BURS

BURS

29 Mart 2012 Perşembe

64. ATMIŞ DÖRDÜNCÜ MEKTUP


 64. 

ATMIŞ DÖRDÜNCÜ MEKTUP

Bu mektûb, yine nakîb seyyid şeyh Ferîde "kuddise sirruh" yazılmışdır. Cismin ve rûhun lezzet ve elemlerini bildirmekde ve cisme olan musîbet ve acılara, sabr tavsıye edilmekdedir:
Allahü teâlâ, sizi her sıkıntıdan korusun! Dünyâ ve âhıretin efendisinin "aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât" hurmetine dünyâ ve âhıretin iyi­liklerine kavuşdursun!
Dünyâ lezzetleri ve elemleri iki dürlüdür: Birisi cismin [ya'nî nefs-i emmârenin], ikincisi rûhun lezzetleri ve acılarıdır. Cisme lezzet veren her- şey, rûha elem verir. Cismi inciten herşey, rûha tatlı gelir. Görülüyor ki, rûh ile cesed, birbirinin nakîzi, aksidir. Fekat, bu dünyâda rûh, cism derecesi­ne düşmüş ve cismle birleşmiş, kendini cisme kapdırmışdır. Rûh, cism hâ­lini almış, ona lezzet veren şeylerden lezzet duymağa ve cisme acı gelen şey­lerden elem duymağa başlamışdır. İşte avâm, ya'nî câhil halk böyledir. Vettîn sûresinin, (Onu [rûhu], sonra en aşağı dereceye indirdik) meâlinde- ki âyet-i kerîmesi bunların hâlini göstermekdedir. Bir kimsenin rûhu, eğer bu esîrlikden, bu bağlılıkdan kurtulmaz, kendi derecesine yükselmez, ken­di vatanına kavuşmaz ise, ona yazıklar, binlerle yazıklar olsun! Fârisî iki beyt tercemesi:
İşte, rûhun hastalıklarından biri, elemini lezzet sanması, lezzetini elem anlamasıdır. Onun bu hâli, mi'desi hasta bir kimseye benzer ki, bu kimse safrası bozuk olduğundan, tatlıyı acı sanır. Bu kimseyi tedâvî etmek lâzım olduğu gibi, rûhu da, bu hastalıkdan kurtarmak, akl îcâbıdır. Rûhun tedâ- vî edilerek cismin elemlerinden, acılarından lezzet duyması, sevinmesi lâ­zımdır. Fârisî beyt tercemesi:
İyi düşünerek ve inceleyerek anlaşılıyor ki, dünyâda eğer, derd ve mu- sîbetler olmasaydı, dünyânın hiç kıymeti olmazdı. Dünyânın zulmetini, sı­kıntısını, hâdiseler, acı olaylar gidermekdedir. [Dünyâ dertleri, rûha elem verir. Bu elemi, inkisârı, ibâdet olur, derecesi yükselir.] Dertlerin, elemle­rin acılıkları, bir hastalığı iyi edecek, fâideli ilâcın acılığı gibidir. Bu fakîr, anlıyorum ki, bozuk niyyet ile, gösteriş için, menfe'at için yapılan, ba'zı zi- yâfetlerde, yemeğe kusûr bulmak veyâ başka sûretle, yapılan eziyyet ile, zi- yâfet verenin kalbinin kırılması, yemekdeki zulmeti, niyyetin bozukluğu ile hâsıl olan günâhı gidermekde, kabûl olmasına sebeb olmakdadır. Eğer müsâfirlerin şikâyeti, hakâreti olmasaydı ve ziyâfet sâhibinin kalbi kırılma- saydı, yemek karanlık ve günâh olacak, kabûl edilmiyecekdi. Kalbin kırıl­ması, kabûle sebeb oldu.
O hâlde, hep cism ve cesedimizin râhatını ve tadını düşünen ve hep bu­nun peşinde koşan bizler, çok zor durumda bulunuyoruz: Vezzâriyât sûre­sinde, ellialtıncı âyet-i kerîmede meâlen, (İnsanları ve cinni, yalnız ibâdet etmeleri için yaratdım) buyuruldu. İbâdet de, kalbin ve rûhun kırıklığı, ken­dini aşağı bilmesidir. İnsanın yaratılması, kendini hakîr bilmesi, aşağı gör­mesi içindir. Bu dünyâ, müslimânların âhıretlerine, Cennetdeki ni'metle- rine göre, bir zindân gibidir. Müslimânların, bu zindânda zevk ve safâ aramaları, akla uygun olmaz. O hâlde, dünyâda eziyyet, sıkıntı çekmeğe alış­mak lâzımdır. Burada mihnetlere katlanmakdan başka çâre yokdur. Alla- hü teâlâ, mubârek ceddiniz hurmetine "aleyhi ve alâ âlihi minessalevâti etemmühâ ve minettehıyyâti eymenühâ", biz za'îf kullarına bu yolda yü­rüyebilmek nasîb eylesin. Âmîn.
[(Reşehât)da, Ubeydüllah-ı Ahrâr hazretleri "rahmetullahi teâlâ aleyh" buyuruyor ki, (İnsanlar ibâdet yapmak için yaratıldı. İbâdetin hulâsası, özü de, kalbin her zemân Allahü teâlâdan âgâh olmasıdır). 46. cı ve 99. cu mektubları ve 155. ci Ma'sûmîyeyi okuyunuz!]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder