Herkese Lâzım

Olan Îmân) kitâbının 1999 târîhli baskısının dokuzuncu sahîfesinde ve (Se'âdet-i Ebediyye) 64.cü sahîfesinde ve (Hak Sözün Vesîkaları) 125.ci sahîfesinde yazılıdır. Kalb böyle temizlendiği gibi, nefsin de, (Kelime-i Tev- hîd) okumak ile temizleneceği 52. ve 78.ci mektûblarda yazılıdır. Mekteb, meslek arkadaşı, öğretmen, gazete, televizyon, radyo, islâmiyyete, ahlâka muhâlif ise, bunların fenâ arkadaş oldukları anlaşılır. Kalb, bu üç düşmâ- nın [Nefsin, şeytânın, kötü arkadaşın] şerrinden, hücûmundan kurtulun­ca, (tasfiye) bulur, ya'nî harâmları sevmek hastalığından kurtulur. Allah sevgisi, kendiliğinden yerleşir. Suyu boşalan şişeye havânın dolması gibi olur.]Veşşemsi sûresi dokuzuncu âyetinde meâlen, (Nefsini tezkiye eden kurtuldu. Nefsini günâhda, cehâletde, dalâletde bırakan, ziyân etdi) buyu- ruldu.
(Mevâkib tefsîri)nde diyor ki, (Nefs tezkiye edilince, kalb tasfiye bulur. Ya'nî nefs, kötü isteklerden kurtarılınca, kalbin mahlûklara, harâmlara bağ­lılığı kalmaz.Fârisî beyt tercemesi:
Nefsin kötülükleri, pislikleri demek, islâmiyyetin beğenmediği, harâm etdiği şeyler [ya'nî, dünyâ] demekdir). Şimdi ba'zıları, Allahü teâlânın fe- nâ dediği, yasak etdiği şeylere, moda, asrîlik, ilericilik diyor. Allahü teâlâ- nın beğendiği, emr etdiği şeylere gericilik, câhillik diyor. Harâm işleyen­lere san'atkâr, aydın, ilerici insan, müslimânlara mürtecî, yobaz, gerici di­yenler oluyor. Bunlara aldanmamalı. Dîni, Ehl-i sünnet âlimlerinin ki- tâblarından öğrenmelidir.]
Görülüyor ki, bu açık, parlak islâmiyyete ve temiz, doğru yola inanmı- yan kimsenin kalbi, şekerin tadını anlıyamıyan safralı gibi, hastadır. Fâri­sî mısra' tercemesi:
- 81-
Seyr ve sülûkdan [ya'nî tesavvuf yolunda ilerlemekden] maksad, nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye etmekdir. Ya'nî nefsi ve kalbi hastalıklardan kur- tarmakdır. Bekara sûresinde, (Kalblerinde hastalık vardır) meâlindeki dokuzuncu âyet-i kerîmede bildirilen hastalık tedâvî edilmedikçe, hakîkî îmân ele geçmez. Bu âfetler var iken, akl yolu ile kalbde hâsıl olan îmân, îmânın sûretidir. Çünki nefs, bu îmânın tersini istemekde, küfründe inâd ve isrâr etmekdedir. Böyle îmân, safra hastasının, şekerin tatlı olduğuna îmân etmesi gibidir. Herne kadar inandım dese de, vicdânı, şekeri acı bil- mekdedir. Safrası düzeldikden sonra, şekerin tatlı olduğuna hakîkî îmân hâ­sıl olur. Îmânın hakîkati de, nefsin tezkiyesinden ve kalbin itmînânından sonra kalbde hâsıl olur. [İtmînân, hakîkî inanmak demekdir.] İşte böyle ha­kîkî îmân yalnız Evliyâda bulunur ve elden gitmez. Yûnüs sûresinde, (Bi­liniz ki, Allahü teâlânın Evliyâsı için, azâb korkusu, ni'metlere kavuşma­mak üzüntüsü yokdur!) meâlindeki altmışikinci âyet-i kerîmedeki müjde, böyle îmân sâhibleri içindir. Allahü teâlâ, hepimizi bu kâmil, hakîkî îmân­la şereflendirsin! Âmîn. [63.cü mektûbu okuyunuz!]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder