BURS

BURS

27 Haziran 2012 Çarşamba

Sure ve Ayetel Kürsi Kartları

[Resim: sure1.jpg]



[Resim: sure2.jpg]



[Resim: sure3.jpg]



[Resim: sure4.jpg]



[Resim: sure5.jpg]



[Resim: sure6.jpg]



[Resim: indir.jpg]

Hz. Muhammed ( s.a.v ) Efendimiz Hakkında Ayetler

Hz Muhammed Güzel Ahlak Örneği Olarak Gönderilmiştir:

"Sen elbette yüce bir ahlak üzeresin" (Kalem 4)

"Ant olsun, Allah 'ın resulünde sizin için güzel bir örnek vardır" (Azhab 21)

"Nitekim biz size, ayetlerimizi okuyacak, sizi kötülükten arıtacak, size kitabı ve hikmeti ve bilmediklerinizi bildirecek, aranızdan bir peygamber gönderdik"( Bakara 151)

"Kim Resöfbl'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik! "(Nisa 80)

"De ki, Ey insanlar, şüphesiz ben göklerin ve yerin yaratıcısı ve sahibi olan ve kendisinden başka tanrı bulunmayan, hem dirilten hem öldüren Allah'ın sizin için görevlendirdiği peygamberim Sizler de Allah a ve O'nun okuyup yazması olmayan, Allah a ve sözlerine inanmış olan Peygamberlerine inanın, ona uyun ki, doğru yolu bulabilesiniz"(Araf 158)



Hz Muhammed Güvenilir Bir İnsandı:

"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Şura 15)

"Onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler Allah'ın ayetlerini inköe2r ediyorlar"(Enam 33)

"Onlar emanetlerini ve sözlerini yerine getirirler"(Mümin 8)

"Bir peygambere emanete hıyanet yaraşmaz, kim emanete ihanet ederse, kıyamet günü hainlik ettiği şeyin günahı boynuna asılı olarak gelir"(Ali İmran 161)



Hz Muhammed Merhametliydi:

"Ey Muhammed! Biz seni ancak öe2lemlere rahmet olarak gönderdik"(Enbiya 107)

"Ant olsun ki size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir O, size çok düşkün; müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir" (Tevbe 128)

"Onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi Onları affet, bağışlanmaları için dua et"(Ali İmran 159)



Hz Muhammed Hakkı Gözetirdi:

"Eğer hükmedecek olursan aralarında adaletle hükmet Çünkü Allah adil olanları sever"(Maide 42)



Hz Muhammed Sabırlıydı:

"Şüphe yok ki Allah sabredenlerle beraberdir"(Bakara 153)

"Allah sabredenleri sever"(Ali İmran 146)

"(Ey Muhammed ) O halde yüksek azim sahibi peygamberlerin sabretmesi gibi sabret"(Ahkaf 35)

"Onların söylediklerine katlan ve onlardan güzellikle ayrıl"(Müzemmil 10)



Hz Muhammed Verdiği Sözde Dururdu:

"Ey iman edenler! Allah ve insanlar arasında verdiğiniz söz ve bağlantılarınızı yerine getiriniz"(Maide 1)

"Verdiğiniz sözleri yerine getiriniz Çünkü söz (veren sözünden ) sorumludur"(İsra 34)

"Bir de anlaşma yaptığınız zaman Allah'ın ahdini yerine getirin Yeminleri sağlam bağladıktan sonra onları bozmayın"(Nahl 91)



Hz Muhammed Hoşgörülüydü:

"Kim sabreder ve affederse şüphesiz bu hareketi, yapılmaya değer işlerdendir"(Şura 43)

"Sen suçları bağışla, iyi şeyleri buyur ve cahillerden yüz çevir"(Araf 199)

"Onlar bollukta ve darlıkta harcayıp yedirenler, öfkelerini yenenler, insanların kusurlarını bağışlayanlardır Allah iyilik edenleri sever"(Ali İmran 134)



Hz Muhammed Zamanı İyi Değerlendirirdi:

"Öyleyse bir işi bitirince diğerine koyul"(İnşirah 7-8)

"Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur"(Necm 39)



Hz Muhammed Danışarak İş Yapardı:

"Onların işleri aralarında danışma iledir"(Şura 38)

"iş hakkında onlara danış, fakat karar verdin mi, Allah a güven, doğrusu Allah güvenenleri sever"(Ali İmran 159)

Regaib ile ilgili ayet-i Kerimeler

Regöe2ib kelimesi Kur'an'da geçmemektedir Ancak "reğabe"den türemiş olan çeşitli kelimeler, Kur'öe2n'da sekiz yerde geçmekte ve "reğabe"nin iföe2de ettiği mana için kullanılmaktadır



Ayrıca, "Şüphesiz Allahın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısına göre ayların sayısı on ikidir Bunlardan dördü haram aylardır İşte bu, Allahın dosdoğru kanunudur Öyleyse o aylarda kendinize zulmetmeyin" (Tevbe Suresi, 36) Hz Peygamber in ( asm ) ( aşağıda hadisler bölümünde bulunan) bir hadisinde, ayet-i kerimede işaret buyurulan haram ayların, Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep ayları olduğu vurgulanmaktadır: "



Receb Ayı ve Regaib Gecesi ile İlgili Hadis-i Şerifler:



Allahü teöe2löe2, Receb ayında oruç tutanları mağfiret eder [Gunye>

Receb-i şerifin bir gün başında, bir gün ortasında ve bir gün de sonunda oruç tutana, Receb in hepsini tutmuş gibi sevap verilir [Miftah-ül-cenne>

Ramazan ayı dışında Allah rızası için bir gün oruç tutan, iyi bir yarış atının bir asırda alacağı mesafe kadar Cehennemden uzaklaşır) [Ebu Yala>

Şu beş gecede yapılan duöe2 geri çevrilmez Regaib gecesi, Şabanın 15 gecesi, Cuma, Ramazan bayramı ve Kurban bayramı gecesi) [İbn-i Asöe2kir>

Receb-i Şeröeef in birinci gününde oruç tutmak üç senelik, ikinci günü oruçlu olmak iki senelik ve yine üçüncü günü oruçlu bulunmak bir senelik küçük günahlara kefaret olur Bunlardan sonra her günü bir aylık küçük günahların af ve mağfiretine vesile olur buyuruyorlar (Camiu-s sağir)

İbn-i Abbas -radiyallahu anh- Hazretleri: Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Recep ayında bazen o kadar çok oruç tutardı ki, biz O nu hiç iftar etmeyecek zannederdik Bazen de o kadar çok iftar ederdi ki, biz O nu hiç oruç tutmayacak zannederdik buyurmuştur (Müslim)

Muhakkak zaman, Allahın yarattığı günkü şekliyle akıp gitmektedir Yıl on iki aydır Bunlardan dördü haram aylardır Ve üçü ard arda gelmektedir Zilkade, Zilhicce, Muharrem bir de Cemaziye l-öe2hirle Şaban ayları arasında gelen Mudar kabilesinin ayı Recep ayıdır" (Buhöe2röee, Tefsir, Sure, 8,9)

"Recep ayı Allahın ayı, Şaban benim ayım, Ramazan da ümmetimin ayıdır" (Aclöfbnöee, Keşfu l-Haföe2, 1/423)

Yine mübarek üç aylardan ilki olan Receb ayının önemi ve değeri hakkında Enes b Malik ( ra )'dan şöyle rivayet edilir: Receb ayı girdiğinde Hz Peygamber şöyle derdi: "Allahım! Recep ve Şaban'ı bize mübarek kıl ve bizi Ramazan'a ulaştır" (Ahmed b Hanbel, Müsned, 1/259)

Receb in ilk cuma gecesini ihya edene, Allahü teöe2löe2, kabir azabı yapmaz Duöe2larını kabul eder Yalnız, 7 kimsenin duasını kabul etmez: Faizci, Müslümanları aşağı gören, ana babasına eziyet eden, Müslüman olan ve dinin emirlerine uyan kocasını dinlemeyen kadın, çalgıcı, livata ve zina eden, beş vakit namazı kılmayan [Bu günahlardan vazgeçmedikçe, duaları kabul olmaz> [Saadet-i Ebediyye>

Receb büyük bir aydır Allah bu ayda hasenatı kat kat eder Receb ayında bir gün oruç tutana, bir yıl oruç tutmuş gibi sevaba kavuşur 7 gün oruç tutana, Cehennem kapıları kapanır 8 gün oruç tutana Cennetin 8 kapısı açılır On gün oruç tutana, Allah istediğini verir 15 gün oruç tutana, bir münadi, Geçmiş günahların affoldu der Receb ayında Allahü teöe2löe2 Nuh aleyhisselamı gemiye bindirdi ve o da, Receb ayını oruçlu geçirdi Yanındakilere de oruç tutmalarını emretti [Taberöe2nöee>



Kim Receb ayında, takva üzere bir gün oruç tutarsa, oruç tutulan günler dile gelip Ya Rabbi onu mağfiret et derler [Eböfb Muhammed>

Hz Aişe ( ra ) validemiz, Resöfblullah, pazartesi ve perşembe günleri oruç tutmaya çok önem verirdi buyuruyor Çünkü Hadis-i Şerifte, Ameller Allahü teöe2löe2ya pazartesi ve perşembe günleri arz edilir Ben de amelimin oruçlu iken arz edilmesini istiyorum buyururdu (Tirmizöee)

Receb ayında yapılan dua kabul edilir, günahlar affedilir Bu ayda günah işleyenin cezası da kat kat olur Hz Hüseyin ( ra) anlatır:

Köe2be yi tavaf ederken, yanık sesle Allahü teöe2löe2ya dua eden bir kimsenin sesini işittik Babam bunu çağırmamı emretti Güzel yüzlü, temiz bir kimseydi Ancak sağ tarafı felç olmuş, kurumuş, hareketsiz idi Ona, Sen kimsin, durumun ne böyle? dedim O kimse dedi ki:

Adım Menazil Ben çalgı çalmak, şarkı söylemekle şöhret salmış, Arabistanın ünlülerinden bir gençtim Hep nefsin arzuları peşinde koştum Receb ve Şaban aylarında bile, bu günahlara devam ederdim Salih babam, beni bu günahlardan kurtarmaya çalıştı Bana, Allahü Teöe2löe2nın azabı şiddetlidir, bir anda kahredebilir Kötü arkadaşlardan vazgeç, bu kötü işleri bırak! Melekler ve bu aylar senden şiköe2yet ediyorlar dedi Nasihate hiç tahammülüm yoktu Babamın üzerine yürüyüp, döverek susturdum Üzüntülü ve kırık kalble, Bu aylarda oruç tutup, geceleri ibadet ediyorum Beytullah a gidip şerrinden korunmak için, Allahü teöe2löe2dan yardım dileyeceğim dedi Bir hafta oruç tutup, Köe2be ye giderek, Ey Rabbim, mazlumların öe2hını yerde bırakmazsın Bu ayda, bu mübarek yerlerde yapılan duaları red etmezsin Hakkımı oğlumdan al, onu felç et! diye dua etti Henüz duası bitmeden sağ tarafım felç oldu Beni gören, Baba bedduasına uğramış kişi derdi

Hz Hüseyin, Baban bu höe2line ne dedi? buyurdu O genç, Babamdan özür diledim Onun da babalık şefkati galip gelerek beni bağışladı Beddua ettiği yerde, bu sefer şifa bulmam için hayır dua etmek üzere deve ile gelirken, devenin ürkmesi ile babam düşüp öldü Şimdi çaresizim diyor Hz Ali bu felçli gence dua ediyor, Receb de yaptığı bu dua bereketiyle de Hak teöe2löe2 ona şifa ihsan ediyor

Eskişehir

Foruma üye arkadaşlarımızdan eskişehirde olan var ise bir isteğim var ben yıldıztepe mahallesindeyim Kuran bilen Kuran eğitimi verebilecek varmı?

26 Haziran 2012 Salı

Esmaül Hüsna Anlamlarıyla

[Resim: 12132861281.png]

Allahın isimleri (Esma-i hüsna)



Sual: Esma-i hüsna ne demektir?

CEVAP

Esmöe2-ül hüsna, Allahü teöe2löe2nın güzel isimleri demektir. Allahü teöe2löe2nın Tirmizi de bildirilen 99 ismi şunlardır:

1- Allah: Her ismin vasfını ihtiva eden öz adı. Kendinden başka ilah bulunmayan tek Allah.



Bu ism-i şerif, Cenöe2b-ı Hakk'ın has ismidir. Bu itibarla diğer isimlerin ifade ettiği bütün güzel vasıfları ve İlöe2höee sıfatları içine alır. Diğer isimler ise, yalnız kendi möe2nalarına delöe2let ederler. Bu bakımdan Allah isminin yerini hiçbir isim tutamaz. Bu isim, Allah'tan başkasına mecazen de verilemez. Diğer isimlerinden bazılarının, Allah'tan başkasına isim olarak verilmesi caizdir.



2- Er-Rahmöe2n: Dünyada bütün mahlöfbkata merhamet eden, şefkat gösteren, ihsan eden.



3- Er-Rahöeem: Ahirette, sadece müminlere acıyan, merhamet eden.



4- El-Melik: Mülkün, köe2inatın sahibi, mülk ve saltanatı devamlı olan.



5- El-Kuddöfbs: Her noksanlıktan uzak ve her türlü takdöeese löe2yık olan.



6- Es-Selöe2m: Her türlü tehlikelerden selamete çıkaran. Cennetteki bahtiyar kullarına selöe2m eden.



7- El-Mü min: Güven veren, emin kılan, koruyan, iman nurunu veren.



8- El-Müheymin: Her şeyi görüp gözeten, her varlığın yaptıklarından haberdar olan.



9- El-Azöeez: İzzet sahibi, her şeye galip olan, karşı gelinemeyen.



10- El-Cebböe2r: Azamet ve kudret sahibi. Dilediğini yapan ve yaptıran. Hükmüne karşı gelinemeyen.



11- El-Mütekebbir: Büyüklükte eşi, benzeri yok.



12- El-Höe2lık: Yaratan, yoktan var eden. Varlıkların geçireceği halleri takdir eden.



13- El-Böe2ri: Her şeyi kusursuz ve mütenasip yaratan.



14- El-Musavvir: Varlıklara şekil veren ve onları birbirinden farklı özellikte yaratan.



15- El-Gafföe2r: Günahları örten ve çok mağfiret eden. Dilediğini günah işlemekten koruyan.



16- El-Kahhöe2r: Her istediğini yapacak güçte olan, galip ve höe2kim.



17- El-Vehhöe2b: Karşılıksız nimetler veren, çok fazla ihsan eden.



18- Er-Razzöe2k: Her varlığın rızkını veren ve ihtiyacını karşılayan.



19- El-Fettöe2h: Her türlü sıkıntıları gideren.



20- El-Alöeem: Gizli açık, geçmiş, gelecek, her şeyi, ezeli ve ebedi ilmi ile en mükemmel bilen.



21- El-Köe2bıd: Dilediğinin rızkını daraltan, ruhları alan.



22- El-Böe2sıt: Dilediğinin rızkını genişleten, ruhları veren.



23- El-Höe2fıd: Köe2fir ve facirleri alçaltan.



24- Er-Röe2fi: Şeref verip yükselten.



25- El-Muız: Dilediğini aziz eden.



26- El-Müzil: Dilediğini zillete düşüren, hor ve hakir eden.



27- Es-Semi: Her şeyi en iyi işiten, duaları kabul eden.



28- El-Basöeer: Gizli açık, her şeyi en iyi gören.



29- El-Hakem: Mutlak hakim, hakkı böe2tıldan ayıran. Hikmet sahibi.



30- El-Adl: Mutlak adil, yerli yerinde yapan.



31- El-Latöeef: Her şeye vakıf, lütuf ve ihsan sahibi olan.



32- El-Haböeer: Her şeyden haberdar. Her şeyin gizli taraflarından haberi olan.



33- El-Halöeem: Cezada, acele etmeyen, yumuşak davranan, hilm sahibi.



34- El-Azöeem: Büyüklükte benzeri yok. Pek yüce.



35- El-Gaföfbr: Affı, mağfireti bol.



36- Eş-Şeköfbr: Az amele, çok sevap veren.



37- El-Aliyy: Yüceler yücesi, çok yüce.



38- El-Keböeer: Büyüklükte benzeri yok, pek büyük.



39- El-Haföeez: Her şeyi koruyucu olan.



40- El-Muköeet: Rızıkları yaratan.



41- El-Hasöeeb: Kulların hesabını en iyi gören.



42- El-Celöeel: Celal ve azamet sahibi olan.



43- El-Keröeem: Keremi, lütuf ve ihsöe2nı bol, karşılıksız veren, çok ikram eden.



44- Er-Raköeeb: Her varlığı, her işi her an gözeten. Bütün işleri murakabesi altında bulunduran.



45- El-Mucöeeb: Duaları, istekleri kabul eden.



46- El-Vöe2si: Rahmet ve kudret sahibi, ilmi ile her şeyi ihata eden.



47- El-Haköeem: Her işi hikmetli, her şeyi hikmetle yaratan.



48- El-Vedöfbd: İyiliği seven, iyilik edene ihsan eden. Sevgiye layık olan.



49- El-Mecöeed: Nimeti, ihsanı sonsuz, şerefi çok üstün, her türlü övgüye layık bulunan.



50- El-Böe2is: Mahşerde ölüleri dirilten, Peygamber gönderen.



51- Eş-Şehöeed: Zamansız, mekansız hiçbir yerde olmayarak her zaman her yerde hazır ve nazır olan.



52- El-Hak: Varlığı hiç değişmeden duran. Var olan, hakkı ortaya çıkaran.



53- El-Veköeel: Kulların işlerini bitiren. Kendisine tevekkül edenlerin işlerini en iyi neticeye ulaştıran.



54- El-Kaviyy: Kudreti en üstün ve hiç azalmaz.



55- El-Metöeen: Kuvvet ve kudret menbaı, pek güçlü.



56- El-Veliyy: Müslümanların dostu, onları sevip yardım eden.



57- El-Hamöeed: Her türlü hamd ve senaya layık olan.



58- El-Muhsöee: Yarattığı ve yaratacağı bütün varlıkların sayısını bilen.



59- El-Mübdi: Maddesiz, örneksiz yaratan.



60- El-Muöeed: Yarattıklarını yok edip, sonra tekrar diriltecek olan.



61- El-Muhyöee: İhya eden, yarattıklarına can veren.



62- El-Mümöeet: Her canlıya ölümü tattıran.



63- El-Hayy: Ezeli ve ebedi bir hayat ile diri olan.



64- El-Kayyöfbm: Mahlukları varlıkta durduran, zatı ile kaim olan.



65- El-Vöe2cid: Kendisinden hiçbir şey gizli kalmayan, hiçbir şeye muhtaç olmayan.



66- El-Möe2cid: Kadri ve şöe2nı büyük, keremi, ihsanı bol olan.



67- El-Vöe2hid: Zat, sıfat ve fiillerinde benzeri ve ortağı olmayan, tek olan.



68- Es-Samed: Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, herkesin muhtaç olduğu merci.



69- El-Köe2dir: Dilediğini dilediği gibi yaratmaya muktedir olan.



70- El-Muktedir: Dilediği gibi tasarruf eden, her şeyi kolayca yaratan kudret sahibi.



71- El-Mukaddim: Dilediğini yükselten, öne geçiren, öne alan.



72- El-Muahhir: Dilediğini alçaltan, sona, geriye bırakan.



73- El-Evvel: Ezeli olan, varlığının başlangıcı olmayan.



74- El-öc2hir: Ebedi olan, varlığının sonu olmayan.



75- Ez-Zöe2hir: Yarattıkları ile varlığı açık, aşiköe2r olan, kesin delillerle bilinen.



76- El-Böe2tın: Aklın tasavvurundan gizli olan.



77- El-Vöe2löee: Bütün köe2inatı idare eden, onların işlerini yoluna koyan.



78- El-Müteöe2löee: Son derece yüce olan.



79- El-Berr: İyilik ve ihsanı bol olan.



80- Et-Tevvöe2b: Tevbeleri kabul edip, günahları bağışlayan.



81- El-Müntekım: Asilerin, zalimlerin cezasını veren.



82- El-Afüvv: Affı çok olan, günahları mağfiret eden.



83- Er-Raöfbf: Çok merhametli, pek şefkatli.



84- Möe2lik-ül Mülk: Mülkün, her varlığın sahibi.



85- Zül-Celöe2li vel İkröe2m: Celal, azamet, şeref, kemal ve ikram sahibi.



86- El-Muksit: Mazlumların hakkını alan, adaletle hükmeden, her işi birbirine uygun yapan.



87- El-Cöe2mi: İki zıttı bir arada bulunduran. Kıyamette her mahlöfbkatı bir araya toplayan.



88- El-Ganiyy: İhtiyaçsız, muhtaç olmayan, her şey Ona muhtaç olan.



89- El-Mugnöee: Müstağni kılan. İhtiyaç gideren, zengin eden.



90- El-Möe2ni: Dilemediği şeye mani olan, engelleyen.



91- Ed-Döe2rr: Elem, zarar verenleri yaratan.



92- En-Nöe2fi: Fayda veren şeyleri yaratan.



93- En-Nöfbr: öc2lemleri nurlandıran, dilediğine nur veren.



94- El-Höe2döee: Hidayet veren.



95- El-Bedöee: Misalsiz, örneksiz harikalar yaratan. (Eşi ve benzeri olmayan).



96- El-Böe2köee: Varlığının sonu olmayan, ebedi olan.



97- El-Vöe2ris: Her şeyin asıl sahibi olan.



98- Er-Reşöeed: İrşada muhtaç olmayan, doğru yolu gösteren.



99- Es-Saböfbr: Ceza vermede, acele etmeyen.

tab Neden SEN i zor anlarımız da hatılarız RABBİM!

Neden SEN i zor anlarımız da hatılarız RABBİM!

Yalnızca zor anlarımızda geliyorsun aklımıza.

Hastanedeyken, açken, ağlarken, cenazedeyken.

Oysa bizi yaratan SEN değil misin RABBİM?

Bizim dünya da yaşamamıza izin veren?

gulüp eğlenmemize. sevmemize, sevilmemize?

Kısacası mutlu olmamıza izin veren SEN değil misin???

Biliyorum ki soruların cevabı hep aynı:'Evet SEn sin''

Neden mutluyken, sağlıklıyken değilde

Mutsuz, zgün sağlıksız oldugumuz anlarda aklımıza geliyorsun!

Oysa ki hem mutluluk, hem mutsuzluk SEN den değil mi?

Cevap yine aynı:'Evet SEN den''

Bize emrettiğin bes vakit namazı bile yapmıyoruz!

SEN bize 24 -altın- saat veriyorsun ve bizden istediğin,

Sadece bir -altın-saat

Ama ne yazık ki biz sana bize verdiğin 24-altın-saatin birini vermektyen aciziz

Sanki hiç ölmüyeceğiz

Oysa ki bize bahsettiğin 24 -altın- saatten

Bir -altın-saati verdiğimiz taktirde biliyoruz ki,

Kurtulusumuz olacak ve en güzeli de EHL-i MUHAMMED sıfatına sahip olacağız

Ve daha da güzeli Peygamber Efendimiz(s.a.v)in şefaatine dahil olacağız.

Ne kadar da güzel ödüller bekliyor bizi

Ama çoğumuz farkında değiliz, elimizin tersiyle itiyoruz,

Cehaletimizin önüne Şeytan bir perde çekiyor ama(kör olma) kesiliyoruz ebediyete karşı.





YA RAB SEN bizi unutmazsın bundan şüphemiz yok

Asıl şüpheyi kendimizden duyuyoruz!!!

SEN UNUTTURMA KENİDİNİ bu zavallı KULLARINa.(amin)

Dünya Cocukları Esma-ül Hüsna'yı Söylüyor - Video

[Resim: allahp.jpg]

1- Allah: Her ismin vasfını ihtiva eden öz adı. Kendinden başka ilah bulunmayan tek Allah.



Bu ism-i şerif, Cenöe2b-ı Hakk'ın has ismidir. Bu itibarla diğer isimlerin ifade ettiği bütün güzel vasıfları ve İlöe2höee sıfatları içine alır. Diğer isimler ise, yalnız kendi möe2nalarına delöe2let ederler. Bu bakımdan Allah isminin yerini hiçbir isim tutamaz. Bu isim, Allah'tan başkasına mecazen de verilemez. Diğer isimlerinden bazılarının, Allah'tan başkasına isim olarak verilmesi caizdir.



2- Er-Rahmöe2n: Dünyada bütün mahlöfbkata merhamet eden, şefkat gösteren, ihsan eden.



3- Er-Rahöeem: Ahirette, sadece müminlere acıyan, merhamet eden.



4- El-Melik: Mülkün, köe2inatın sahibi, mülk ve saltanatı devamlı olan.



5- El-Kuddöfbs: Her noksanlıktan uzak ve her türlü takdöeese löe2yık olan.



6- Es-Selöe2m: Her türlü tehlikelerden selamete çıkaran. Cennetteki bahtiyar kullarına selöe2m eden.



7- El-Mü min: Güven veren, emin kılan, koruyan, iman nurunu veren.



8- El-Müheymin: Her şeyi görüp gözeten, her varlığın yaptıklarından haberdar olan.



9- El-Azöeez: İzzet sahibi, her şeye galip olan, karşı gelinemeyen.



10- El-Cebböe2r: Azamet ve kudret sahibi. Dilediğini yapan ve yaptıran. Hükmüne karşı gelinemeyen.



11- El-Mütekebbir: Büyüklükte eşi, benzeri yok.



12- El-Höe2lık: Yaratan, yoktan var eden. Varlıkların geçireceği halleri takdir eden.



13- El-Böe2ri: Her şeyi kusursuz ve mütenasip yaratan.



14- El-Musavvir: Varlıklara şekil veren ve onları birbirinden farklı özellikte yaratan.



15- El-Gafföe2r: Günahları örten ve çok mağfiret eden. Dilediğini günah işlemekten koruyan.



16- El-Kahhöe2r: Her istediğini yapacak güçte olan, galip ve höe2kim.



17- El-Vehhöe2b: Karşılıksız nimetler veren, çok fazla ihsan eden.



18- Er-Razzöe2k: Her varlığın rızkını veren ve ihtiyacını karşılayan.



19- El-Fettöe2h: Her türlü sıkıntıları gideren.



20- El-Alöeem: Gizli açık, geçmiş, gelecek, her şeyi, ezeli ve ebedi ilmi ile en mükemmel bilen.



21- El-Köe2bıd: Dilediğinin rızkını daraltan, ruhları alan.



22- El-Böe2sıt: Dilediğinin rızkını genişleten, ruhları veren.



23- El-Höe2fıd: Köe2fir ve facirleri alçaltan.



24- Er-Röe2fi: Şeref verip yükselten.



25- El-Muız: Dilediğini aziz eden.



26- El-Müzil: Dilediğini zillete düşüren, hor ve hakir eden.



27- Es-Semi: Her şeyi en iyi işiten, duaları kabul eden.



28- El-Basöeer: Gizli açık, her şeyi en iyi gören.



29- El-Hakem: Mutlak hakim, hakkı böe2tıldan ayıran. Hikmet sahibi.



30- El-Adl: Mutlak adil, yerli yerinde yapan.



31- El-Latöeef: Her şeye vakıf, lütuf ve ihsan sahibi olan.



32- El-Haböeer: Her şeyden haberdar. Her şeyin gizli taraflarından haberi olan.



33- El-Halöeem: Cezada, acele etmeyen, yumuşak davranan, hilm sahibi.



34- El-Azöeem: Büyüklükte benzeri yok. Pek yüce.



35- El-Gaföfbr: Affı, mağfireti bol.



36- Eş-Şeköfbr: Az amele, çok sevap veren.



37- El-Aliyy: Yüceler yücesi, çok yüce.



38- El-Keböeer: Büyüklükte benzeri yok, pek büyük.



39- El-Haföeez: Her şeyi koruyucu olan.



40- El-Muköeet: Rızıkları yaratan.



41- El-Hasöeeb: Kulların hesabını en iyi gören.



42- El-Celöeel: Celal ve azamet sahibi olan.



43- El-Keröeem: Keremi, lütuf ve ihsöe2nı bol, karşılıksız veren, çok ikram eden.



44- Er-Raköeeb: Her varlığı, her işi her an gözeten. Bütün işleri murakabesi altında bulunduran.



45- El-Mucöeeb: Duaları, istekleri kabul eden.



46- El-Vöe2si: Rahmet ve kudret sahibi, ilmi ile her şeyi ihata eden.



47- El-Haköeem: Her işi hikmetli, her şeyi hikmetle yaratan.



48- El-Vedöfbd: İyiliği seven, iyilik edene ihsan eden. Sevgiye layık olan.



49- El-Mecöeed: Nimeti, ihsanı sonsuz, şerefi çok üstün, her türlü övgüye layık bulunan.



50- El-Böe2is: Mahşerde ölüleri dirilten, Peygamber gönderen.



51- Eş-Şehöeed: Zamansız, mekansız hiçbir yerde olmayarak her zaman her yerde hazır ve nazır olan.



52- El-Hak: Varlığı hiç değişmeden duran. Var olan, hakkı ortaya çıkaran.



53- El-Veköeel: Kulların işlerini bitiren. Kendisine tevekkül edenlerin işlerini en iyi neticeye ulaştıran.



54- El-Kaviyy: Kudreti en üstün ve hiç azalmaz.



55- El-Metöeen: Kuvvet ve kudret menbaı, pek güçlü.



56- El-Veliyy: Müslümanların dostu, onları sevip yardım eden.



57- El-Hamöeed: Her türlü hamd ve senaya layık olan.



58- El-Muhsöee: Yarattığı ve yaratacağı bütün varlıkların sayısını bilen.



59- El-Mübdi: Maddesiz, örneksiz yaratan.



60- El-Muöeed: Yarattıklarını yok edip, sonra tekrar diriltecek olan.



61- El-Muhyöee: İhya eden, yarattıklarına can veren.



62- El-Mümöeet: Her canlıya ölümü tattıran.



63- El-Hayy: Ezeli ve ebedi bir hayat ile diri olan.



64- El-Kayyöfbm: Mahlukları varlıkta durduran, zatı ile kaim olan.



65- El-Vöe2cid: Kendisinden hiçbir şey gizli kalmayan, hiçbir şeye muhtaç olmayan.



66- El-Möe2cid: Kadri ve şöe2nı büyük, keremi, ihsanı bol olan.



67- El-Vöe2hid: Zat, sıfat ve fiillerinde benzeri ve ortağı olmayan, tek olan.



68- Es-Samed: Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, herkesin muhtaç olduğu merci.



69- El-Köe2dir: Dilediğini dilediği gibi yaratmaya muktedir olan.



70- El-Muktedir: Dilediği gibi tasarruf eden, her şeyi kolayca yaratan kudret sahibi.



71- El-Mukaddim: Dilediğini yükselten, öne geçiren, öne alan.



72- El-Muahhir: Dilediğini alçaltan, sona, geriye bırakan.



73- El-Evvel: Ezeli olan, varlığının başlangıcı olmayan.



74- El-öc2hir: Ebedi olan, varlığının sonu olmayan.



75- Ez-Zöe2hir: Yarattıkları ile varlığı açık, aşiköe2r olan, kesin delillerle bilinen.



76- El-Böe2tın: Aklın tasavvurundan gizli olan.



77- El-Vöe2löee: Bütün köe2inatı idare eden, onların işlerini yoluna koyan.



78- El-Müteöe2löee: Son derece yüce olan.



79- El-Berr: İyilik ve ihsanı bol olan.



80- Et-Tevvöe2b: Tevbeleri kabul edip, günahları bağışlayan.



81- El-Müntekım: Asilerin, zalimlerin cezasını veren.



82- El-Afüvv: Affı çok olan, günahları mağfiret eden.



83- Er-Raöfbf: Çok merhametli, pek şefkatli.



84- Möe2lik-ül Mülk: Mülkün, her varlığın sahibi.



85- Zül-Celöe2li vel İkröe2m: Celal, azamet, şeref, kemal ve ikram sahibi.



86- El-Muksit: Mazlumların hakkını alan, adaletle hükmeden, her işi birbirine uygun yapan.



87- El-Cöe2mi: İki zıttı bir arada bulunduran. Kıyamette her mahlöfbkatı bir araya toplayan.



88- El-Ganiyy: İhtiyaçsız, muhtaç olmayan, her şey Ona muhtaç olan.



89- El-Mugnöee: Müstağni kılan. İhtiyaç gideren, zengin eden.



90- El-Möe2ni: Dilemediği şeye mani olan, engelleyen.



91- Ed-Döe2rr: Elem, zarar verenleri yaratan.



92- En-Nöe2fi: Fayda veren şeyleri yaratan.



93- En-Nöfbr: öc2lemleri nurlandıran, dilediğine nur veren.



94- El-Höe2döee: Hidayet veren.



95- El-Bedöee: Misalsiz, örneksiz harikalar yaratan. (Eşi ve benzeri olmayan).



96- El-Böe2köee: Varlığının sonu olmayan, ebedi olan.



97- El-Vöe2ris: Her şeyin asıl sahibi olan.



98- Er-Reşöeed: İrşada muhtaç olmayan, doğru yolu gösteren.



99- Es-Saböfbr: Ceza vermede, acele etmeyen.





tab "RABBİM" var...!!

VAR olsada etrefında insanlar, seni anlıyorum diyen kimin var..? sussada gözlerin kalbin kan ağlar, içinin içini bilen birtek "RABBİM" var. sürekli değilmiş zalimin zulmü gece biter gelirmiş günün gündüzü, zor olsada geçirmek bu çetin güzü baharı vadeden

"RABBİM" var......

''YA RABBİM''

Biz her seferinde SENi unutsakta, biliyoruz ve hissediyoruz ki SEN hiçbir zaman bizi unutmadın!

Bazen oluyor ki geç hatırlıyoruz SENi...

Kafamızı duvarlara vurunca, herşey geç kalmaya yakınken,

yanımızdaki herkesin, hatta kendinin bile kendine yetersiz kaldığı zaman

sadece

SENSİN

aslında bana yöe2r olan dediğim... zaman.

Allah C.c'ım AMENTÜ esaslarıyla açıyorum yüreğimi...

SANA ve RASödbLÜNE!..

Beni bana bırakmamanın büyüklüğünü yaşayarak...

ö'Bir kulum Bana dua etmezse Bana cefa etmiş olur

ama eğer Bana dua ederde Ben onun duasını kabul etmezsem

Ben ona cefa etmiş olurum ki Ben kuluma hiç cefa etmem!! ''

Hep bunun arkasına sığınarak açıyorum ellerimi ve yüreğimi sana doğru.

Buradaki merhametin kollarına atarak kendimi seccadeye,

kapanıyorum her seferinde...

Senin verdiklerini sonuna kadar hakkıyla yaşamak istiyorum!..

SENi sevmek nedir?...

SEN de yok olmak nedir?..

Öğret ve yaşat...

Verdiğin musibetlere karşı dik durabilmeyi, acizliğimi yaşayarak nasip et Allah C.c'ım...

SENden başkasını gönlümden al.

SENi incitecek her davranıştan beni uzak tut!

Beni Kur'an a mahkum,Kur'an'ı bana hakim kıl RABBİM!...

Rabbime sesleniş

RABBİME SESLENİŞ..



Çaresiz akıllarda bir tek SEN

umutsuz hallerde avuçlarda SEN

kötülük dolu kalplerde SEN

bitmeyen ufuklarda bir tek sen olasın ya RAB!



kötü düşüncelerın en dıbınde SEN

bedenlerın en alıcı yerınde SEN

ruhların en ınce yerınde SEN

akılların içinde birtek sen olasın ya RAB!



dogan güneşin varlığında SEN

solan yaprakların rengınde SEN

doğanın yaratıcılığında SEN

gökyüzünün maviliğinde birtek sen varsın ya RAB!



kelımeler yetmeyen dudaklarda SEN

bakmaktan usanmayan gözlerde SEN

yazmaktan yorulmayan ellerde SEN

her satır başlarında birtek sen olasın ya RAB!



neşenınde,kederınde içinde SEN

biticek bu omrun sonunda SEN

mezar başımda okunucak fatıha'da SEN

mahşerde mekanımda yanımda sende olasın ya RAB!..

Tutukla beni Rabbim ....

Tutukla beni Rabbim,



Umuttan boşanıp boynumu büktüğüm yerdeyim



Kekremsi tatlar duyarım zihnimin sokaklarında



Küllenmiş sancıları hala çekerim dimağımda.



Acının beşiğinden kucaklarım şefkati,



Eylülün ayazına rağmen bağrım ateşler yanar,



Aşka dair, kelama dair, süköfbta dair







Tutukla beni Rabbim,



Avuçlarımdaki nedamet tohumlarını saçmadan yüreğime,



Kaçtığım her yönü sana getir,



Adımlarıma rağmen durayım katında.



Yorgun bakışların mezarı şimdi alın yazım



Metruk sevdaların toprağından beslenirken canım,



Tutukla beni rabbim; tek sana olsun esaretim.







Tutukla beni Rabbim,



Can korkusu sarmışken zamanı,



Koyup gideyim avucuma sığdırdığım hayatı.



Vurgun yediğim ana ithafen öleyim yeniden,



Söylemeden aşkın sırrını,



Anlatamadan acının sabra dokunan tarafını.







Tutukla beni Rabbim



Mahşer kadar yalnızlık kokarken içim



Yas tutsun ardımdan pervaneler.



A rafın suskun yolcuları sürsün ayak izlerimi



Dualar dokunsun nefesime bir bir.







Tut ve kaldır beni Rabbim,



Ayaklarımın sürçtüğü o vakti sileyim zihnimden



Sehven acının önünde diz çökmüşüm.



Tut ve kaldır beni Rabbim,



Artık huzurunda kalayım



Kaygan zeminlere rağmen şöyle dimdik.



Yardımınla, yöe2r lığınla.

Sabır..." Allah Sabredenlerle Beraberdir."

.Allah derim baska hiç bir sey demem...

Sahip olduklarınızın sizin olduğunu düşünüyorsanız muhtaçsınız demektir.

Varlık içinde yokluğu görmemişseniz, yoksulsunuz demektir.

Cesaret,Allah'tan korkmaktır; korkmuyorsanız korkaksınız demektir.



Kelimeler kalbinde hikmetler taşır, hikmeti görmüyorsanız cahilsiniz demektir.



İnfak etmek, azametle bilinir;vermeye güç yetirirken veremiyorsanız öe2cizsiniz demektir.



Ama bir ömrün kavşağında durup geçmişe set çekebiliyorsanız cesursunuz demektir.



Sebeplerin ardındaki sebebi, her şeyin üstündeki müsebbibi arıyorsanız öe2rifsiniz demektir.



Vazgeçilmez olan için kendinizden bile vazgeçtiğinizde hazırsınız demektir. Ve bir gün her şeyiniz hiçbir şey olduğunda,gemileri yakmak için imkansızı düşlerken...





ALLAH SİZE YETER...

Doğumla ölüm arasında, gecenin karanlığında, bir şafak aydınlığında,



dört mevsim yedi iklimde...





ALLAH BİZE YETER ...

İhtiyacı yaratan, hiçbir şeye muhtaç olmayan, lütfeden, ihsöe2n eden



ALLAH BİZE YETER...

Kimsesiz kaldığımızda, mutluluğumuz alındığında ellerimizden,yalnız bırakıldığımızda, suçlandığımızda, kınandığımızda; bir seccadenin şefkatinde dualar kalbimize deyip geçerken, dil ile ikrar edilen kalp ile tasdik olunduğunda...





ALLAH BİZE YETER...

Kalbimiz ağrıdığında, dilimiz dolandığında, omuzlarımızın üzerinizdeki yükün altında ezilirken; sevilmediğimizde,anılmadığımız?da ...



Yorulduğumuz zaman, direnmekten vazgeçmeyi düşündüğümüzde,hata ettiğimizde günahın pişmanlığıyla tükenirken...



Velhasıl yandığımız zaman zulmetin alevinde,ateşi serin ve selametli kılan



ALLAH BİZE YETER...

Duanın gücünü anlayıp yalnız O'ndan istediğimizde, O'na güvendiğimizde, O'ndan başka hiçbir şeyimiz kalmadığında...





ALLAH BİZE YETER...

O, ne güzel bir vekil,ne güzel bir dost, ne güzel bir yardımcıdır.

"Ey Rabbimiz, Bağışlamanı dileriz, dönüş ancak sanadır.

Allah'ı İnkar Etme, Allah'ın Varlığını Kabul etmeme, Allah'ı Reddetme, Ateizm, Ateist

Düzenle

Ateizm ve ateist





Allahın (c.c.) varlığı ve yokluğu konusu, içerisinde bulunduğumuz çağda ortaya çıkmış yeni bir tartışmadır. İnsanlık daha önceki çağlarda Allahın (c.c.) varlığı konusunda hiç bir kuşkuya kapılmamıştır.







İnsan Allahın (c.c.) varlığı konusunda nasıl herhangi bir kuşkuya düşebilir ki?.. Bunu aklı başında olan bir insanın anlaması gerçekten çok zordur. Nedense bu konuda başkalarının da benden farklı düşüneceklerini sanmıyorum. Çünkü öncelikle insanın kendi varlığı; vücudu, her bir organı mükemmel bir yaratıcıyı gerekli kılmaktadır.







Farz edelim ki, bir gün insanlar çeşitli gezegenlere de yolculuk yapmaya başladılar. Tıpkı bir şehre gider gibi uzayın çeşitli gezegenlerine toplu geziler düzenlemektedirler. İşte böyle bir gezinti sırasında yeni keşfedilen bir gezegende bir insan heykeline rastlanır. Bu heykelin bütün dış organları tıpkı canlı bir insanınki gibidir. Ama tüm aramalara ve araştırmalara rağmen bu gezegende o heykeli yapacak canlı bir varlığa tesadüf edilmez. Bu durumda buna tanık olan insanlar, heykelin varlığı ve yaratıcısı konusunda ne düşüneceklerdir? İçlerinden bir filozof kalkıp da ilgili heykelin oluşumunu gezegendeki ısı değişimi, rüzgar, akar su gibi doğa güçlerinin bir kaya bloğunu biçimlendirmesiyle izah etmeye kalkarsa yada tek bir atomun diğer atom ve elementlerle türlü koşullarda ve çeşitli uygun tesadüflerin birleşmesiyle ve kaynaşmasıyla meydana geldiğini iddia ederse buna elbette herkes gülecektir. Bir doğa gücü olan ısı değişimi, rüzgar ve akar su gibi öğeler gerçi kaya bloğunu parçalayabilirler. Çeşitli biçimlere sokabilirler. Kum ve toprağa da dönüştürebilirler. Ama bu doğa güçleri, ona bir insan heykeli görünümü veremez. Bunun gibi tek bir atomun diğer atom ve elementlerle tesadüfen birleşmesi ve kaynaşması ile böyle güzel bir sanat eserinin meydana gelebileceğine de kimse ihtimal vermez. Herkes bilir ki, bunu ancak hayal kuran, tasarlayan, ölçüp biçebilen, bu konuda eğitim almış, eli maharetli bir heykeltıraş yapabilir. Gerçek budur. İlgili heykelin kendiliğinden meydana geldiğini düşünmek büyük bir saflıktır, aldanıştır. Basit bir heykel için durum böyle iken içerisinde yaşadığımız dünyada en mükemmel tarzda yaratılmış, vücudu, organları yaşam için en ideal tarzda biçimlendirilmiş bir insanın varlığını ve yaratılışını nasıl tek hücreli bir canlıyla ve onun doğa güçleri ve tesadüfler ile evrimleşmesiyle izah edebiliriz? Kaya bloğundan yapılmış basit bir heykel parçasına bile bir heykeltıraş aranırken capcanlı; ruh, nefis ve irade sahibi bir insan için bir yaratıcı düşünülmemesi ondan daha büyük bir saflık, aldanışlık olmaz mı?







Bu gerçekliğe karşın bir kısım insanlar, düşünürler çağımızda Ateizm i bir inanç biçimi olarak görmekteler. Ben nedense hiçbir Ateist in mutlak anlamda yaşamının tüm anlarında Ateizm i savunmasını olanaksız görmekteyim. Bir Ateist arkadaşlarına Allahın (c.c.) olmadığını iddia edebilir, bu konuda onlarla tartışabilir de. Yalnız başı derde girdiğinde veya kötü anlarında ilk anımsayacağı Allah (Celle Celöe2luhu) olur; kalbinde O ndan yardım umar. İnternette rastladığım şu kısa öykü bu durumu çok güzel bir şekilde örneklemesi bakımdan ilginçtir:







Henüz yirmi yaşında bile değildim. Haruniye'nin meşhur kaplıcasına gidiyordum. O zamanlar, her şoför, bu dağlık arazinin kıvrım kıvrım yollarına girmeye cesaret edemiyordu. Biz bir kamyonet bulduk ve birkaç aile yataklarımızı ve diğer eşyalarımızı yerleştirip üzerlerine kurulduk. Bir süre sonra yeşilin her tonunun muhteşem bir güzellikle sergilendiği dağ yollarındaydık. Ağustos böceklerinin monoton nağmelerini dinleyerek pırıl pırıl, capcanlı çamların arasında arkamızda bir toz bulutu bırakarak ağır ağır tırmanıyorduk. Allah'tan ki karşımızdan başka araba gelmiyordu. Çünkü yolun bazı yerleri iki arabanın sığamayacağı kadar dardı. Hatta bazı virajlarda, kamyonet tekerinden fırlayan taşlar, atlaya zıplaya derenin dibini buluyordu. Nihayet zorlana zorlana uzun yokuşu bitirmiş olan arabamız, düze çıkmıştı. Biraz sonra da iniş başlayacaktı. Ben çok sevdiğim bu manzaranın ve dolayısıyla da yolculuğumuzun hiç bitmemesini istiyor, temiz dağ serinliğini doyasıya ciğerlerime çekiyordum. Bu arada gözüme enteresan bir şey ilişti. Hayret içindeydim, bir daha baktım, bir daha, bir daha ve şöyle haykırmaktan kendimi alamadım:



- Aman Allahım, çama bakınız! Sipsivri bir kayanın tepesinde kök salmış, bir avuç toprak bile yok!



Ben böyle sesli düşünürken, karşımda oturan yaşlıca adam, biraz da benim hayretime kızgın olarak sordu:



- Ne var bunda? Çoktur buralarda böyle ağaçlar...



- Ne var olur mu? Şu Allah'ın kudretine bakınız! Koskocaman bir kayanın zirvesinde pırıl pırıl ve bakımlı bir güzelim çam ağacını yaratmış...



Hadi canım sende! Bunun Allah'la ve O'nun kudretiyle ne ilişkisi var?



Peki ama, nasıl olur başka türlü? Kim o çamı o en olmayacak yerde bitirmiş olabilir?



Hiç kimse evlat... Niçin illa da biri yaratmış olsun yani? Bunlar hep geri ve ilkel düşüncelerdir.



Ama Allah, o çamı orada yaratıp yetiştirmediyse, kim yaptı bu işi?



Mesela şöyle düşün: Bir kuş, ağzında bir çam tohumu ile uçarken, tam bu kayanın üzerine gelince, ağzından düşürmüştür. Düşen tohum da kayanın bir kırık tarafına takılıp kalır ve oradaki toprağa kök salar. Sonra da kayanın altına giren kökleriyle böyle gelişip serpilir.



Olay sizin dediğiniz gibiyse bile, bütün bunları yapıp yaratan yok mu?



Yok tabii... Yaratıcı diye bir şeye inanmak, bu devirde çok ayıptır.



Yaşınız başınızla bunu nasıl söylersiniz? Ben size bu konuda birçok misal söyleyebilirim.



Bu şekilde devam eden konuşmamız hemen münakaşaya döndü ve tabii seslerimiz de yükseldi. Adam bağırdıkça ben de sesimi yükseltiyordum. Bizi sessiz dinleyen diğer yolcular da zaman zaman münakaşaya katılıyorlardı. Fakat halinden okumuş bir kimse olduğu sezilen bu yaşlıca adamdan başka hiç kimse, Allah'ı inkar etmiyordu. Ama bir an önce de münakaşayı bitirmemizi ve susmamızı istiyorlardı. Bu sırada araba yavaş yavaş hızlanmaya başladı. Derken belki yüz metre aşağılarda ip gibi uzayıp giden Ceyhan nehrine kadar tekerleklerden fırlayıp giden taşlar, bizi şaşkına çevirdi. Bir an sessizlikle herkes birbirine bakışırken, şoför başını uzatıp:



Fren patladı! dedi.



Sağ yanımız yokuş aşağı çamlarla kaplı bir bayırdı. Bu yokuşun sonunda Ceyhan nehrinin kayalara çarptıkça köpüklenen suları görünüyordu. Sol taraf ise, yalçın kayalıklarla kaplı bir yamaçtı. Birkaç saniyelik şaşkınlık geçer geçmez, herkes çığlık çığlığa bağırmaya başladı. Kimisi şehadet getiriyor, kimisi besmele çekiyor, kimisi de "Allah" diye bağırıyor, kendince dualar edip yalvarıyordu. Allah'a inanmadığını söyleyen yaşlı zat da, adeta kendinden geçmiş:



-Allahım!.. deyip duruyordu.



Ama bu durum, fazla sürmedi. Çünkü, bizim bütün şaşkınlığımız ve hayretimiz arasında araba yavaşlamaya başladı ve biraz sonra kenara yanaşıp durdu. Durur durmaz da her kafadan bir ses yükselmeye başladı:



Yahu bu ne biçim iş?



Hani fren patlamıştı?



Ödümüz patladı!



Şaka mıydı yoksa?..



Şoför yerinden çıkıp yanımıza yaklaştı ve benim biraz önce münakaşa ettiğim yaşlıca adama dönerek dedi ki:



E, sen utanmıyor musun, Allah yoktur demeye? Biraz önce yoktur dedin, sonra da fren patladı sanınca, herkesten fazla Allah!.. diye bağırdın. Yoksa, niçin O'nu yardımına çağırıyorsun?



Sonra da bize dönerek:



Kusura bakmayın, fren miren patlamadı. Ben münakaşanızı duyunca, şu adama bir ders vermek istedim, diyerek tekrar direksiyona geçti.



Araba yürüdüğünde sadece Ağustos böceklerinin sesleri vardı. Herkes susmuş; yaşlıca adam ise, yüzü kıpkırmızı, düşüncelere dalmıştı... Kaplıcaya gelip de eşyalarımızı indirdiğimiz zaman bana yaklaşarak:



Oğlum, senden özür dilerim; bunca yıldır inanmadığımı sandığım Allah'a meğer ben inanıyormuşum da haberim yokmuş... Bunu öğrenmeme sebep oldun. Şoför efendi, sana da çok teşekkür ederim, bana inancımın farkına varacak imkanı sağladın, dedi.







İnsanın Allahın (c.c.) varlığını inkar edememesinin nedeni manevi yapısından kaynaklanır. Nefis yaratılışında toprakla ilişkili olduğu ve toprak da yoktan yaratıldığı için Allahın (c.c.) varlığını inkar edebilir. Çünkü nefis küfür üzere bulunur. Nefsin hidayete ulaşması, kolay kolay gerçekleşmez. Allahı (c.c.) el-Haköeem güzel ismi ile tanıyıp kabul etmesi ile gerçekleşir. Bu durum da nefsi uzman bir insanın (insan-ı kamil) kontrolünde uzun bir eğitim ve ıslah sürecinden geçirmekle mümkün olur. Nefis genellikle kendi dışında başka bir ilaha boyun eğmek istemez. Allah a (c.c.) kul olmaktansa pek çok ilaha kul olmayı yeğler. Ama insan sadece nefisten meydana gelmemektedir. İnsanın Allah tan (c.c.) bir ilahi soluk olan ruh yönü de bulunmaktadır. Ruhun Allahı (c.c.) inkar etmesine olanak yoktur. Onun için bir Ateist her ne kadar diliyle, Allah (c.c.) yoktur, diye iddiada bulunsa da içinden bir şeyler de bu sözüne karşı çıkacak ve ona katılmayacaktır. İşte cılız da olsa böyle bir itiraz sesi ruha aittir. Her insanın ruhunda Allahın (c.c.) varlığı ve birliğine dair bir hatıranın saklandığı Kuran-ı Kerim de işlenmektedir. Gerçi hiç kimse geçmişinde, yani Allah (c.c.) katında yaratılmadan önce bir ruh iken böyle bir sahne yaşadığını anımsamamaktadır. Ama demek ki bu anlatılan şey bizim ruhumuzda bilinçdışı olarak veya kromozomlardaki bilgiler cinsinden kaydedilmiştir. Belki de Ateist in Allahı (c.c.) inkar ettiğinde içinde ona itiraz eden cılız ses de bundan kaynaklanmaktadır: Rabb inin Adem oğullarından söz aldığını da düşünün: Rabb in onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onların Kendi hakkındaki şahitliklerini isteyerek Ben sizin Rabb iniz değil miyim? buyurunca onlar da Elbette! diye kabul etmişlerdi. Kıyamet günü Bizim bundan haberimiz yoktu. veya Ne yapalım, daha önce babalarımız Allah a şirk koşmuşlardı, biz de onlardan sonra gelen bir nesil idik, şimdi o batılı başlatanlar nedeniyle bizi imha mı edeceksin? gibi bahaneler ileri sürmeyesiniz diye Allah bu sözü sizden aldı (A raf suresi, ayet 172-173).







Çağımızda Ateizm in ilahi dinler açısından büyük bir tehlike oluşturduğunu sanmıyorum. Çünkü böyle bilim ve mantık dışı bir düşünceye çok az kişi inanıyor, üstelik onların da bu inançlarında içten olmadıklarını düşünüyorum. Benim önemli gördüğüm sorun, Müslümanların büyük bir kısmının Allah a (c.c.) iman etmekle, özellikle O nu yaratıcı olarak kabul etmekle dinsel sorumluluklardan kurtulduklarını düşünmeleridir. Allahın (c.c.) yasaklarına ve ibadetlere gereken önemi vermemeleridir. Yani Allah a (c.c.) Teist veya Deist türü bir inançla iman etmeyi yeterli görmeleridir.







Kuşkusuz farz ibadetler dışındakiler (yani nafileler) gizli yapılır. Bunlar adeta kişi ile Allah (c.c.) arasında bir sırdır. Ama farz ibadetleri yapmamak Allahın (c.c.) emrine karşı gelmek olduğundan büyük günahlardandır. Bunlar da genellikle toplu halde ve topluluk içinde icra edilirler. Bu son derece açık ve tartışmasız dini bir bilgidir ve bunu herkes de bilmektedir. Hadis-i şeriflerde cemaatle kılınan namazın bireysel olarak kılınanına göre 25 (bir diğer rivayette 27) derece daha faziletli olduğu belirtilir. Ayrıca pek çok hadisi-i şerif cemaate devam etmeyi ısrarla emreder. Durum bu olmasına rağmen çoğu camilere vakit namazı için devam edenler, mahallelerindeki yetişkin erkek nüfusuna göre yüzde bir bile değildir. Müslümanların önemli bir kısmının nefislerine ve şeytana uyarak, ayrıca Allahın (c.c.) bütün günahları affetmesi ihtimaline güvenerek bile bile ibadetleri yapmamakla ve yasakları çiğnemekle O nun emirlerine karşı gelmesi, pek doğru bir şey ve onaylanacak bir davranış olarak görünmemektedir. Böyle bir tavır ve yaşam biçimi insanda dolaylı bir biçimde de olsa Allahın (c.c.) pek çok sıfatını ve güzel ismini yadsımak anlamına geldiği izlenimi uyandırmaktadır. Ama ben iyi niyetimle yine de bunu bir gaflet durumu ile açıklıyorum. Ateistlerin Allah (c.c.) yoktur. biçimindeki sözlerinden ziyade Müslümanların ibadetlere gereken önemi vermemeleri ve açıkça haramları işlemeleri daha düşündürücü ve kaygı vericidir.







Zihinde oluşan salt yaratıcı Allah (c.c.) kavramı ile kimse Allahın (c.c.) kutsal kitaplarında önemle belirttiği (kabir azabı, cehennem gibi) kötü akıbetlerden kurtulamaz. Allah a (c.c.) inanmak öncelikle bütün günahlara tövbe etmekle ve ibadet hayatıyla kendisini belli eder. Kimin ibadet hayatı zenginse o diğer Müslümanlara göre Allah a (c.c.) daha çok yakındır. Onun Allah (c.c.) inancı daha güçlüdür. Özellikle namaz kılmak bunun en açık belirtisidir. Çünkü peygamberimiz (s.a.s) bir hadis-i şerifinde buyurduğu üzere Namaz dinin direğidir. Eskiden çadırlar ve evler direklerle kurulurdu. Direk olmadan bir yapının ayakta duramayacağı düşünülürdü. Buna göre peygamberimiz (s.a.s) din binasının da ancak namazla kurulmakta ve ayakta durmakta oluşuna dikkatlerimizi çekmiştir.







Lise yıllarında iken Allahın (c.c.) varlığını inkar eden bir arkadaşım vardı. Kendisi artık başına bir bela geldiğinde ve kötü anlarında da Allah tan (c.c.) yardım istemediğini söylüyordu. Bir Ateist ile ilk olarak o zaman karşılaşmıştım. Bu benim için korkunç bir düşünce idi. Çünkü dindar bir aileden geliyordum. Aramızdaki arkadaşlık ve komşuluk ilişkisinden nedense onun bu tavrının içerisinde bulunduğu psikolojik koşullardan kaynaklandığını seziyordum.







Anne-babasıyla ilişkisinin ne kadar sorunlu olduğuna bütün mahalle arkadaşlarım gibi ben de her gün tanık oluyordum. Bilimsel ve mantıksal bir bakış açısı ve tavır; yukarıda başka bir gezegene yolculuk örneğinde sunduğum gibi, öncelikle insanın kendi varlığı, vücudu, her bir organı mükemmel bir yaratıcıyı gerekli kılmaktadır. Arkadaşım işte böyle ortada olan bir gerçekle her gün mücadele ediyordu. Kuşkusuz bunun için büyük bir enerji harcıyordu. Oysa insan doğası tembeldir. Öyle gereksiz yere, boşu boşuna enerji harcamaz. Ortada bir mücadele, bilimle ve mantıkla bir çatışma varsa, demek ki bir şeye karşı bir psikolojik savunma mekanizması kurulmuştur. Bu yüzden Allahı (c.c.) inkar etmek bir bilimsel ve mantıksal tavır değildir, psikolojik bir savunma mekanizmasıdır. Arkadaşım Allahın (c.c.) varlığını inkar etmekle ve O ndan bir yardım ummamakla doğasıyla çatışıyordu. Bu gayet açıktı. Kimsenin de durduk yerde enerjisini böyle boşu boşuna harcayamayacağına göre onun bu yolla gerçekleştirdiği bazı psikolojik doyumları vardı. Sorun bunları tespit etmekteydi.







Tabii o zamanlar psikoloji ve psikanaliz üzerine bugünkü kadar bilgi sahibi değildim. Ama olayları bugün sahip olduğum psikoloji ve psikanaliz bilgi ve deneyimlerin gözlüğü ile değerlendirecek o zamana ait epey belge hafızamda bulunmaktadır.







Öncelikle, bu görüşlerini sınıf ortamında ve arkadaşları çevresinde söyleyerek bizden daha çok özgür ve bağımsız olduğunu ifade ediyordu. Bizden üstün oluğunu dolaylı bir biçimde vurgulamış oluyordu. Arkadaşım böyle bir tavırla bize adeta Ağzı süt kokan çocuklar! diyerek hakaret ediyor, üstünlük duygusuna doyum sağlıyordu. Bu vurgu ile karşı cins karşısında bir hayranlık uyandırmayı amaçladığını düşünmememiz için ortada bir neden yoktur. Bu da ona büyük bir psikolojik doyum sağlıyor olsa gerekti. Öyle yakışıklı; güçlü, kuvvetli birisi olmadığı gibi zengin bir ailenin çocuğu da değildi. İçerisinde bulunduğu bu koşullarla karşı cinsin ilgisini çekemezdi. Aksine bunlar karşı cins için itici şeylerdi. Her genç kız haklı olarak yakışıklı; güçlü ve zengin bir erkek arkadaşın hayalini kurar.







Sonra, arkadaşım Ateist olduğunu söyleyerek o yaşlardaki her genç gibi ebeveynlerden farklı bir kişilikte, özellikle özgür ve bağımsız bir durumda olduğunu ifade ederek üstünlük duygusuna başka bir açıdan da doyum sağlıyordu. Aslında arkadaşım her gençte olan ebeveynle, toplumla ve onların değerleriyle çatışma içerisindeydi. Onun anne ve babasıyla ilişkisinin kötü olduğunu belirtmiştim. Kuşkusuz her gencin o oranda ve yoğunlukta olmasa da böyle bir çatışmayı yaşamasını bekleriz. Bu gayet doğal bir durumdur. İnsan gelişmesinde bir psikolojik evredir. Ama o, bu çatışmayı dinsel alana da taşıyordu, Allahın (c.c.) varlığını inkar ediyordu, O ndan herhangi bir yardım ummak istemiyordu.







Daha sonra başka Ateistleri de tanıma imkanım oldu. Nedense Ateistler hakkındaki yargım hiç değişmedi. Bu sefer bu yaşı ilerlemiş Ateistlerin çatışma alanları toplumsal gerçekler ile Allahın (c.c.) emir ve yasakları idi. Kimisi yaşamda umduğu zenginlik ve refaha kavuşamadığı için varlıklı insanların malına ve paralarına ortak olmanın tek yolunun Allahı (c.c.) inkar etmek olduğunu düşünüyordu. Kimisi Allahın (c.c.) emirlerini yapmamanın ve yasaklarından kaçınmamanın verdiği ruhsal sıkıntıyı üzerinden atmak için Allahın (c.c.) varlığını yok sayıyordu.







Ateizm olgusu A. Adler in Bireysel Psikoloji ekolüyle daha iyi incelenebilir kanısındayım. Bilindiği üzere A. Adler bireyin hayat içerisindeki tüm faaliyetlerini ve çatışmalarını aşağılık kompleksinin seçilen bir hayat tarzıyla üstünlük kompleksi biçiminde telafi edilmesiyle izah eder. Gerçekten bu yaşa değin gözlemlerimden artık o kadar net bir biçimde kavradım ki, Ateizm in dayandığı psikolojik mekanizmanın temelinde üstünlük kompleksinin olduğunda hiç kuşkum kalmadı. İlgili kişiler yaşamlarında aşağılık kompleksi duydukları çeşitli olayları, olguları düşünmemek, daha doğrusu dikkati bunların üzerinden çekmek amacıyla Ateist olurlar. Psikolojik amaçları toplumun, bireylerin kendisini ezebilecekleri bazı zaafları ve kusurları gözlerden saklı tutmaktır. Dikkatleri Ateizm gibi soyut bir kavramda toplayarak ne kadar değişik, renkli, zeki, kültürlü ve entellektüel birileri olduklarına vurgu yapmak isterler. Lise arkadaşımın tek derdi de buydu. Ateist olduğunu söyleyerek dolaylı bir yolla genç kızlara kur yapıyordu, ayrıca biz arkadaşlarına da hakaret ederek üstünlük duygusuna doyum bulmaya çalışıyordu. Daha sonra tanıdığım Ateistler de başkalarına karşı, o lise öğrencisi gibi toy ve acemi olmasa da, aynı anlama gelen farklı bir tavır ve tutum takınmışlardı.







İnanç, gerek bireyin gerekse toplumun en önem verdiği, dokunulmaz ve saygın bir alandır. Bir Ateist bu konuda toplumun genelinden farklı olmakla sıradan insanların hayalinde bile göremediği bir entellektüel düzeye ulaştığını sanır. Ona göre diğer insanlar anne-babalarından devraldıkları inancı sorgulayacak cesarete ve düşünsel düzeye sahip değillerdir. Güya insan Ateizm ile kendi varoluşunu kendisi gerçekleştirmiş olur. Bu da Nietszche nin tabiri ile üst insanın kimlik özelliğidir. Halbuki bir insan anne-babasından devraldığı Müslümanlık dinini sorgulayarak onlardan daha dindar bir çizgi belirleyebilir. Varoluşunu gerçekleştirmesi adına daha doğal ve anlamlı bir çizgiyi sürdürebilir. Nedense anne-babaya, dine, toplumsal değerlere karşı çıkmak, aykırı düşmek daha dikkati çektiği ve nefsi okşadığı için insanlar bu tür yollara kayabilmekte, bunların etkisi altına girebilmektedirler. Oysa bir insanın İslam dini ile barışık olması onu kendisinin ve evrenin yaratılış amacına götürecek, sadece kendi varoluşunu değil her şeyin varlık amacını kucaklayan bir bütünlüğe ve evrenselliğe ulaştıracaktır.







Kuşkusuz çağımızın pek çok sanat dallarına ve düşünsel eserlerine sinmiş olan Varoluşçuluk (Egzistansiyalizm) felsefe akımının da Ateizm in yaygınlaşmasında payı çok büyüktür. İlgili felsefe ekolünde dindar filozoflar da bulunmakla birlikte Ateizm i bir yeni inanç sistemi olarak sunan ve bunun havarisi kesilenler daha çoğunluktadır. Kendini özgürce var etmek adına bu filozoflar dine saldırmayı da bir maharet bilmişlerdir. Kuşkusuz insanın anne-babasından, toplumdan devraldığı inancı sorgulaması dinimizin de bir emridir. Ama bu filozofların yaptığı şey sorgulamaktan ziyade isyandır. Anlamak yerine önyargılı bir biçimde reddetmektir. Varoluş olarak da kutsadıkları özgürlük, birtakım bencilce zevklerin tatmininden ve kimseye bir yararı olmayan düşüncelerden başka bir şey değildir. Dahası, gözlere ve gönüllere en çok hitap eden, insanların en çok ilgi ve beğenisini çeken insanın her eyleminden sorumlu olması, insanı eylemlerinin var etmesi gibi parlak düşünceleri de lafta kalmaktadır. Aslında bu düşünceler kutsal kitaplardan aşırılmıştır. Yeni hiçbir tarafları yoktur. İlahi kitapların hepsi, özellikle Kuran-ı Kerim insana zaten bu düşünceleri aşılamaya çalışır.







Kuran-ı Kerim insanı her ameliyle (eylemiyle) öyle bir sorumlu tutar ki, bu sorumluluk süreci, dünya yaşamını, ölümü, kabri, ölümden sonraki ebedi hayatı da içine alır. Mahşer gününde bu ameller defter olarak insanlara takdim edilecektir. Oysa varoluşçu filozoflar bu sorumluk anlayışını sosyal ve hukuk yaşamlarına bile aktaramazlar. İşlediği bir suçu savcıya başvurup itiraf eden bir varoluşçu filozofa hiç rastlanmamıştır. Oysa pek çok sahabe bizzat peygamberimize (s.a.s.) gelerek suçlarını itiraf edip cezalarını çekmişlerdir. Bunlar içerisinde zina gibi dini açıdan ağır bir suçu işleyip recm (taşlanarak öldürülme) cezasını alanlar da olmuşlardır. Tabii onların terk derdi, yaptıkları günahların (kötü eylemlerin) sorumluğunu duyup bundan temizlenmekti. Ahirette Allahın (c.c.) karşısına ak pak olarak çıkmaktı.







İnsanın iyilik yapması doğasından gelmez. İnsan iyilik yapmak için kendisini aşmak zorundadır. Çünkü insan doğası (nefsi) cimri, bencil yaratılmıştır. Onun için her iyiliğimizin altında bir çıkar vardır. Bencil, cimri doğamızı (nefsimizi) aşıp da iyiliğe (ruhumuzun eğilimine) ulaşmak büyük bir mücadeleyi gerektirir. Bu açıdan her insanın hizmet ve mal üreterek iş hayatında toplum yaşamına yardımcı olması, katkıda bulunması bir iyiliktir. Bilindiği üzere dinimizde ibadetlerini yapan bir insanın çalışma yaşamı da bir ibadet hükmünde değerlendirilir. Tabii iyiliklerin en ideali Allah (c.c.) rızası için iş yapmaktır. Bu, dünyevi bir çıkar gözetmeksizin Allah (c.c.) yolunda nefsin cimri ve bencil doğası ile büyük bir mücadele yapılması demektir. İşte gerçek varoluş, varoluşçuluk budur. Bunun dışında insanın dünyevi çıkarların üzerine çıkmasını beklemek o insanı aptal yerine koymakla eşanlamlıdır.







Ateizm in bilimsel temelini Darwin in evrim kuramı oluşturur. İnsanın maymundan geldiği düşüncesi Ateistler için inançlarının iman esasıdır. Oysa Darwin in kuramlarını doğrulayan bir bulguya hiçbir zaman rastlanmamıştır. Türler arasında keskin çizgi, her ele geçen fosilde tespit edildiği gibi maymunla insan arası bir varlık ne günümüzde ne de tarihte söz konusu olmamıştır.







Ateistlerin Darwin in evrim kuramına dört elle sarılmalarının elbette bir kısım nedenleri olabilir: Bunlardan biri de hayvanın insandan daha özgür ve bağımsız oluşudur. Bir Ateist kendisinin maymundan türediğini iddia ediyorsa bununla bir maymun kadar çirkin olduğunu anlatmak istemiyordur elbette. Doğadaki maymunun özgür ve bağımsız yaşamına imrendiğini vurgulamayı, toplumun, özellikle dinin onun yaşamına koyduğu emir ve yasaklarla bunları elinden almak istediğini yada kısıtladığını belirtmeyi amaçlamış olabilir. Tabii tüm Ateistleri böyle değerlendirecek ölçüde elimizde bir çalışma ve anket mevcut değildir. Çevremde tanıdığım bir kaç Ateist ten hareketle böyle bir yargıya ulaştığımı özellikle belirteyim.







Ateistler Allahın (c.c.) varlığını inkar ederek Allahın (c.c.) kimi sıfatlarını doğaya, doğa yasalarına ve olaylarına yansıtırlar. Örneğin evrenin ezeli ve ebedi olduğuna inanırlar. Bu yönüyle Ateizm materyalist bir dünya görüşüne sahiptir. Yaratılışı, olay ve olguları, kavramları maddesel bir yaklaşımla, determinist (neden sonuç ilişkisi ile) bir görüşle açıklar. Doğaya, doğa yasalarına ve olaylarına atfettiği ilahi sıfatlarla bunların yaratıcı olduğunu düşünürler: Onlara göre, içerisinde insan da olmak üzere tüm canlılar doğanın, doğa yasalarının ve olaylarının sonucu tesadüfen ortaya çıkmışlardır. Allah (c.c.) diye bir yaratıcı güç yoktur. Her şey önce tek bir hücrenin meydana gelmesiyle başlamıştır. Doğadaki tüm canlı varlıklar bu tek hücrenin evrimleşmesiyle meydana gelmiştir. İnsan bu evrim zincirinin son halkasıdır. Onun için mükemmeldir. Düşünür ve hayal kurar. Allahı (c.c.) -haşa- insan zihni yaratmıştır.







Oysa bilim, maddeden bu tek hücrenin meydana gelmesini onaylamamıştır. Onca yapılan deneyler bunun imkansızlığını kanıtlamıştır. Yaşam, Allahın (c.c.) el-Hayy güzel isminin tecellisi ile meydana gelmiştir. Fosil bilimin de kanıtladığı gibi her canlı tür de müstakil olarak yaratılmıştır. Yani tek hücrenin evrimleşmesi ile diğer canlı türlerinin meydana geldiği iddiası da bilimsel değildir.







Materyalizm ile eski kavimlerde ve bugün ancak yerlilerde görülen Putperestlik dini arasında bir ilgi bulunmaktadır. Çünkü temelde her iki inanç sistemi de maddeye aşkın bir anlam, bir kutsallık yüklemektedirler. Yalnız, putun kutsanması ve Allah (c.c.) ile insan arasında ilişki kurması olarak tanımlanabilecek Putperestlik dini, materyalizmden biraz daha insaflı görünmektedir. Çünkü Kuran-ı Kerim deki onlarca ayet-i kerimeden de biliyoruz ki Putperest Araplar, Allahın (c.c.) varlığını inkar etmiyorlardı. Putlara da kendilerini Allah a (c.c.) yaklaştırsınlar diye tapıyorlardı. Oysa materyalizmde Allah (c.c.) inkar edilmekle kalmıyor, O nun sıfatları ve güzel isimleri maddeye yansıtılmaktadır. Yine Putperestler sadece birkaç nesneyi kutsallaştırırken materyalistler her maddeye, evrenin her atomuna kutsal bir anlam kazandırmaya çalışmaktadırlar.







Her ne kadar Ateistler bilimsel olmak için determinist bir görüşe bağlı olmaya özen gösterseler de dayandıkları bilimsel kuramların (Örneğin evrim kuramı; yaratılışın, canlı varlıkların akıl ve mantığın aciz kaldığı, herkesi şaşırtan ve hayran bırakan özelliklerinin, güzelliklerinin, mükemmel oluşlarının tesadüfe bağlanması gibi.) birer varsayım bile sayılamayacak denli gerçeklikten, mantıktan uzak oluşu, onların ciddiye alınmamalarına neden olmuştur.







Ateistler, insanların Allah a (c.c.) ve dine gereksinim duymalarının nedeninin doğayı, doğa yasalarını, olaylarını anlayamamanın verdiği acziyet ve korku duyguları olduğunu düşünürler. İnsanlık tarihini genellikle ilkel devir, dinsel devir ve bilim devri olarak üçe ayırırlar. Bilim devrinde dinin gerekli olmadığını savunurlar. Bir zamanlar dinsel olarak açıklanan kimi kavram, olay ve olguların şimdi bilimsel birer anlamları olduğunu düşünürler. Bu yönüyle Ateizm in manevi yönünü pozitivizm tamamlar. Ateistler pozitivist felsefenin bu düşüncelerinin arkasında bilime dayandıklarını sanırlar. Bilimsel bir düşünceye sahip olduklarını savunurlar. Oysa ortada olan bilim değil bilim üzerine yapılan bir felsefedir. Bu bilim üzerine yapılan felsefe ise bilimsel hiçbir temele dayanmamaktadır.







İnsanlık tarihi boyunca çeşitli dönemlerde bireysel olarak Allahın (c.c.) yokluğunu dile getiren kişiler olsa da bunun sistemli düşünceler bütünü olarak dile getirilişi on sekizinci yüzyılda olmuş ve Ateizm felsefe sözlüğüne ancak on dokuzuncu yüzyılda girmiştir. Ondan önce dünya düşünce tarihinde bazı kişilerin (örneğin Ömer Hayyam gibi) Ateist olduğu ileri sürülse de bunların inançlarının tam olarak bilinemeyeceğini de iddia edebiliriz ve daha ziyade Deist bir inanca sahip olduklarını düşünebiliriz. Peygamberler Ateist toplumlara değil, -ki yeryüzünde böyle bir toplumun tarih boyunca olmadığını belirtmeye gerek yoktur sanırım- genellikle Putperestlere (Allah a [c.c.] şirk koşanlara) gönderilmiştir.







Çağımızda materyalist dünya görüşü, toplumsal yaşamda ilahi dinlerin emir ve yasaklarına saygı gösterilmemesi, insanların dünyanın gelip geçici zevklerine olan aşırı talepleri gençliğin büyük bir kısmını inanç ve maneviyat buhranına sürüklemiştir. Artık gençlerin önemli bir kısmı, İslam dinini zamanı ve uygulaması geçmiş bir yaşam tarzı olarak görmektedirler. Yaşamlarının Allahın (c.c.) emir ve yasakları ile sınırlanmasına itiraz etmektedirler. Bağımsız ve özgür yaşam adına sigara içme, alkol ve uyuşturucu madde kullanımı gibi birtakım kötü alışkanlıklara yönelmektedirler, iç dünyalarındaki din ve maneviyat boşluğunu bu maddelerin verdiği geçici keyiflerle dindirmeye çalışmaktadırlar. Kuşkusuz bir Müslümanın Ateist olması o kadar kolay bir biçimde gerçekleşmemektedir. Gençler, önce Teist, sonra Deist bir yaklaşımla dini yaşamlarından uzaklaştırıyorlar, artık dinden tamamen soyutlandıkları zaman Ateist olduklarını söyleyebilmektedirler. Dinden uzaklaşma bu noktada da kalmamaktadır. Tüm dünyada olduğu gibi son yıllarda ülkemizde de kendilerini Satanist olarak tanıtan gençler, Allah (c.c.) yerine Şeytan a tapmakta ve buna kedi ve çeşitli varlıkları kurban kesmektedirler. Hatta bu vahşet genç kızları Şeytan a kurban etmeğe kadar ulaşmaktadır.







Agnostizm (Bilinemezcilik), Allahın (c.c.) varlığı ve yokluğunun kanıtlanamayacağını iddia eden bir felsefi görüştür. Agnostizm e göre, insan duyu organları ile elde ettiği bilgilerle düşünür. Allah (c.c.) duyu organları yolu ile algılanamadığına göre O nun üzerinde düşünmek, varlığını yokluğunu kanıtlamak boşuna bir uğraştır. Bu yüzden bu konu hiçbir zaman bilinemez. Agnostizm, genellikle Ateizm ile aynı kefeye konur. Aslında Allahın (c.c.) varlığının, yokluğunun bilinemeyeceğini iddia etmek ile Allahın (c.c.) yokluğuna inanmak arasında bir basamak fark bulunmaktadır. Yani Agnostizm, Ateizm i meşrulaştırmak için bir gerekçe olarak düşünülebilir. Bu gerekçe güya bilimsel bir temele dayanmaktadır. Oysa tüm olgular duyu organlarımıza hitap etmez. Örneğin havadaki oksijeni, karbondioksiti duyu organlarımızla algılayamayız, ama bilimsel olarak varlıklarını ispat edebiliriz. Yine maddenin en küçük yapı taşı olan atom bu konuda hemen akla gelen örnektir. Atomu hiçbir duyu organıyla algılayamadığımız gibi gelişmiş hiçbir teknolojik alet de bize bunda yardımcı olamamaktadır. Atomun varlığı için birtakım mantıksal çıkarımlarda bulunuruz. Bilim çoğu bilgilerini bu yolla elde eder. Bunun gibi yaratılmış olan her şey de mantığın ilkeleri ile Allahın (c.c.) varlığı ve birliğine, sıfatlarına ve güzel isimlerine tercümanlık yapmaktadır.







Ben Ateizm i hep bir gençlik buhranı olarak gördüm. Bu yargım da her yeni Ateist i tanıdığımda daha da pekişti.







Ateizm in bilimsel ve mantıksal bir düşünce biçimi olmadığını, bir psikolojik savunma mekanizması olduğunu bir kez daha vurgulamak istiyorum.

Dini Kuşkuların, Şüphelerin, Kaynağı, Vesveselerin Nedenlerir

İnsan bu dünyaya imtihan için gönderilmiştir. İmtihanı en başta nefis ve şeytanla olmaktadır. Müslümanların akıllarına gelen dini kuşkulara vesvese denir. Nefis ve şeytanla imtihan edildiğimiz için buna bağlı olarak vesvese de iki çeşittir: Nefis vesvesesi, şeytan vesvesesi.

Nefis bilindiği üzere küfür üzere bulunur. Hidayete gelmesi mümkün değildir. Daha doğrusu bir Müslüman nefsini daima böyle görmelidir. Elbette nefis tezkiye edilebilir. Sırasıyla emmareden, levvame, mülhime, mutmainne, raziye, marziye, köe2mile gibi üst derecelere ulaştırılabilir. Tarikatların amacı nefsi tezkiye etmektir. Ruhu saflaştırmaktır. Emmare nefsi (yani kötülüğü emredici nefsi) en azından levvame nefis (günahlara tövbe edip hak yola giren nefis) durumuna getirmektir. Ama bir veli (nefsi en az mutmainne makamındadır) de, köe2mile basamağına ulaşan bir zat da, nefsini daima bir düşman olarak görür, ona karşı tedbirli olur. Nefis hiçbir zaman tam anlamıyla ıslah olmaz. Hayvanat bahçesinde kafesinde evcilleştiği düşünülen bir arslanın bakıcısını parçalaması alışık olduğumuz haberlerdendir. Bu nefis için hangi makamda olursa olsun her zaman mümkündür.

Tabii insan sadece nefisten meydan gelmemiştir. İnsanda nefis dışında ilahi bir nefha (soluk) olan ruh da vardır. Allah, Kuran-ı Kerim de nefis için Kuşkusuz nefis kötülüğü emredicidir. (Yusuf Suresi, 53) diye bizi uyarmaktadır. Yine Allah Kuran- Kerim de ruh için ise Onu yaratıp düzene koydu, kendisine Ruh undan üfürdü. (Secde Suresi, 9) , De ki ruh Rabbimin emrindedir. (İsra Suresi, 85). diyerek ruhu yüceltmekte, kaynağını Kendisi ne izafe etmektedir.

Nefis yaratılışı ile topraktan gelmiştir. Daha doğrusu nefsin doğasında en ağır basan öğe topraktır. Nefse bedenin manevi atmosferi gözüyle bakabiliriz. Nefsin bileşenleri anasır-ı erbadandır (yani toprak, su, hava, ateş). Tabii herkesin yaratılışı birbirinden farklıdır. Bunda etken olan şey bu unsurlardan birisinin diğerine göre daha ağır basmasıdır. Tabiatında toprak öğesi ağır basan kişi tembeldir. Çalışma ve ibadet ağırına gider. Korkaktır. Asalaktır. Rahatına ve keyfine düşkündür. Muhafazaköe2rlar genellikle bu cinstendir. Su öğesi ağırsa dönektir. Verdiği sözleri çabuk bozar. Her renge girer. Kolayca yalan söyler. Münafık tabiatlıdır. Dedikoduya düşkündür. Her devrin adamı genellikle bunlardan çıkar. Hava öğesi ağır basan kişi çok duygusaldır. Hemen kanar. Duygu ve coşkuları ile hareket eder. Hayatı ciddiye almaz. Değişkendir. Dünyasını şarkılar, aşklar oluşturur. Arzularına göre yaşamak ister. Sanatçılar genellikle bunlardan çıkar. Bunların siyasetle hiç alakaları yoktur. Ateş öğesi öfke, hırs, kibir, kin, şehvet gibi durumlara karşılık gelir ki bunlar sahibini cehenneme götürecek kadar tehlikelidirler. Hayatı çok ciddiye alırlar. Daha doğrusu dünya hayatı dışında başka bir yaşamın, ebedi hayatın olacağını pek düşünmezler. Dava adamları genellikle bunlardan çıkar. Yani her insanın yaratılışında bulunan nefis, evrenimizin de, dünyamızın da temelini oluşturan bu dört öğeden oluşmaktadır. Adeta bunların ruhuna nefis denir. Yani toprak, ateş, hava, su kendi doğalarını, özelliklerini insana vererek onda nefis dediğimiz varlığı meydana getirmişlerdir. Bu dört öğe bizi dünyaya, insanlara ve evrene bağlamaktadır. Kişiliğimizin çekirdeğini oluşturmaktadır. Her insanın nefsinde bu dört öğeden bir öğe diğerlerine göre biraz ağır bassa da aslında insan nefsinde bunların her biri belli oranda da bulunmaktadır. Başkalarında gördüğümüz her olumsuz ahlak, davranış bizlerde de tohum olarak mevcuttur. Uygun şartlar bulduğunda hemen nefis içerisinde kendisini göstererek yeşerir, boy atar. Onun için nefis küfür üzere yaratılmıştır. Onun İslam a girmesi, hidayeti kabul etmesi düşünülemez.

Bunların hepsi, yani anasır-ı erba ve ona bağlı olarak nefis, Allahın ol! emri ile yoktan yaratıldığı için insana vesvese veren özelliklere sahiptirler. Yani insanı Allah tan uzaklaştıran birer tabiata maliktirler. Bundan dolayı nefsi temize çıkarma, nefsinden emin olma düşünülemez. Nefis bir düşmandır. Ölünceye kadar da bu durum böyledir. Onun için peygamberimiz (s.a.s.) insanın iki koltuğu altında taşıdığı nefsinden daha büyük bir düşmanı olmadığını söylemiştir.

Nefsin yaratılış amacı da bizi Allah tan uzaklaştırmaktır. Ruh ise Allah tan bir soluk olduğu için Allah a inanmak ister. Ona kavuşmayı arzular. Bütün erdemler ruhtan kaynaklanır. İbadetler ona huzur verir. Güzel olan şeylerde Allahı bulduğu için onlara öe2şık olur. Onlarla meşgul olmak ister. Bu manada mecazi (yani dünyevi) aşklar da mutasavvıflarca geçilmesi gereken bir köprü olarak görülmüşlerse de yine de övülmüşlerdir. Nefis ise güzel olan şeyleri elde etmek için şehvet ateşiyle yanar. Elde edemediği zaman kudurur, öfkelenir, kin güder, intikam almaya çalışır. Ruh da yanar ama aşkla yanar. Elde etmek yada etmemek gibi bir amaç ruhun aşkında yoktur. Ruh nefis gibi olumsuz duygularla kavrulmaz. Olumsuz duygular ruhu incitir. Nefis cimridir, karşılıksız kimseye bir şey vermez. Ruh cömerttir. Paylaşmaktan sonsuz bir zevk alır. Nefis bencildir. Önce kendisini düşünür. Ruh diğerköe2mdır. Kendinden önce başkalarını düşünür. Kısacası bütün pis huylar, kötülükler nefisten kaynaklanır, bütün güzellikler, faziletler ruhtan gelir.

Nefis ibadetlerden sıkılır, kaçar. Allah a kul olmaktansa yok olmayı arzular. Çünkü aslı, mayası yokluktur. Ona ulaşmak ister. Allah ruhu Kendi nefhasından (soluk) yaratmışken nefsi ol emri ile yoktan meydana getirdiği anasır-ı erbadan yaratmıştır. Bu yüzden nefis daima Allah a isyan üzeredir. Kendisine uyanı doğru cehenneme götürür. Bir Müslüman iç dünyasında daima nefsiyle cihat halindedir. Peygamberimiz (s.a.s) bu savaşı büyük cihat diye adlandırmıştır. Bu savaşı kaybeden nefsine uyar. Ebedi hayatını da zehir, zindan eder.

Ruh ile nefis ergenlik yaşlarına kadar insanın iç dünyasında eşit oranda etkilidirler. Ergenlikten sonra ruh bir kenara çekilir, iç dünyanın egemenliği ve kontrolü genellikle nefsin eline geçer. Nefs-i emmare kuvvet buldukça bu egemenlik ve kontrol de o nispette artar. Nefis artık ruhu hapis altına alır, iç dünyada tek başına iktidar olur.

Ruh Allahın rızası doğrultusunda meleklerden ilham alır, nefis ise şeytanlarla işbirliği yaparak insana vesvese verir. Ama nefsin vesvesesi ile şeytanların vesvesesi birbirinden farklıdır. En önemli fark, nefis vesvesesinde ısrar eder; ama şeytanlar vesvesesinden ısrar etmez, bir müddet devam ederler, başarılı olamadığını anlayınca o vesveseyi bırakırlar, başka vesveseye devam ederler.

Nefsin vesvesesi kendini savunma psikolojisi ile izah edilebilir. Çağdaş bilimlerin, psikoloji ve psikanaliz gibi, incelediği şey ruh değil, nefistir. Onlar Allahı inköe2r ettikleri gibi ruhu da inköe2r ederler. Ruh onları pek alakadar etmez. İnsan insanın kurdudur anlayışı ile insana bakarlar. İnsanın çıkarsız iyilik yapamayacağını düşünürler. öc2şık olmak aptallıktır, bir çeşit hasatlıktır onlara göre. İnsan hayvandan farksızdır. Karşılıksız iyilikler ve güzellikler sadece birer saflıktır, budalalıktır onlar için. Bunların insan doğasında yeri yoktur. Onların bilinçdışı, bilinçaltı olarak adlandırdıkları şeyin İslam terminolojisindeki adı nefistir. Gerçi onlar nefsin kökenini ta ansır-ı erbaya kadar götürmezler. Bilinçdışının temel içgüdülerle olumsuz, bastırılmış geçmiş yaşantılardan oluştuğunu belirtirler. Müslümanlar olarak deneyle, gözlemle sabit olmuş her bilgiye kendi malımız gibi baktığımızdan nefis için bunları da düşünebiliriz. Yani nefis, anasır-ı erbadan genel karakteristik özelliklerini aldıktan başka bir de içgüdülerle donatılmıştır. Acıkma, susama, cinsel v.b. gibi. Ayrıca nefis bunların yanında yaşadığı hayattan hoşlanmadığı yaşantıları olumsuz duygusal yükleri ile birlikte bastırarak çeşitli kompleksler edinmektedir. Bu kompleksler nefsin adeta yaralarıdır. Dokununca kanarlar. Hassastırlar. İnsan ilişkilerinde sorun çıkarırlar. Kişinin hayatını zorlaştırırlar. Görünüşte çözümleri basittir. Ama bu durum görecelik oluşturduğu için ilgili kişiye aşılması zor bir engel olarak görünür. Zaten onlar da kişilikleri ile bütünleşen bu komplekslere sahip çıkralar, onları en değerli hazineleri gibi korurlar. İşte nefsin vesvesesi bunlardan kaynaklanır. Yani kişi bu komplekslerin etkisiyle kendisini bazen dine karşı savunmak ister. Kompleksi ona dinde bazı kuşkular doğurur. Bu kuşkular Kuran-ı Kerim den, peygamberimizin (s.a.s.) hayatından olabileceği gibi Allah a kadar uzanabilir. O da kompleksini savunmak için farkına varmadan dine hücum etmeye başlar. Din hakkındaki bu kuşkular günden güne büyür. Artık bir dünya görüşü halini almaya başlar. Tabii bu seyirde iç dünyasında ruh onu engellemeye çalışır. Çünkü ruh Allah tan bir emanet olduğu için hiçbir zaman Allahı inköe2r edemez. Dine karşı gelmez. Allahı ve dini savunur. Ama nefis iç dünyada egemenliği ele geçirdiğinden ruhu susturur, yaratılışının gereği olan yere yani yokluğa doğru onu yuvarlamaya çalışır. Başı sıkışan ateistin Allah tan yardım umması bu yüzdendir. Nefis son bir ümitle ölmeyen ruhun dili ve kalbiyle Allah tan yardım bekleyebilir. Bu durumlar bazen ateistin hayatında olabilir.

Şimdi nefsin komplekslerinin etkisiyle dinde kuşkulara gitmesini örnekleyelim. Zira yazımızda iddia ettiğimiz şeyler çok soyut oldu. Farz edelim ki bir eşcinsel. Tabii bununla bütün eşcinsellere ateistlik atfetme gibi bir amacımız yoktur. Zira inançlı eşcinseller de azımsanmayacak orandadır. Ayrıca bütün ateistleri de eşcinsellikle nitelendirmiyoruz. Zira ateistlerin çoğunun cinsel hayatı normal insanlarınınki gibidir. Kaldı ki İslam dininde eşcinsellik suç değildir. Suç olan şey, zinadır. Eşcinsel ilişkidir. Doğuştan gelen iktidarsızlık bir engellilik durumudur. Kişi temiz, nezih bir hayatı seçerse normal insanların üzerinde bir karakter ve ahlaki olgunluğa ulaşabilir. Biz bu örnekle tipik bir eşcinsellik olgusuna değineceğiz. Benzerini Freud un Olgu Öyküleri nde bulabilirsiniz. İşte böyle birisini düşünelim. Kendimizi onun yerine bir an koyalım. Onu anlamaya çalışalım. Böyle birisi kendi kültür ve toplumu ile çatışma halindedir. İç dünyasında karşı cinse bir eğilim hissetmemekte, ama aynı cinse nefsi az da olsa bir eğilim duymaktadır. Nefsi bu durumu meşrulaştırmak için dine karşı vaziyet alacaktır. Çünkü din iç dünyada vicdan gibi işlev görür. Yani iç dünyanın hukukunu din meydana getirir. Nefis iç dünyada ruhun başını çektiği hukuku, yani dini ortadan kaldırmak için çeşitli dini kuşkuları gündeme getirir. Amacı çeşitli günahları vicdani bir rahatsızlık duymadan rahatlıkla işlemektir. Ruhun savunduğu dini değerleri hiçe indirgeyerek günahların zevkine dalmaktır.

Şimdi de başka bir örneğe geçelim. Farz edelim ki bu kişi kendisini toplumun küçük gördüğü bir etnik kimliğe sahip. Toplum küçük görüyor olabileceği gibi bu kişi de olguyu kendisi abartarak, alınarak da böyle bir komplekse girebilir. Höe2lbuki İslam dini toplumdaki bu tür eğilimi ve anlayışı cahiliye pisliği olarak nitelemiş; ulusların, etnik kökenlerin birbirine kardeşliğini ve eşitliğini savunmuştur. Gelin görün ki bunu kompleks sahibi kişiye anlatamazsınız. Anlamak da istemez. Devası İslam dininde olduğu halde o önce İslam a saldırır, toplumu suçlayacağı yerde dine hücum eder, dinde kuşkular aramaya başlar. Çünkü dinle toplumu iç dünyasında bir tutar. Höe2lbuki her devirde olduğu gibi toplumda da bazı cahili alışkanlıklar, gelenekler, düşünce biçimleri, anlayışlar birer hastalık olarak yaygınlık kazanabilir. Toplum iyi insanların mücadeleleri ile rayına oturtulabilir. Yani toplumlar da bazen insanlar gibi hastalanabilirler. Böyle durumlarda İslam dininde bir kusur görmek yanlıştır. İşte böyle kompleksi olan bir kişi, yani etnik kimliğinden dolayı kendisini küçük gören birisi, toplumla mücadele atmosferinde dine karşı da vaziyet alır. Nefsinde dinle ilgili şüpheler duymaya başlar. Kompleksi dinle çatışma içerisine girer. Genellikle olduğu gibi dine karşı çıkan bir ideolojinin de savunuculuğunu yapar. Onun atmosferine sığınarak kendisini korumaya çalışır.

Genellikle uç örnekler verdiğimi biliyorum. Biraz da her insanın içerisinde bulunabileceği kuşkulara örnek verelim. Zira insanların büyük çoğunluğu dinin ana ilkelerinden kuşkulanmazlar. Ama dinin emir ve yasaklarına karşı duyarsızlardır. Nefisleri ahirette hiçbir cezaya tabi tutulmayacağı, Allahın geniş merhameti ile kendilerinin affedileceği vesvesesi ile bunları kandırmıştır. Hiçbir korku duymaksızın günahlara dalarlar. Günahlara daldıkları için dini yaşantıdan da uzaklaşırlar. Yani ibadetlere önem vermezler, haramları da gönül rahatlığı ile işlerler. Höe2lbuki sonsuz güç kudret sahibi Allahın engin rahmetine güvenmenin yanında Cebrail, peygamberler, hatta peygamberimiz (s.a.s) dahi korkudan tir tir titremişler, hayatlarında hep bu korku ile ümit üzere olmuşlardır. İnsanın Allah tan korkmaması, sadece Allahın rahmetine güvenmesi nefsin vesvesesi iledir. Nefis bu tür bir vesvese ile çoğu insanın ebedi hayatını karartmaktadır. Dine inanıp da böyle günah bataklığına dalan insanlar, kendilerini savunmak için şöyle düşünürler: Allah günahları affeder. Zamanında susuz bir köpeğe su içiren bir fahişeyi Allahın affettiğine dair bir hiköe2ye dinlemiştim. Biz de benzer bir şeyle yakayı kurtarabiliriz. Kaldı ki Allah yaptığına değil, kalbine bakar. Benim içim temiz İşte çağımızda insanlar genellikle nefislerinin bu türde vesveselerine aldanıp ebedi hayatlarını karartmaktadırlar, kaybetmektedirler.

Vesvesede şeytanın rolü sanıldığı kadar büyük değildir. Şeytan nefsin gölgesinden gider. O şunu iyi bilir: Dökme su ile değirmen dönmez. Yani nefsin kompleksine uygun olmayan vesvese işe yaramaz. İç dünyada bir etkiye sahip olmaz. Bunu bildikleri için nabza göre şerbet verirler. Şeytanlar insanların yaşamlarını, iç dünyalarını çok iyi bilirler. Kişinin komplekslerine uygun vesvese verirler. Uygun vesveseyi buldukları zaman bunu örneklerle pekiştirirler. Sürekli vurgu yaparlar. Herkes iç dünyasında bilinçli olarak bu vesveseleri algılamasa da bilinçdışında bunlara muhataptırlar. İçlerine sanki özgün bir düşünce gibi doğarlar. Kişi bu vesveseleri kendi düşünceleri gibi algılar. Kendilerine zeki, akıllı, düşünen, fikir üreten insan yanılsaması verirler. Höe2lbuki konuşanlar şeytanlardır. Nefsin gölgesinde (yani bilinçdışında) konuştukları için olan bitenden kimse bir şey anlamaz. Amaçları kişiyi İslam dan uzaklaştırıp son nefeste imansız götürmektir. Davaları budur. Şeytanların insan soyuna karşı sonsuz bir kinleri vardır.

Şimdi de bu vesveselerden nasıl kurtuluruz, onu biraz tartışalım. Vesvese olan düşüncelerin dine uygun cevaplarını kitaplardan okuyabiliriz. Geçici de olsa kişileri bu yol rahatlatabilir. Ama vesveseye tutulmuş kişi böyle bir arayışa girmez. Vesvesesini bastırmaya çalışır. Araştırmak şurada dursun, hiç konuyu kimseye açmak bile istemez. Çünkü bu onun sırrıdır, kendisi ile alay edileceğini sanır. Bir de boşu boşuna bir suçluluk duygusuna girer. Hatayı kendisinde arar. Ezilir, büzülür. Kendisini lanetli gibi bir şey sanır. Bu dindar kesim için ne yazık ki böyledir. Bazıları vesveseden kurtulmak için ibadetlerini bile terk ederler. Çünkü ibadet hayatı ile birlikte musallat olmuş sivrisinekler gibi vesveselerin kendilerini rahatsız ettiğini tecrübeleri ile anlamışlardır. Şu kesin ki vesvese inançsız insana gelmemektedir. Vesvese kişideki imanın belirtisidir. Böyleleri kafalarındaki vesveselere cevap bulduklarında biraz yatışabilirler; ama ibadet hayatları zenginleşmedikçe vesveseden tamamen kurtulamazlar. Yani bataklığı kurutmadıkça sivrisinekler eksik olmaz. Vesvesenin asıl nedeni nurdaki eksikliktir. Nur iman demektir. İmanı ancak ibadetlerle yakinleştirebiliriz. İslam hakkında çokça kitap okumak sanıldığı kadar etkili bir yöntem değildir. Aksi tesirler de yapabilir. İbadet hayatı biraz zenginleşince nur insanın bedenini, derken nefsini sarar, şeytanları etkisiz hale getirir. Çünkü iman nuru kişinin kalbinde hikmet pınarlarını açar, bunlar vesveseleri siler, süpürür. Vesveselere akılsal planda yanıt bulmak sivrisinekleri tek tek yakalayıp öldürmek gibidir. Bu yolla bunları bitirmek, sonunu getirmek imköe2nsızdır. Şeytanların vesvese vermek dışında başka bir işleri olmadığı gibi nefis de kompleksleri ile bunları üzerine adeta davet eder. Ama ibadet hayatını biraz zenginleştirerek vesvesenin üzerine gitmek bataklığı kurutmak gibidir. İman güneşi nefsin üzerine doğunca nefis komplekslerinin farkına varır, usulüne göre İslam eczanesinin ilaçları ile tedavi olur, şeytanın yol bulacağı hastalıklar ortadan kalkar. Sağlığına kavuşur.

Vesvese günah değildir. Ne türden olursa olsun bu böyledir. Kişinin suçluluk duygusuna girmesi boşunadır. Tövbe etmesine bile lüzum yoktur. Ama vesvese akla geldiğinde kişinin edeben estağfurullah, subhanallah demesi yerinde bir davranıştır. Çünkü nefis ve şeytandan kaynaklanmışlardır. Kişi bu vesveselerden rahatsız olmuştur. Bunları benimsememiştir. Kovmak istemiştir. Ama başarılı olamamıştır. Gücü yetmemiştir. Bir de bunların yanında suçluluk duygusuna girip kendisini büyük bir günahköe2r addetmesi ancak şeytanları sevindirir. Şeytanların da vesvese ile amaçladığı şey zaten budur. Onun Allah a karşı ümidini yitirmesini sağlamaktır. Zira ayetle sabittir ki, Allahın rahmetinden ancak köe2firler topluluğu ümitlerini keserler (Yusuf Suresi, 87). Vesveselerin etkisiyle ibadetlerden uzaklaşmak şeytanları kendine guldürmektir. Nefisle ve şeytanla savaşı terk etmektir. Meydanı onlara bırakmaktır. Bu bir Müslüman için çok acıklı bir durumdur. Akla gelen vesvesede ibadetlere sarılmak, ibadet hayatını zenginleştirmek şeytanı ve nefsi kahreder, onların bu yolu bir daha kullanmalarının önüne geçer. Ayrıca bu yolla kalbe gelecek nurla kişinin nefsindeki hastalıklar, yani kompleksler de iyileşeceği için vesvese için gerekli zemin de ortadan kalkacaktır. Kaldı ki vesvese belasını Müslüman kullarının başlarına salan bu dünyayı bir imtihan yurdu kılan Allah Celle Celaluhudur. Başa gelen şerlere de sabrederek doğru yoldaki istikameti bozmamak Allahın muradıdır. Vesvese bir imtihandır. Allah tan yardım umarak bu imtihandan başarılı çıkmak gerekir. Morali bozup da suçluluk duygusuna girmeye hiç gerek yoktur. Allahı suçlamak, kadere isyanla mukabele etmek, ibadetleri terk etmek imtihanı kaybetmektir; nefis ve şeytanı sevindirmek demektir. Bunun cezası ebedi bir pişmanlık olabilir. Allah bizleri korusun.

Ateist insanlara gelen din bakımından aykırı düşüncelere vesvese değil, kuşku denir. Bu kuşkuların cevaplarını bulsalar da onlar yine de dine yönelmezler. Onların bu kuşkuları dillendirmelerinin amacı bu kuşkulardan arınıp dine dönmek değildir. Eğer öyle olsa idi buna vesvese diyecektik. Bunların amaçları bu kuşkularla kendileri gibi taraftar toplamaktır. İnançlı insanların zihinlerini bulandırıp ateist yapmaktır. Höe2lbuki Müslümanlar vesveseden rahatsız olup bundan kurtulmaya çalışırlar. Agnostik, teist ve deistlerinkine ise doğruyu arayıp aramamalarına, amaçlarına göre kuşku veya vesvese denir. Eğer amaçları aydınlanıp dine girmekse buna vesvese, yok gayeleri insanları inançsızlığa teşvik ise buna kuşku denir.

Nefsin ateist olduğunu ikrar etmesi öyle kolay bir şey değildir. Uzun evreleri, ruhla uzun mücadeleleri gerektirir. Herhalde nefis ve şeytanlar en sonunda onlara öyle bir hal veriyor ki kendilerinden emin oluyorlar. Ruhun etkisinden tamamen kurtuluyorlar. İç dünyalarına nefis tamamen egemen oluyor. Bu sayede vesveselerden de kurtuluyorlar. Rahatlıyorlar. Vesveseler kuşku niteliği kazanıyor. Kuşkular onlar için artık birer zihin jimnastiğine dönüşüyor. Din adamlarının o kuşkulara verdiği akıl ve mantığa, bilimsel gerçeklere uygun cevapları onlara sivrisinek vızıltısı gibi gelmeye başlıyor.

Allah bizleri nefsin ve şeytanların vesveselerinden, şerrinden muhafaza buyursun. Amin. Dualarınızı istirham ediyorum.

Allahın Sıfatları

Allahın (c.c.) Sıfatları



1Allahın (c.c) Zati Sıfatları:

Allahın (c:c.) zati sıfatları şunlardır:

a. Vücut: Var olmak demektir. Allah (c.c.) vardır. Ama O bizim gibi bir bedene muhtaç değildir. O nun varlığı zihinde herhangi bir kalıba sokulamaz. Zihne Allah (c.c.) ile ilgili gelen her şekilden dolayı Allahı (c.c.) tenzih etmek (sübhöe2nallah demek) gerekir.



b. Kıdem: Allah (c.c.) ezelidir. Allahın (c.c.) varlığının bir başlangıcı yoktur. Allah (c.c.) ezelde (geçmiş bütün zamanlardan önce de) vardı. Allah (c.c.) zaman kaydından uzaktır.



c. Beka: Allah (c.c.) ebedidir. Allah (c.c.) biz fani varlıklar gibi ölümlü değildir. Aslında Allahın (c.c.) zaman kaydından uzak olduğunu belirtmiştik.



d. Muhalefetü n-Lil-havadis: Allah (c.c.) yarattığı hiçbir varlığa benzemez.



e. Kıyam Bi-nefsihi: Allah (c.c.) Kendi zatıyla vardır. Varlığı için kimseye muhtaç olmamıştır.



f. Vahdaniyet: Allah (c.c.) birdir.



Bu sıfatlar, Allahın (c.c.) zatı ile ilgilidir. Allahın (c.c.) zatı ise bilinemez, tasarlanamaz, nitelenemez, ölçülemez, yer ve zaman kayıtlarına bağlanamaz. Bu özelliklerinden dolayı Allahın (c.c.) zati sıfatları sübuti sıfatlarından farklıdır. Çünkü bu sıfatları sübuti (olumlu, gerçekle bağdaşır) sıfatlar gibi varlık dünyasında, özellikle insan üzerinde görmek olanaksızdır. Bu nedenle bu sıfatların bazılarını tam anlamıyla kavramak da çok zordur. Çünkü insan zihni bu dünyadaki doğa yasalarıyla biçimlenmiştir. Bu yüzden mantık kuralları Allahın (c.c.) zatını, dolayısıyla zati sıfatlarını anlamakta ve kavramakta bir acziyet içerisinde bulunur. Yalnız vahdaniyet zati sıfatı ahirette ceza yada ödül almada en önemli sınav konusu olması dolayısıyla değerlerinden farklı olarak evrende, yeryüzünde, canlı ve cansız varlıklarda değişik ayetlerle gözler önüne serilmiştir.



Allahın zati sıfatlarını varlıklara ilişkin benzerliklerden tenzih etmek gerekir. Bu sıfatları sadece Allah a (c.c.) has kılmak gerekir. Bu nedenle bu sıfatlara tenzihi veya selbi sıfatlar da denir.



a. Vücut: Zati sıfatlardan vücut ile zihinde Allah (c.c.) ile ilgili hiçbir şey tasarlanamaz. Allahın (c.c.) vücudu vardır, ama bu hiçbir biçimde yaratılmışların vücuduna benzemez. Ayrıca Allahın (c.c.) vücudu ile ilgili bir nitelik ve nicelik tasarlamak da doğru değildir.



Görünüşte insanın da bir vücudu vardır. Bu vücut, Kuranın Kerim in ifadesiyle topraktan yaratılmıştır. Toprak da bütün evren ve içerisindeki her şeyle birlikte Allahın (c.c.) Ol! emri ile birlikte yoktan var edilmiştir. Allah (c.c.) evreni ve içerisindekileri yaratırken kendisinden hiçbir şey eklememiştir. O bunları yoktan yaratmıştır ve yaratmaktadır. Bilim, evrenin bir şişirilen balon gibi genişlemeye devam ettiğini belirttiğine göre bu yaratma süreci şu anda da sürüyor demektir. Allahın (c.c.) yaratma işini sadece bu evrenle de sınırlamak doğru değildir. Kuşkusuz Allah (c.c.) mahiyetlerini bilemeyeceğimiz, hayal bile edemeyeceğimiz nice evrenlerin de yoktan yaratıcısıdır. Bu yüzden yoktan yaratılmış bir şeyi, hele insan gibi son derece aciz bir varlığı vücut yönü ile evrenleri yaratan Allah (c.c.) ile karşılaştırmak, Allah (c.c.) karşısında insanın bir varlığının olduğunu düşünmek son derece küstahça bir tavırdır. Bu yüzden İslam bilginleri vücut sıfatını, varlık dünyasında, özelikle insan üzerinde Allahın (c.c.) nitelik ve nicelik kaydıyla etkileri yada yansımaları görülen sübuti sıfatlarından saymamışlardır, zati sıfatları arasında kabul etmişleridir.



Allah (c.c.) Vacibü l-vücuttur (yani varlığı gerekli, olmaması düşünülemez). Diğer varlıklar ise, birer mümkündür ( yani Allahın (c.c.) yaratıp yaratmamada ilahi iradesine bağlı).



b. Kıdem: Allahın (c.c.) kıdem sıfatını da mantık kavramakta zorlanır. Çünkü doğada her canlı varlığın bir başlangıcı vardır. Hatta cansız varlıklar için de bu durum geçerlidir. Binlerce, milyonlarca yılda oluşan fosillere belli bir yaş tespit edilebilmektedir. Hatta çağımızda bilim, dünyamızın ve içerisinde bulunduğumuz evrenin bile bir başlangıcı olduğunu kabul etmiştir. Ama Allah (c.c.) ezelidir. Allahın (c.c.) ezeli oluşunu yaratılmış herhangi bir varlıkla karşılaştırmak olanaksızdır. Çünkü Allah (c.c.) dışında herhangi bir ezeli varlık yoktur. Bu yüzden Allahın kıdem sıfatını kavramak gerçekten çok güçtür.



Çağımıza gelinceye kadar pek çok filozof, dünyanın ve evrenin ezeli olduğunu düşünmüştür. Bu yüzden Allahın (c.c.) da dünya ve evrenle aynı zamanda varolduklarını sanmışlardır. Çağımızda geçerliği yüksek oranda kabul gören Büyük patlama kuramı (Bingbang) ile bu anlayış bilim dışı kabul edilmiş, Allahın (c.c.) ezeli olduğu, yarattığı varlıkların da sonradan meydana geldiği doğrulanmıştır.



c. Beka: Allahın (c.c.) kıdem (ezeli) oluşu mantıkla kavranamayacak bir zati sıfatı iken beka (ebedi) zati sıfatı, insanın doğası ile onaylanabilecek bir özellik taşır. İnsan, hiçbir zaman ölümü içine sindirememiştir. Her ne kadar her birimizin sınırlı bir ömre sahip olduğunu zihnen düşünsek de hiçbir insan ölümün kendi başına gelebileceğine ihtimal bile vermek istemez. İnsan bu dünyaya adeta ebedi yaşamak için gelmiştir. Bu onun iç dünyasında bir inançtan da öte bir şeydir. İnsan, ruhsal dünyasından gelen bir güdüyle yani ebedi yaşam arzusuyla adeta hiç ölmeyecekmiş gibi bir ömür için programlanmıştır. Bundan dolayı inançlı birisi de olsa pek çok insan gafletle ahiret hesabını düşünmeden günah denizine dalmaktadır, Allahın (c.c.) emir ve yasakları karşısında gereken saygıyı ve titizliği göstermemektedir. Kuşkusuz iç dünyasındaki bu ebedi yaşam arzusu ile kişi, Allahın (c.c.) beka sıfatını da rahatlıkla kavrayabilir. İnsana böyle bir ebedi yaşam arzusu yüklediğine göre Allahın (c.c.) beka zati sıfatı ile ahirette ebedi bir yaşamla insana ömür vereceğine inanabilir.



d. Muhalefetü n-Lil-havadis: Allahın (c.c.) diğer bir kısım zati sıfatlarını anlamakta zihin aslında pek o kadar önemli bir sıkıntı yaşamaz. Çünkü bunlar az çok mantık kuralları ile rahatlıkla anlaşılabilir. Örneğin muhalefetü n-lil-havadis (Allahın [c.c.] yarattığı hiçbir varlığa benzememesi) zati sıfatını mantıkla kavrayabilmekteyiz. Şöyle ki, bir ressam ile yaptığı tablodaki şekiller arasında bir ilişki kurmak, ressamın tablosundaki şekillerle kendi fiziksel görüntüsünü çizdiğini iddia etmek ne kadar saçma ise Allahı (c.c.) yarattığı varlıklara benzetmek, O nu yarattığı varlıklar biçiminde tasarlamak da o kadar mantık dışı bir çabadır. Ressam kendi resmini çizmeksizin kendi dışındaki varlıkların resmini çizmede sınırsız bir olanağa sahiptir. Yüce Allah (c.c.) da mutlak ve özgür iradesiyle böyle bir olanağa bir ressamdan daha çok hak sahibidir. Bu yüzden yüce Allahı (c.c.) yarattığı varlıklara benzetmekten tenzih ederiz.



e. Kıyam Bi-nefsihi: Allahın (c.c.) kıyam bi-nefsihi (Allah, [c.c.] Kendi zatı ile vardır. Varlığı için kimseye muhtaç olmamıştır) zati sıfatını da mantık kavramakta zorluk çekmesine karşın varlık dünyasında verilecek bazı somut örneklerle de bu sıfat mantık için anlaşılır kılınabilir. Örneğin bir trenin vagonlarını düşünelim. En sonuncusu için Bunu hareket ettiren şey nedir? diye düşündüğümüzde ilk vagona kadar onu nedenlere bağlayabiliriz. İlk vagondan da makine bölümüne geçebiliriz. Artık Makine bölümünü hareket ettiren nedir? diye sormak saçma olur. Zira o kendinden hareketlidir. Onun önünde hareket eden, ettiren bir cisim aramak doğru değildir. Yüce Allah (c.c.) da varlık dünyasını yoktan var etmiştir. Bütün doğa yasaları sonunda O nun gücüne ve kudretine bakar. Gerek varlık dünyasında gerekse doğa yasalarında ilk neden Allah a (c.c.) dayanır. Allahın (c.c.) varlığı ve sıfatları için Kendi sinden başka bir dayanak, güç ve kudret aramak tıpkı tren vagonlarının önündeki makine bölümünün önünde başka bir çekici güç aramak gibi saçma bir şeydir.



f. Vahdaniyet: Allahın (c.c.) vahdaniyeti (bir oluşu) mantıkla, evrendeki, yeryüzündeki, canlı ve cansız varlıklardaki pek çok ayetle kavranabilecek bir gerçekliğe sahiptir. Bu açıdan diğer zati sıfatlarından ayrılır. Allah (c.c.) vahdaniyetini insanlar doğru yolu bulsunlar, hak dine girsinler diye adeta gözler önüne sermiştir.



Her birimizin yüzünde aynı organlar bulunmaktadır. Allah (c.c.) bununla her yüze yaratıcılarının tek olduğu (el-Vahid) imzasını vurmuştur. Ayrıca her yüzde diğer yüzden ayrılan özellikler bulunmaktadır. Bu küçük farklılıklar nedeniyle tıpkı aynısı iki yüze dünyada rastlanamaz. İkizlerde bile durum böyledir. Allah (c.c.) bu küçük nüanslarla da eşsiz ve benzersiz olma (el-Ahad) mührünü insanın yüzüne vurmuştur. Aslında bu durum tüm canlı varlıklar için de geçerlidir.



Allahın (c.c.) tek oluşuna her varlık kendi hal diliyle tanıklık etmektedir. Evrendeki düzen, varlıkların biçimlerindeki uyum, yaratıcının tek olduğunu kanıtlamaktadır. Çünkü pek çok ilahın olduğu bir yerde mutlaka mücadele ve rekabet de olacaktır. Bunun sonucu olarak pek çok ilahın evrendeki düzeni anarşiye, varlılardaki uyumu da kaosa sürüklemesi gerekirdi. Böyle olumsuz şeyler söz konusu olmadığına, yani evrende herkesin tanıklık ettiği bir düzen, varlıklarda gözle görülür bir uyum olduğuna göre Allahın (c.c.) tek olduğu gün gibi açıktır.



Allahın (c.c.) vahdaniyetinin, diğer zati sıfatlarına göre insanın ölümden sonraki ahiret yurdunda ebedi ödül yada ceza görmesinde önemli bir sınav konusu olması da dikkati çeker. Allah (c.c.) insanın Kendi sinin bir oluşunu kavramasını istemiştir. Kendi sine başka bir varlığı şirk koşmasını kesinlikle yasaklamıştır. Allah (c.c.), Kuran-ı Kerim de şirk dışında kalan diğer günahları affedebileceğini de belirtmiştir. Şirki en büyük günah olarak kabul etmiştir. Allah a (c.c.) şirk koşanlar ebedi cehennemle uyarılmıştır.



Allahın (c.c.) vahdaniyeti (tek oluşu) insanların aynı ebeveynin evlatları gibi toplumsal yaşamda ve kanun önünde bir ve eşit oluşu anlamına gelmektedir. Şirk ise toplumsal yaşamda ve kanun önünde eşitsizliği ve ayrımcılığı temsil eder.



2. Allahın (c.c.) Sübuti Sıfatları:

Allahın (c.c.) sübuti sıfatları şunlardır:

a.tab Hayat: Allahın (c.c.) diri olmasıdır.



b.tabİlim: Allahın (c.c.) her şeyi ezelde bilmesidir.



c.tabİrade: Allahın (c.c.) yapmak istediği her şeyde özgür ve bağımsız olmasıdır.



d.tab Kudret: Allahın (c.c.) her şeye gücünün yetmesidir.



e.tab Semi: Allah (c.c.) her şeyi işitir.



f.tab Basar: Allah (c.c.) her şeyi görür.



g.tab Kelam: Allah (c.c.) organa, sese ihtiyaç duymaksızın konuşur.



h.tab Tekvin: Allah (c.c.) yoktan yaratır.



Allahın (c.c.) sübuti sıfatları zati sıfatları gibi gerçekliğin ötesinde değildir. Mantıkla rahatlıkla kavranabilmenin yanında duyu organları yoluyla gerçeklikle de karşılaştırılabilir.



Bu sıfatların önemli bir kısmı belli bir nitelikte ve nicelikte olmak üzere insanda da bulunmaktadır. Oysa zati sıfatlar sadece Allah a (c.c.) özgüydü. Sübuti sıfatların bazılarının belli bir nitelikte ve nicelikte insan üzerinde bulunmasını yanlış anlamamak gerekir. Zira bu konuda ufacık bir hata insanın itikadını (inançla ilgili ilkelerini) bozmaya yeterlidir. Allah (c.c.), bu sübuti sıfatlara bizim mahiyetini anlayamayacağımız, nitelikten ve nicelikten yoksun bir biçimde sahiptir.



a. Hayat: Allah (c.c.), hayat sahibidir. Diridir. Hayat sahibi yani diri olmak, bütün canlı varlıklar için de geçerli bir durumdur. Ama biz canlı varlıklar için hayat sahibi olmak demek, uyumak, hastalanmak, yaşlanmak ve ölmek anlamlarına da gelir. Daha doğrusu hayatın içinde yada sonunda uyku, hastalanma, yaşlanma ve ölme gibi dönemler yada aşamalar da vardır. Oysa Allah (c.c.) böyle şeylerden uzaktır. O değişim, dönem ve aşama gibi evrelerden münezzeh (uzak) olarak hayat sahibidir. O nun hayatının başlangıcı (kıdem) düşünülemeyeceği gibi sonu (beka) da tasarlanamaz. Allah (c.c.) ezeli ve ebedi olarak diridir. Ayrıca O canlı varlıklarda olduğu gibi uyku, hastalık, yaşlanma, ölüm gibi zafiyet ve eksiklerden de uzaktır. O, hiçbir değişim, dönem, aşama ve zayıflık geçirmeden diridir.



Evrenleri yoktan yaratan Allahın (c.c.) diriliği nerede, topraktan yaratılan insanın diriliği nerede? Bunları birbiri ile karşılaştırmak bile bir küstahlıktır.



b. İlim: Allah (c.c.), ilim (bilgi) sahibidir. Daha henüz evren ve insan yaratılmadan önce de O her şeyi biliyordu. O nun ilmi ezel ve ebedi kuşatıcıdır. Her insanın kaderi ezelde O nun ilminde vardı. Hatta bir insanın nefeslerinin sayısını, yaşamındaki hadiselerini, ahirettte nasıl bir muameleye tabi olacağını ve nereye gideceğini de biliyordu. Yaşamındaki en ufacık ayrıntı bile O nun ilmi dahilindeydi. Ama Allah (c.c.) bu ilmini insanın kısmi (cüzi) iradesiyle doğru yada yanlış yolu seçmesinde mecbur (zorunlu) tutmamıştı. İnsanı da doğru ile yanlışı ayırabilecek bir ilim sıfatı ile donattıktan sonra kısmi irade ile özgür bırakmıştı, fakat bu bedele karşılık her seçiminde sorumlu tutmuştu.



Allahın (c.c.) ilim sıfatı her türlü eksiklikten ve kusurdan uzaktır. İnsan sınırlı olanakları ile bazen yanlış şeyler öğrenir. Bazen de öğrendiği doğru şeyleri unutur. Her zaman da bilmediği pek çok şey vardır. Allah (c.c.) insana özgü olan bu kusurlardan ve eksiklerden uzak olduğu gibi mutlak anlamda da ilim sahibidir. O nun ilminde ne bir eksiklik ne de bir kusur vardır. Her şeyi ilmine göre yarattığı gibi ilmiyle de her şeye her an tasarruf etmektedir. Onları egemenliği ve kontrolü altında bulundurmaktadır. Ağacından düşen bir yaprak bile O nun ilminde yer aldığı gibi O nun izni ve yaratması ile de bu eylemini gerçekleştirmektedir.



Allah (c.c.) ilim sıfatı ile insana varlık öe2leminde büyük bir üstünlük vermiştir. Hayvanlardan ilim öğrenme yönümüzle ayrılırız. Hatta Allah a (c.c.) yakın olan melekler bile insana tanınan bu manevi makama gıpta ile bakmışlardır. Çünkü melekler akıl sahibi varlıklar olmasına karşın onların tüm bilgileri Allahın (c.c.) kendilerine öğrettiği şeylerden ibarettir. Onlar yeni şeyleri kendi yetenekleri ile öğrenemezler. Oysa insan öğrendiği bilgiye bilgi katacak, bilgisini sürekli geliştirecek özelliklere uygun olarak yaratılmıştır.



Evrenleri yoktan yaratan Allahın (c.c.) ilmi nerede, topraktan yaratılan insanın ilmi nerede? Bunları birbiri ile karşılaştırmak bile bir küstahlıktır.



tab c. İrade: Allah (c.c.), mutlak anlamda irade sahibidir. O dilediği şeyi yaratmada özgür ve bağımsızdır. Kimse O nu yargılayamayacağı gibi O nun mutlak iradesi karşısında itiraz etmeye de güç ve takat bulamaz. Her şey ister istemez Allahın (c.c.) mutlak iradesine boyun eğmiştir. Yalnız Allah (c.c.) cin ve insan sınıfına verdiği kısmi irade ile yaşam biçimini seçme özgürlüğü tanımıştır. Dileyen kişi Allahın (c.c.) dinini seçer, onu yaşam biçimi edinir; dileyen kişi de ona karşı gelir, nefsinin, arzularının yolunu tutar, onları ilahlaştırır, sadece onlara doyum sağlama gibi kısır, yaratılış amacından uzak bir yaşam biçimini sergiler. Tabii Allah (c.c.) cin ve insan sınıfına verdiği bu kısmi irade ile onları sorumlu da tutmuştur, ebedi ahiret yurdunda seçtikleri yaşam tarzından dolayı onları hesaba çekecektir. Allah (c.c.) Kendi iradesine uygun bir hayat biçimini yaşayanlardan ahirette razı olarak onları cennetle ödüllendirecek, peygamberleri aracılığı ile gönderdiği dinlerin emir ve yasaklarına aykırı bir yaşam biçimine sapanları da gazaba gelerek cezalandıracaktır.



Allah (c.c.) bir şeyi irade ettiği (dilediği) zaman o şeye Ol! der, o da hemen oluverir. İnsanın dilemesi ise sınırlıdır. Allah (c.c.) dilemedikçe de insan dileyemez. Ama yine de Allah (c.c.) insana bizim mahiyetini (içeriğini, özelliklerini) pek kavrayamadığımız bir özgürlük de vermiştir. İnsan kendisine tanınan bu özgürlükten ötürü yaptıklarından sorumlu tutulmaktadır. Aslında yaşamımızdaki tüm olaylara kuşbakışı baktığımızda bunlarda bize tanınan kısmi iradenin ne kadar küçük bir rol oynadığını (yani sadece belli belirsiz bir niyet olduğunu,) görürüz. Örneğin bir arkadaşımız bizden biraz borç para istedi. Ama bizim niyetimiz arkadaşımıza borç para vermemek yönündedir. Bunu da bir irade olarak göstermek istiyoruz. Böyle basit bir olayı enine boyuna incelediğimizde kısmi irademizin boyutunu da daha yakından kavramış olabiliriz. Arkadaşımızın bizden borç para istemesini arzulamadığımızı belirtmiştik. Ama bir zamanlar biz ondan borç para almıştık. Bu durumda bizim de ona borç para vermemiz gerekmektedir. Çünkü vicdanımızda bu yönde bir baskı hissettiğimiz gibi arkadaşımız imalarıyla bize bu konuda manevi bir yaptırım da uygulamaktadır. Ayrıca yakın çevremiz de bizi borç para verme yönünde zorlamaktadır. Elimizde de yeterli para varsa borç para vermek dışında başka bir seçeneğimiz kalmayabilir. Hele hele o arkadaşımız bizim yeterli paraya sahip olduğumuzu da biliyorsa bu konuda elimiz kolumuz bağlanabilir. İstemediğimiz halde, yani irademiz dışında kalarak arkadaşımıza borç para verebiliriz. Oysa gönlümüz bu işi hiç onaylamamıştı ve arkadaşımıza borç parayı uygun görmemişti. İşte yaşamımızdaki her olayı böyle inceden inceye irdelediğimizde gerçekte insanın çoğu kez iradesi dışında kalan güçlere yenik düşerek hareket ettiğini görürüz. Oysa yüce Allahın (c.c.) iradesi böyle bir zayıflık ve kusur içermez. Allah (c.c.) mutlak anlamda bir irade sahibidir.



Allahın (c.c.) insana kısmi irade vermesi de O nun kudretinin büyüklüğüne ve yüceliğine bir işarettir. İnsan bilgisayar yapabilmekte, bu yolla zihnin bilgiyi hafızada tutma işlemini maddeye, tekniğe en mükemmel şekilde yansıtmaktadır. Hatta bu özellik bilgisayarda insandan daha ileri bir derecede bulunmaktadır. Zira insanlar unutkanlık ile genellikle bilgiyi yitirme, değiştirme gibi olumsuz bir durumla karşılaşırken teknik bir arıza olmadan bilgisayarda bilgi yitirilmeden, değişmeden kalmaktadır. Robotlarla da günlük bazı işler giderilmeye çalışılmaktadır. Ama robotlar bilgisayarlar kadar geliştirilmiş ve yaygınlaştırılmış değillerdir. Bilim kurgu filmlerinde insanın robotlarla ilgili bir kaygısı çokça konu olarak işlenmiştir: Gerçi henüz insanda olduğu gibi irade sahibi bir robot icat edilmiş değildir. Robotlar bilgisayarların bir uzantısı olarak işlem görmekteler, kendilerine yüklenen program dahilinde iş yapmaktadırlar. Bağımsız karar alma, aldığı kararı özgürce uygulama gibi yeteneklere sahip bulunmamaktadırlar. Buna karşın bu bilim kurgu filmlerinde böyle insan gibi irade sahibi robotlar tasarlanmıştır. Bu filmlerde değişmeyen çatışma, bu robotların bazılarının imalat hatası olarak insan için bir tehlikeli silaha dönüşmeleridir. Bunları yok etme de filmin baş kahramanına düşen bir görev olmaktadır. Şimdi bizler de kendimizi bu robotların yerine koyarak yüce yaratıcımız katında nasıl bir rol oynadığımızı, yaratılış amacına hizmet edip etmediğimizi bir düşünelim. Görürüz ki yüce Allah (c.c.) mutlak iradesiyle bizlere tam olarak hakimken, bizi her an öldürebilecekken kısmi irademizi kullanmamıza izin vermiştir. Kendisine itaat edip etmeme konusunda bizlere seçenek sunmuştur. Kısmi irademize aleyhine de olsa saygı göstermiştir. Günah işlediğimizde sabır gösterip tövbe etmemiz için imkan tanımıştır.



Evrenleri yoktan yaratan Allahın (c.c.) iradesi nerede, topraktan yaratılan insanın kısmi iradesi nerede? Bunları birbiri ile karşılaştırmak bile bir küstahlıktır.



d. Kudret: Allah (c.c.), sınırsız kudret (güç) sahibidir. Allahın (c.c.) kudret sübuti sıfatı gözler önünde olan şeylerde bile insana büyük bir dehşet duygusu verir. Oysa cennet ve cehennem gibi gerçekleri ile de biliyoruz ki, aslında bütün yaratılmış olan şeyler henüz gözlerimizin önünde değildir.



Allah (c.c.) yoktan evreni ve içerisindeki yıldızları, gezegenleri yaratmıştır. Koyduğu kanunlarla bu yıldız ve gezegenler evren boşluğunda kendilerine özgü hareketleri yaparak dengede durmaktadırlar. Bunları hayal dünyamızda canlandırmamız bile Allahın (c.c.) sınırsız kudreti hakkında bir fikir verebilir sanırım. İnsanın kendi yaratılışı üzerinde düşünmesi de Allahın (c.c.) kudretini anlamayı sağlayabilir. İki ayağı üzerinde dimdik duran insanoğlu bu ayırıcı özelliğiyle diğer memelilere göre daha üstün bir biçimde yaratıldığını adeta kanıtlamaktadır. Zekası ile doğayı anlaması, ona hakim olması, teknik araçlarla ondan en azami bir biçimde yararlanması görünüşte insana ait bir kudret olsa da gerçekte Allahın (c.c.) kudretine işaret eden birer ayetleridir. Çünkü nihayetinde insana verilen kudreti de yaratan yüce Allah tır. Öyle ise asıl kudret sahibi olan ancak Allah tır.



İnsandaki kudret, Allahın (c.c.) iradesiyle kendisine verilmiş ödünç bir enerjidir. Örneğin elimizi havaya kaldırmamız bize verilen bir kudretle gerçekleşmektedir. İrademiz elimizi havaya kaldırma yönünde bir karar aldığında Allah (c.c.) verdiği kudretle bu eylemi gerçekleştirmektedir. Bu işte bize ait olan kısım, sadece elimizi kaldırma isteğidir. Yani bir niyettir. Bu isteğin gerçekleşmesi için gerekli olan enerji ve eylem Allah (c.c.) tarafından yaratılmaktadır. Çünkü Allah (c.c.) mutlak anlamda irade sahibi olduğu gibi mutlak anlamda güç sahibidir de. Allah (c.c.) bu konuda öz olarak şöyle demektedir: Sizi ve yaptıklarınızı Allah yarattı (Saffat suresi, ayet 96) .



Allah (c.c.) sadece henüz yıldızlarının ışığı dünya yaratılalı beri bize ulaşamamış bu büyük evrenin değil başka, mahiyetlerini bilemeyeceğimiz, hayallerini bile kuramayacağımız evrenlerin de yaratıcısıdır. O nun gücüne bir kayıt ve son düşünülemez.



Evrenleri yoktan yaratan Allahın (c.c.) kudreti nerede, topraktan yaratılan ve üstelik Allah tan (c.c.) ödünç olarak alınan insanın gücü nerede? Bunları birbiri ile karşılaştırmak bile bir küstahlıktır.



e. Semi: Allah (c.c.), her şeyi işitendir. O nun işitmesi için kulaklara ve sese ihtiyacı yoktur. Bir fısıltının bile anlamı ona gizli kalmaz. Hatta O kalplerde geçen niyetleri bildiği gibi zihinlerde geçen ve henüz sese dönüşmemiş düşünceleri de anlar. Oysa insanın işitebilmesi için konuşmanın anlaşılır bir dille ve belli bir frekans aralığında yapılması gerekir.



Allahın (c.c.) gönlündeki niyetleri ve zihnindeki düşünceleri bilmesine karşın insanın O nun hoşuna gitmeyecek şeyleri yapmak istemesi, O nun razı olmadığı ve öfkelendiği düşünceleri kafasında geçirmesi ne büyük bir bahtsızlıktır.



Evrenleri yoktan yaratan Allahın (c.c.) işitmesi nerede, topraktan yaratılan insanın Allahın (c.c.) gücü ve yaratmasıyla işitmesi nerede? Bunları birbiri ile karşılaştırmak bile bir küstahlıktır.



f. Basar: Allah (c.c.) her şeyi görendir. O nun görmesi için gözlere ve ışığa ihtiyacı yoktur. Karanlık bir gecede siyah taşın üzerindeki siyah karıncanın ayaklarını da görür. Hatta insanın göremediği kapalı şeylerin içerisindekiler de O nun için apaçıktır. Oysa insanın görebilmesi için yeterli ışık miktarı ile nesnenin gözler önünde bulunması gereklidir.



Allahın (c.c.) her şeyi gördüğünü bildiği halde insanın O nun hoşlanmadığı ve öfkelendiği şeyleri yapması ne büyük bir bahtsızlıktır.



Evrenleri yoktan yaratan Allahın (c.c.) görmesi nerede, topraktan yaratılan insanın Allahın (c.c.) gücü ve yaratmasıyla görmesi nerede? Bunları birbiri ile karşılaştırmak bile bir küstahlıktır.



g. Kelam: Allah (c.c.), konuşur. Ama O nun konuşmasının hiçbir organa, dile, sese ihtiyacı yoktur. Allah (c.c.) mahiyetini bilemeyeceğimiz bir biçimde konuşur.



İnsanlara doğru yolu göstermesi için indirilen kutsal kitaplarında bizim anlayabileceğimiz ses ve harfleri kullanmıştır. Kuran-ı Kerim O nun ezeli sözüdür. Kuran-ı Kerim bizler gibi mahluk (yaratılmış) değildir.



Allah (c.c.) Hz. Musa Aleyhisselöe2m ile mahiyetini anlayamadığımız bir tarzda konuşmuştur. Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Miraç gecesi hem Allah la (c.c.) konuşmuş hem de O nu görme şerefine erişmiştir.



Kuran-ı Kerim i okuyan Allah la (c.c.) sohbet etme nimetine erer. Kuran-ı Kerim anlamını bilmeden okunduğunda da manevi feyizlerini verir.



Kuran-ı Kerim Levh-i Mahfuz dan indirildiği için onda her şey temsil yoluyla, yada bir prototip (küçük örnek, model) olarak mevcuttur. Kuran-ı Kerim bütün yaratılmışları, olgu ve olayları kapsayan mucizevi bir kitaptır. Allahın (c.c.) ezeli ilim, irade, kelam sıfatlarının tecellisidir.



Evrendeki, yeryüzündeki, insandaki her şey Allahın (c.c.) birer ayetidir. Allah (c.c.) bunlarla insanlara çeşitli mesajlar verir. Allahın (c.c.) evrendeki ve insan üzerindeki en büyük ayetlerinden birisi uyuma, uyanma; gece, gündüzdür. Allah (c.c.) bu ayetleri ile ölüme benzeyen gece ve uykuyla bu dünyaya bir gün veda edeceğimizi; tekrar dirilme (haşir) gibi olan uyanma, gündüz ile de ahiret hayatımızın başlayacağını bizlere yaşatarak her gün anımsatmaktadır. Aynı mesajı mevsimler yılda bir kez görsel ve tensel duyularımıza seslenerek bizlere bir başka açıdan yine sunmaktadırlar. Allah (c.c.) tekrar dirilme olayını sadece kutsal kitaplarındaki ayetleriyle bizlere vermekle yetinmemiş, ayrıca evren ve insan gerçekliğine de sözünü ettiğimiz, anlaşılır bir dille ilgili olgu ve olayları yaşatarak işlemiştir.



İnsanoğlu Allahın (c.c.) varlığını inkar etmeye pek güç yetiremese de Allahın (c.c.) kendisi ile kutsal kitapları aracılığıyla iletişim kurduğunu, emir ve yasaklarını bildirerek onun yaşamını biçimlendirmek istediğini görmek, tanımak istemez. Kuran-ı Kerim e yaşamında hak ettiği yeri vermez. Oysa eşinden, dostundan gelen bir mektubu defalarca kez okur, onu iyi bir yerde de saklar. Kendisini yoktan var eden ve öldürdükten sonra da diriltip ödül ve ceza için hesaba çekecek olan Allahın (c.c.) mektubuna (yani Kuran-ı Kerim e) düşman kesilir yada ilgisizlik gösterir. Onun -haşa- çağ dışı olduğunu/eskidiğini düşünür, söyler.



tab Evrenleri yoktan yaratan Allahın (c.c.) konuşması nerede, topraktan yaratılan insanın Allahın (c.c.) gücü ve yaratması ile konuşması nerede? Bunları birbiri ile karşılaştırmak bile bir küstahlıktır.



h. Tekvin: Allah (c.c.) her şeyi yaratır. Allah (c.c.) bütün evreni yoktan var etmiştir. Yaratırken de maddeye ihtiyacı olmamıştır. Kendisinden de hiçbir şey eksilmemiştir. O yokluğa Ol! emrini vermiş ve iradesi ile yaratmak istediği her şey zahmet çekmeden meydana gelmiştir. Allahın (c.c.) sınırsız gücü her şeyi yaratmaya kadirdir. O nun için yoktan yaratmada hiçbir zorluk ve sıkıntı yoktur.



Ehl-i sünnetin itikadi (inançla ilgili ilkeler) mezheplerinden birisi olan Maturidiler, Allahın (c.c.) sübuti sıfatlarından birisi olan tekvini ayrı ve bağımsız bir sıfat olarak kabul ederken; yine Ehl-i sünnetin itikadi mezheplerinden birisi olan Eş ariler ise, Allahın (c.c.) kudret sıfatının bir parçası olarak alırlar ve müstakil bir sıfat olarak düşünmezler.



Allahın (c.c.) yaratma sübuti sıfatı insanın her eylemini de kapsamaktadır. Öyle ki insanı ve yaptıklarını yaratan Allah tır (bk. Saffat suresi, ayet 96). Görünüşte insana ait olan bütün eylemleri aslında Allah (c.c.) yaratmaktadır. İnsanın yürümesi, ellerini kaldırması, konuşması, yemek yemesi, düşünmesi, görmesi, işitmesi hep Allahın (c.c.) yaratması ile meydana gelmektedir. Kuşkusuz bu düşünce ile insanın kısmi iradesini ortadan kaldırmak da doğru değildir. Allah (c.c.) insanın niyetlendiği kötü eylemleri de yaratır, ama bunlardan razı olmaz. Yaratma eylemi Allah a (c.c.) ait olduğu için çoğu kez insanın niyetlendiği kötü şeyleri merhametinden gerçekleştirmez. Böylelikle insana bir çeşit ihsanda bulunur. İnsan her ne kadar bu eylemleri kendisi yaratmasa da gönlünden geçirdiği bir niyetle sahiplenmektedir. Ayrıca bu niyetle de bu eylemlerden sorumlu tutulmaktadır. Ahirette bunun için de hesaba çekilecektir.



İnsanda ne güç ne de yaratma işi vardır. Güç ve yaratma işi Allah a (c.c.) özgü şeylerdir. Ama insan Allahın (c.c.) gücü ve yaratmasıyla bir şeyler yapabilir. Örneğin uçak yapmayı düşünebilir. Ama ne uçağın maddesini kendisi yoktan yaratmıştır ne de uçağın uçmasını sağlayan doğa yasalarını. Bunlar Allah a (c.c.) ait şeyler olduğu gibi o kişinin uçak tasarısını eyleme geçirmek için gerekli tüm insan ve araç enerjisini ve eylemlerini de Allah (c.c.) yaratmıştır. Böyle birinin uçağı kendisinin yaptığını söylemesi örfi (geleneksel) bir durumdur. Günlük dilde fiillerin insana nispet edilmesi yaratma yönüyle değil kazanç/sorumluluk (kesb) yönüyle doğru kabul edilir. Bu nedenle doğal karşılanır. Ayrıca insanın böyle konuşmasında da dini açıdan bir sakınca görülmez. Örneğin Yürüdüm, ellerimi kaldırdım, konuştum, resim yaptım gibi ifadeler, gayet doğal ve dini açıdan herhangi bir sakıncası olmayan sözlerdir.



Bir insanın başarısını Allah a (c.c.), kötü ve çirkin fillerini de kendisine yada şeytana bağlaması edep gereğidir. Örneğin Allahın (c.c.) izni ile birinci oldum, Allahın (c.c.) yardımı ile sınıfımı taktirle geçtim; nefsimin esiri olarak o günahı işledim, nefsimin gafletiyle ihmal ettim, şeytana uyarak yaptım gibi. Bazı kişilerin yaptıkları suçları kadere havale etmeleri Allah a (c.c.) bir hakaret anlamı taşımaktadır. Bu yüzden kader mahkumu gibi ifadeleri kullanmamak gerekir.



Allah (c.c.) ile sanatçı arasında yaratma ile meydana getirme yönü ile bir koşutluk kurulabilir. Allah (c.c.) yarattığı evren ve varlıklarla kendi isim ve sıfatlarını göstermiştir. Sanatçı da eseriyle kendi öz yaşamını ve iç dünyasını ölümsüz kılmak ister. Ama Allah (c.c.) eserlerini bir örnek olmaksızın yoktan var ederken sanatçı her zaman bir örneğe ve çeşitli malzemelere muhtaçtır. Bazen sanatçılar için yaratıcı, eserleri için de yaratma sıfatları kullanılmaktadır. Bu elbette büyük bir yanlışlıktır. Zira sanatçı ancak öz yaşamını ve iç dünyasını eserine yansıttığında büyük olma onuruna erişmektedir. Meydana getirdiği şeyler de önceden yaşanmış yada oluşmuş şeylerdir, esere yansımaları ile yeniden yaratılmış değillerdir. Zaten bu büyüklüğe ermemiş kişilere de sanatçı denmeyeceği açıktır. Sanatçının eserlerine bir yaratma eylemi olarak bakmamalıdır. Bunun için sanatçı ve eseri için yaratıcı ve yaratma gibi sıfatlar yerine oluşturma ve meydana getirme gibi daha yerinde sözcükler kullanmak gerekir.



Evrenleri yoktan yaratan Allah (c.c.) nerede, topraktan yaratılan insanın Allahın (c.c.) gücü ve yaratması ile bir şeyler oluşturması yada meydana getirmesi nerede? Bunları birbiri ile karşılaştırmak bile bir küstahlıktır.