BURS

BURS

YESEVİYYE TARİKATI

Ahmed Yesevi'nin Tarikatı ve Etkileri



                    [Resim]

Ahmed Yesevi Türklüğün manevi hayatındaki büyük yerini, sadece bazı tasavvufi şiirler yazmakla kazanmamıştır. Ahmed Yesevi'nin önemi İslam'ın Türkler arasında yayıldığı asırlarda, Türkler arasında geniş ölçüde yayılma imkanı bulan ilk tasavvufi ekolü oluşturarak bütün dünyada yaşayan Türk soyundan insanların gönül tahtında asırlarca hüküm sürmesinden kaynaklanır. Hoca Ahmed Yesevi’nin büyük manevi tasarrufu ile yayılan ve asırlarca yaşayan Yeseviyye tarikatı bir Türk tarafından ve Türkler arasından kurulmuş olan ilk tarikattır.
               Bu tarikat Türklüğün sadece gönül gözünü ışıtıp, ruhunu manevi zevklerle süslemekle kalmamış, Türklüğe asırlar boyu yeni hedefler ve fetihler nasib eden bir yol gösterici olarak tesirini bugüne kadar ulaştırmıştır. Ahmed Yesevi’nin Türk yurtlarında kendinden önce ve sonra benzeri görülmedik kalıcı bir tesir bırakmasında en az "hikmet"leri kadar önemli olan bir unsur da yetiştirdiği ve Türk dünyasının dörtt bir tarafına gönderdiği öğrencileridir. Bu hayırlı halefleri her yerde Ahmed Yesev’nin telkinleri doğrultusunda bir irşad faaliyetini sürdürerek bulundukları dünyasında İslam etrafında şekillenen ortak bir inanç ve ruh ikliminin hakim olmasına vesile olmuştur.
        Hoca Ahmed Yesevi'nin tarikatını devam ettiren ilk halifelerinin menkıbeleri çeşitli tasavvuf tarihi eserlerinde yer almaktadır. Ahmed Yesevi’ nin ilk halifesi Arslan Baba’nın oğlu Mansur Ata'dır. Mansur Ata’ dan sonra yerine oğlu Abdülmelik Ata, sonra da onun oğlu Tac Hoca geçmiştir ki, bu ünlü Yesevi şeyhi  Zengi Ata'nın babasıdır. Üçüncü halife Süleyman Hakim Ata Ahmed Yesevi’ nin Türkler arasında en tanınmış halifesidir. Rivayete göre Satuk Buğra Han'ın kızı Anber Ana ile evli olan Hakim Ata, daha çok Türkistan'ın Harezm'de bölgesinde halkı irşad ile uğraşmış ve ölümünden sonra Akkurgan’daki türbesine defnedilmiştir. Zengi ata da Hoca Ahmed Yesevi'nin ünlü    halifelerinden biri olarak tanınmıştır. Zengi Ata'nın Taşkent yakınlarındaki kendi adı verilen Zengi Ata  kasabasındaki türbe ve külliyesi Özbekistan'ın en çok ziyaret edilen dini merkezlerinden birisidir.
         Hoca Ahmed Yesevi’nin soyundan gelen ve İslam dünyasının değişik yerlerinde yaşadıkları ve irşad faaliyetinde bulundukları kaydedilen tasavvuf alimlerinden bir kısmı çeşitli kaynaklarda zikredilmiştir. Bu kişiler arasında Semerkand alimlerinden Sadr-ı alem Şeyh, Ejderhan yakınlarında katledilen Baba Şeyh, Bağdat-Kazvin arasındaki Gürgan'da yaşayan Şeyh Muhammed Dem Tiz bin Ahmed Yesevi, Keşmir'de medfun bulunan Hoca Hafız Ahmed Yesevi en-Nakşbendi isimlerine rastlanmaktadır. Bu kişilerin Ahmed Yesevi'nin kızı Gevher Şehnaz’dan gelen bir soy kütüğüne sahip olmaları muhtemeldir.
           Ünlü Osmanlı gezgini Evliya Çelebi de Hoca Ahmed Yesevi’nin soyundan geldiğini seyahatnamesinde belirtmiştir. Evliya Çelebi, ayrıca gezdiği yerlerde rastladığı Yesevi dervişlerine ait makamları da eserinde kaydetmiştir. Bu derviş-gaziler arasında Deliorman’daki Demirci Baba, Niyazabad'daki Avşar Baba, Merzifon’daki Pir Dede,Karadeniz kenarında Batova’daki Akyazılı, Bursa’daki Geyikli Baba, Abdal Musa, İstanbul Unkapanı’ndaki Horoz Dede, Bozok Sancağı Yozgat'taki Emir Çin Osman, Tokat merkezindeki Gaj-Gaj Dede ve Zile ilçesindeki Şeyh Nusret Evliya Çelebi’nin tesbit edebildiği Yesevi dervişleridir. Ancak bunlardan hiçbirisi Nevşehir’de yerleşen Hacı Bektaş Veli kadar ün kazanmamıştır.
        Rumeli’nin fethinin manevi öncüsü olan Sarı Saltık da asıl adı Muhammed Buhari olan bir Yesevî dervişidir. Evliya Çelebi, Sarı Saltık'ın Karadeniz kıyısında Romanya’nın Silistre bölgesindeki türbesini ziyaret ettiğini belirtmiştir. Sarı Saltık için yapılan bir makam ise İstanbul Boğazı’nın Rumeli yakasındaki Rumeli Feneri'nde yer almaktadır.
       Yeseviyye tarikatı, önce Seyhun nehri havzasında Taşkent ve çevresinde yerleştikten sonra, Aral gölünün güneyindeki Harezm bölgesine yayılmış, aynı zamanda Seyhun ile Ceyhun nehrinin sınırlarını çizdiği Mâveraünnehr'de geniş bir kitleye yayılmıştır. Diğer taraftan Türkistan'ın kuzeybatı bozkırlarından Kıpçak lehçesinin hakim olduğu İdil-Ural bölgesine uzanan Yeseviyye tarikatı, Pir-i Türkistan'ın işareti ile yola çıkan dervişleri tarafından Horasan, Azerbaycan ve Anadolu ya kadar ulaşmıştır. Tarihi gelişim sonucu Nakşbendiyye tarikatının daha yaygın hale geldiği XV-XVI. yüzyıllara kadar Türkistan ve Horasan’ın hemen her yerinde hatta Keşmirde, Kâbilde, İstanbul'da, Temeşvar’da, Hicaz'da Yesevi dervişlerine rastlanmaktaydı.
         Ahmed Yesevi’in esaslarını belirlediği Yeseviyye tarikatı, daha sonra Türkistan ve Anadolu’da gelişecek olan başta Nakşbendiyye olmak üzere Kübreviyye, Çiştiyye gibi diğer büyük tasavvuf ekollerini de derinden etkilemiştir. Nakşbendiyye tarikatının, Hoca Ahmed Yesevi ile irtibatı Muhammed Bahaüddin Buhari veya kısaca "Şah-ı Nakşbend" namı ile tanınan tarikatın Pirinin Yesevi şeyhlerinden "Kasem Şeyh" ve Halil Ata ile bir süre birlikte olarak feyz almasına dayanır. Şah-ı Nakşbend'in devrin hükümdarı olan Halil Ata'nın yanında zahiren hükümdarın hizmetinde geçen altı yıl boyunca feyz ve süluk yolunda büyük mesafeler katettiği kendilerinden rivayet edilmiştir. Şah-ı Nakşbend'den sonra Nakşbendiyye tarikatı, Türkistan Türkleri arasında çok yayılmış, daha önce gelişen Yeseviyye tarikatının nüfuz sahasını bir anlamda daraltmıştır. Ancak genel çizgileriyle aralarında büyük farklılıklar bulunmayan bu tarikatlardan Nakşbendiyye'nin bütün Orta Asya ve daha sonra Afganistan, Hindistan, Kazan, Orta Doğu ve nihayet Anadolu’da çok geniş bir coğrafyada yayılıp benimsenmesi Yesevi dervişlerinin daha önceden bu iklimlerde yaptıkları faaliyete bağlı olarak kolaylaşmıştır.

Ahmed Yesevî’nin söz ve nasihatlarını ihtivâ eden en eski eser,
halîfesi Sûfî Muhammed Dânişmend’in Mir’âtü’l-kulûb adlı risâlesidir.
Ahmed Yesevî’nin menkıbelerini ihtivâ eden bulabildiğimiz en eski
eseri, İmâm Sığnâkî’nin risâlesidir.

MÜELLİF: İmâm Hüsâmeddîn Hüseyin b. Ali Sığnâkî (ö. 711/1311)

İmâm Sığnâkî, Cend ile İsficâb arasındaki Fârâb bölgesinde ve Sir
Derya kıyısında bulunan Sığnâk’ta doğmuştur[1]. Sığnâkî, h. 710
senesinde hac için çıktığı yolda Dımaşk’a uğradı. Vefât tarihi hakkında
710, 711 ve 714 tarihleri verilen Sığnâkî’nin Haleb’te vefât ettiği
kaydedilmektedir[2].

ESER: Menâkıb-ı Ahmed-i Yesevî
Risâle-i Hüsâmeddîn-i Sığnâkî ya da Menâkıb-ı Ahmed-i Yesevî bilinen
yegâne nüshası Taşkent’teki Özbekistan Fenler Akademisi Şarkiyat
Enstitüsü Kütüphanesi’ndedir (nr. 11084, vr. 11b-14a)[3]. Farsça olan
bu risâle Ahmed Yesevî ve Yeseviyye tarîkatı hakkında kendisinden sonra
yazılan eserlere kaynaklık etmiştir. Nitekim Âlim Şeyh’in Lemehât ve
Muhammed Şerîf’in Huccetü’z-zâkirîn adlı eserlerinde ondan nakiller
görülmektedir[4].

Yesevî’nin halk arasında şifâhî olarak anlatılan menkıbeleri,
muhtemelen ilk kez bu eserle kaleme alınmıştır[5].Ahmed Yesevî’nin 170
şeyhe hizmet edip onlardan icâzet almış olması, onun sohbetinde 22.000
müftünün bulunması gibi mübâlağalı hususlar menâkıb kitaplarında zaman
zaman görülebilmektedir ve halk muhayyilesinin ürünüdür. Öte yandan
Yesevî’nin, aralarında bir asırlık fark olan Yûsuf Hemedânî (ö.
535/1141) ve Şihâbeddîn Ömer Sühreverdî’nin (ö. 632/1234) her ikisinden
de icâzet almış olması târîhen zor görünmektedir. Eserde Ebû Ya’kûb
Yûsuf Hemedânî, Miftâhu’l-ulûm adlı eserin müellifi olarak
gösterilmiştir. Oysa Miftâhu’l-ulûm’un müellifi Ebû Ya’kûb Yûsuf b.
Ebîbekr es-Sekkâkî’dir (ö. 626/1228-29). Böyle bâriz hatalar,
Sığnâkî’nin pek müdakkik olmadığını göstermektedir.

Sığnâkî’nin eserinde aslen Ahmed Yesevî’nin amcası olan Arslân
Bâb’dan ve hum-i aşk (aşk küpü) kıssasından hiç bahsedilmemiş olması
câlib-i dikkattir. Ahmed Yesevî’nin Hâce Ârif Rîvgerî ile görüşmesi ise
Sığnâkî’nin eserine has bir bilgidir[6]. Yesevî’nin Kalenderîler ile
kırk sene seyahat ettiği ve çehâr darb vurduğu yani saç, sakal, bıyık
ve kaşlarını traş ettiği yolundaki bilgi ise hem Sığnâkî’nin eserine
has, hem de inanılması güçtür. Muahhar eserlerdeki ateş pamuk kıssası
Sığnâkî’nin risâlesinde de bulunduğu için îtimâda şâyândır.

* * *

Menâkıb-ı Ahmed-i Yesevî

TERCÜME
Bu risâle, Nihâye adlı eserin müellifi olan Mevlânâ Hüsâmeddîn Allâme-i Sığnâkî’nin eserlerindendir.
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
Biliniz ki, Şeyh Ahmed Yesevî 170 kâmil ve mükemmil pîre hizmet edip
icâzet, tarîkat ruhsatı ve ta‘lîmât almış, onların herbirinden hırka
giymiş, ayrıca cehrî zikir, semâ ve raks izni almışlardı. Uzun ömr-i
şerîfleri 130 ya da 126 sene idi. Doğan kuşları ve köpekleri vardı
(bunlar avcılıkta kullanılan hayvanlardır).

Şeyhulislâm Şeyh Şihâbeddîn Sühreverdî’den avâm halkın irşâd usûlünü
öğrenip, abdâllar zümresinden oldu ve çehâr darb vurdular (saç, sakal,
bıyık ve kaşlarını kestiler). Zâhirî ilimlerde İmâm Fahreddîn Râzî’nin
talebesi oldular. 73 ilimde ders verirlerdi. Ka‘be-yi muazzama’da 30
sene medresede istikâmet üzere (şer-i şerîfe muvâfık) bulundular. 40
sene Kalenderîler ile seyâhat edip, abdâllar, evtâd, Hızır ve İlyâs ile
arkadaşlık ettiler. Kendilerini Hızır (a.s) terbiye etti. Hâce
Abdülhâlik Gucdüvânî’nin arkadaşı idiler ve Baba Muhammed Hotenî ki ona
Baba Mâçîn derler, Hakîm Ata, Sûfî Dânişmend ve Hâce Dûgî
(rahimehümullah) gibi dört pîr-i kâmil ile Ka‘be’yi Gucdüvân’da tavaf
ettiler.
Birgün Hâce Ahmed Yesevî bir yemek pişirip Hâce Dûgî’ye buyurdular
ki: Gucdüvân’a gidin, Hâce Abdülhâlik’ten katık yiyecek (veya cacık)
getirin. Hâce Dûgî Gucdüvân’a ulaşmadan önce Hâce Abdülhâlik’ın
halîfesi Hâce Ârif Rîvgerî katık yiyecek getirip döndü. Dönüşte Hâce
Dûgî ile karşılaşıp Gucdüvân’a yöneldi. (Hâce Dûgî) dediler ki: Ârif’in
işi (hâli) benden üstün oldu.
Birgün Hâce Ahmed, Türk meşâyıhı ile Bâğ-ı Evliyâ denen bağda
oturmuşlardı. Dillerinden şu cümle döküldü: “Yiğit o kişidir ki
teveccüh eder de bağ raksa başlar”. Sadece bu sözü söylemekle bağ raks
etmeye başladı. Hâce Ahmed Yesevî dediler ki: Ben, (sadece) bir söz
söyledim, o raksa başladı. Bağın raksı hemen durdu.
Birgün Ferket’te iken Hâce Zekeriyyâ-yı Fâhir’in mezarını ziyâret
etmek istediler. Çünkü bu zât vefât etmişti. (Onlar giderken) Ferket
şehri de arkalarından geliyordu. Halîfe Ahmed (Yesevî) : “Hemen geri
dön” buyurdular. Hemen döndü.
Halîfe Ahmed’in sohbetinde 22.000 müftü, 60.000 seyyidzâde, 10.000
Hârizmli imamzâde, 10.000 âlim, 90.000 velî, 8.000 abdâl ve 12.000 avcı
(cânver endâz) vardı.
Tekkelerinde kadın erkek (birlikte) raks ederlerdi (zikir eşliğinde
semâ ederlerdi). Ansızın Arap (ülkeleri) yönünden bir cemâat kırk
dervişle birlikte geldiler. Halîfe Ahmed’e: “Kadın erkek zikir ve semâ
ediyorlar, bu nasıl olur?” diye sordular. Halîfe Ahmed bir ateşi pamuğa
sardı, kutuya koyup ağzını kapattı ve onların eline verdi. Onlar kendi
memleketlerine döndüler. Mısır’ın (bir) şehrinde, büyük câmide,
kalabalık bir insan topluluğu içinde (kutuyu) açtılar. Gördüler ki ateş
pamuğa zarar vermemiş hatta hiç tesir etmemiştir. Dediler ki: Hâce
Ahmed bize bir işâret verdi yani “bizim sohbetimizde kadın erkek işte
böyledir” (beraber olmaları gönüllerine zarar vermez) demek istedi.
Arap şeyhleri: “Halîfe Ahmed bizim pîrimizdir” dediler.
Oniki yaşında iken Halîfe Ahmed’in işi sona erdi (hâli kemâle erdi).
Birgün buyurdular ki: Ey dostlar! Mutlaka âdâba riâyet ediniz. Ben bir
edeb kusûrundan dolayı, pîrim Hızır (a.s) abdâllardan ricâda
bulunmasına rağmen, Arab’ın (ya da garbın) kutupluğundan düştüm ve
mahçup oldum. Halîfe Ahmed buyurdular ki: 170 pîre hizmet ettim. Son
pîrim Hz. Şeyhulislâm Sultânü’l-ârifîn Şeyh Şihâbüddîn Sühreverdî idi
ve hâlim onun sâyesinde kemâle erdi. Onlar, Avârif adlı eserin
müellifidirler.
Halîfe Ahmed Ka‘be-yi muazzamaya gitmeye niyet ettiler ve buyurdular
ki: “Yiğit o kişidir ki Ka‘be’yi bize getirir”. 400 veli, 400 kerâmet
ehli sûfî, 400 av köpeği, 400 at ile birlikte Gucdüvân’a ulaştılar.
Hâce Abdülhâlik, Hâce Ârif’e dediler ki: “Hâce Ahmed Mekke’ye doğru
yola çıktı, şu anda Gucdüvâna ulaşıyor, onu karşılamaya çıkın!” Hâce
Ârif hemen bir duvara binip gitti. Halîfe Ahmed’e, Hâce Abdülhâlik’ın
400 deve ve 400 ineği kesip ziyâfet verdiğini, Ka‘be’yi de Gucdüvân’a
getirip hazırladığını anlattılar. Sabahleyin Halîfe Ahmed tüm Türk
şeyhleri ile Ka’be’yi tavaf etti. Türk şeyhleri, kıyâmet gününde bizden
bir nişan olur diye o mahalle bir taş attılar. Bundan sonra Halîfe
Ahmed buyurdular ki: “Ey Hâce Abdülhâlik! Sizin öldürücü bir müridiniz
varmış. Söyleyin de onun hâlini görelim”. Hâce Abdülhâlik, Hâce Ârif’e
işâret ettiler. Hâce Ârif: “Onların canını mı sökeyim yoksa atlarının
canını mı”? dedi. Hâce Abdülhâlik: “Atlarının” buyurdu. Hâce Ârif
atlara doğru bir el çırptı. Dört (dörtyüz ?) atın hepsinin boynundan
kan aktı. Herkes: “Öldürücü imiş” dediler.
Ayrıca Halîfe Ahmed, Baba Mâçîn’i onunla sohbetten önce dövdüler.
Elini boynuna bağlayıp 501 kamçı vurdular. Baba Mâçîn’in koltuk
altından bir güvercin uçup gitti ve dünyayı terk etti. Baba Mâçîn
derviş olup Halîfe Ahmed’in halîfelerinden biri oldular.
Bir dervişin hâli o dereceye ulaşmıştı ki, onun bir merkebi vardı.
Türkistan kapısından Hoten kapısına kadar tezek yerine misk atardı.
Halîfe Ahmed onu satın aldı, kıyâmet gününe kadar senin nesline (vakf)
olsun diyerek arpa anbarını ona havâle etti.
Nakledilir ki, bir gecede Halîfe Ahmed’e 90 emîr (devlet yöneticisi)
geldi. Herbirinin yanında 13.000 kişi vardı ve Halîfe Ahmed’e bey’at
edip aynı gecede hepsi velî ve kâmil oldular.
Bir defasında Halîfe Ahmed buyurdular ki: Bizim, Hâce Abdülhâlik’ın,
Hâce Hasan Endakî’nin ve Abdullah Barakî’nin mânevî hâli, Hâce Yûsuf
Hemedânî’nin huzûrunda tamam oldu. Onlar (Hemedânî) Miftâhu’l-ulûm adlı
eserin müellifidirler. Onların mânevî hâli, Zü’l-Hayr’ın halîfesi olan
Şeyh Zü’l-Fadl’da tamam olmuştur[7].
Buyurdular ki: Birgün pîrim Şeyh Şihâbüddîn Sühreverdî “Ey pîr-i
Türkistân” diye haykırdı. Ben “Buyurun” dedim. O anda evvelki ve
sonraki insanların ilimleri bana keşfolundu ve ben nâralar attım.
Rüyada oğlum İbrâhim’in ölmüş (öldürülmüş) olduğunu gördüm. Ben, halkın
cefâsını çok çektiğim için bu derecelere ulaştım. Bana 100 sene taş
vurdular, sabrettim. Sabreden zafere ulaşır.
Risâle tamam oldu.
---------------------------
DİPNOTLAR :
[1] Bu kasabanın ismi bazı kaynaklarda Suğnak şeklinde kaydedilmiştir. Bk. Bosworth, IX, 580.
[2] İmâm Sığnâkî’nin hayatı ve eserleri için bk. Suyûtî, I, 537;
Kâsım b. Kutlubugâ, s. 90; Askalânî, II, 60; Kâtib Çelebi, s. 112, 403,
484, 1775, 1849, 1929, 2032; Kuraşî, II, 114-6; Leknevî, s. 62;
Dihhudâ, XVII-B, 527 (Sığnâkî md.); Bağdatlı, I, 314; Brockelmann, GAL,
II, 116, Suppl., II, 142; Ziriklî, II, 247; Kehhâle, I, 566, 623.
[3] Mir’âtü’l-kulûb’u neşrettiğimiz bir önceki makâlemizde Sığnâkî
risâlesinin varakları sehven 1b-3a olarak kaydedilmiştir. Bk. Tosun, s.
42.
[4] Bk. Âlim Şeyh, s. 38-40, 48; Muhammed Şerîf, vr. 92a-92b, 95b, 97a.
[5] Sûfî Dânişmend’in Mir’âtü’l-kulûb hâricinde Ahmed Yesevî
hakkında şimdilik kayıp olan bir eserinin daha olduğu bilinmekteyse de,
bu eser Yesevî’nin menkıbelerinden ziyâde sözlerini ihtivâ etmektedir.
Âlim Şeyh’in bu ikinci eserden yaptığı nakillerde (s. 38-40, 48-123) bu
durum açıkça görülmektedir.
[6] Bk. Sığnâkî, vr. 12a, 13a.
[7] Kasdedilen kişi Ebû Ali Fadl b. Muhammed el-Fârmedî (ö.
477/1084)’dir. Bu zât, Ebû Saîd-i Ebu’l-Hayr’dan ve diğer bazı
şeyhlerden istifâde etmiştir. Bk. Yazıcı, X, 90.
----------------------------
BİBLİYOGRAFYA :
Âlim Şeyh Muhammed Âlim Sıddîkî, Lemehât min nefehâti’l-kuds (nşr. Muhammed Nezîr Rânchâ), İslâmâbâd-Lahor 1406/1986.
Askalânî, İbn Hacer Ahmed b. Ali, ed-Dürerü’l-kâmine fî a’yâni’l-mieti’s-sâmine, Haydarâbâd 1349.
Bağdatlı İsmâîl Paşa, Hediyyetü’l-ârifîn, İstanbul 1951.
Bosworth, C.E., “Sighnâk”, Encyclopedie de l’Islam, Leiden 1998, IX, 580.
Brockelmann, Carl, GAL, Leiden 1943-49; Suppl., Leiden 1937-42.
Dihhudâ, Ali Ekber, Lügatnâme, Tahran 1345 hş.
Kâsım b. Kutlubugâ el-Hanefî, Tâcü’t-terâcim (thk. İbrâhîm Sâlih), Beyrût 1992.
Kâtib Çelebi, Keşfu’z-zunûn, İstanbul 1971.
Kehhâle, Ömer Rızâ, Mu‘cemu’l-müellifîn, Beyrût 1993.
Kuraşî, Abdülkâdir b. Muhammed, el-Cevâhiru’l-mudıyye fî tabakâti’l-Hanefiyye (thk. Abdülfettâh Muhammed el-Haluv), Kâhire 1978.
Leknevî, Muhammed Abdülhay, el-Fevâidü’l-behiyye fî terâcimi’l-Hanefiyye, Mısır 1324.
Muhammed Şerîf el-Hüseynî, Huccetü’z-zâkirîn li-reddi’l-münkirîn, Süleymâniye Ktp., Reşid Efendi, nr. 372, vr. 1b-203b.
Sığnâkî, Hüsâmeddîn Hüseyin b. Ali, Menâkıb-ı Ahmed-i Yesevî
(Risâle-i Hüsâmeddîn-i Sığnâkî), Özbekistan Fenler Akademisi, Şarkiyat
Enstitüsü Ktp., nr. 11084, vr. 11b-14a.
Suyûtî, Celâleddîn Abdurrahmân, Bugyetü’l-vü’ât fî
tabakâti’l-lügaviyyîn ve’n-nühât (thk. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrâhîm),
Beyrût ts.
Tosun, Necdet, “Yesevîliğin İlk Dönemine Âid Bir Risâle: Mir’âtü’l-kulûb”, İLAM Araştırma Dergisi, II/2 (1997), s. 41-85.
Yazıcı, Tahsin, “Ebû Ali el-Fârmedî”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1994, X, 90.
Ziriklî, Hayreddîn, el-A’lâm, Beyrût 1990.


Ahmed Yesevi, Ehl-i Sünnet inancına bağlılığı, şeriatı ön plana çıkaran tarikat anlayışı, üretime dönük ve istikamet çizgisini esas alan gerçek melametîliği ile bu badirelerin Türkler arasında intişarına set çekmiş, Türkistan'ı sapık fikirlerden arınmış saf bir iman çizgisinde tutabilmiştir.
Ahmed Yesevi, Batı'nın nazarı ve kitabî olmaktan öteye geçmeyen manevi değerlerin, bir müslüman doğulu ve halk ahlakçısı olarak yaygın bir hayat anlayışı halinde yaşamak ve yaşatmak bahtiyarlığına ermiş kültür tarihimizin nadir ve nadide şahsiyetlerinden biridir. Bunların imanı ve aşkı, kuru ve klasik ilim anlayışının dar ve sığ kalıplarına sığmaz.
Onlar, imanını aksiyona dönüştürüp, günlük ve pratik hayata maletme sini bilmiş kültürel birer abidedir. Onların amel haline gelmiş dünya görüşleri, hem kendilerini hem de çevrelerini aydınlatmıştır. Bin yıllık tasavvuf tarihi içerisinde güzelim Türkçe île ölümsüzleştirdikleri mesajlarının, kitlelere ne ölçüde huzur verdiğini, hayat ve beka kaynağı olduğunu yaygın bir gerçek olarak görmek ve göstermek mümkündür.
Ahmed Yesevi'nin tarihi ve asırları kucaklayan zaman dilimi içerisinde buyruk yürütmesi, fikir ve aksiyonunu sade, basit ve anlaşılır olduğu kadar muhte?em de olan "sehl-i mümteni" bir üslup içinde insanlığa duyurabilmiş olmasındandır.
Bu sebepledir ki onların sesi ve tesiri yalnız kendi çevrelerine inhisar etmekle kalmamış, yanan yüreklerinin ateşin duygularını sanat ve estetiğin sihirli kanallarına teslim ettikleri, sözün özüne ve sadesine, güzelim Terkçesine teslim ettikleri için asırların üstünde kalmasını bilmiş, zaman aşımının yıpratamadığı evrensel mesajları ihtiva eden, sesleri, sözleri ve nefesleri, dün olduğu gibi bugün de yarın da kütlelerin kulak kabartacağı bir fısıltı, yollarını aydınlatacak bir nur büzmesi olma özelliğim kazanmıştır.
Ahmed Yesevi, insanoğlunun kah beşeri kah manevi tarafına hitap ederek, onları düşünmeye, duymaya ve bilhassa kendi kendilerinin farkına varmaya çağırmıştır O, bütün dervişliği ve mutevaziliği île öğüt ve tavsiyelerini önce kendi benliğine yöneltmiş, ikaz ve irşad edilmeye en çok müstahak ve muhtaç olanın yine kendisi olduğunda ısrar etmiş, bu ise, evvela kendinden başlama prensibiyle hareket ettiği için sözleri etkili, tavsiyeleri tutulur olmuştur.
Şekilde milli, özde ve ideolojide İslamî kimliği île ortaya çıkan Ahmed Yesevi, o günün tarihi ve coğrafyası içinde kime efendi, kime kul olacağını bilemeyen şaşkın ve muzdarip halk kütlesinin yol göstericisi ve önderi olma özelliğini kazanmıştır.
Müspet ve menfi her türlü cereyanın gelişip serpilmesine uygun bir vasat olan bu ictimai atmosfer içinde, dinle ve tasavvufla ilgisini kesmiş Kalenderi, Hayderi, Saltuklar ve Baraklar gibi yanlış tefsir edilmiş bir Melamet anlayışına dayanan zümreler, toplumun hastalıklı uzuvlarını temsil ediyordu. İnsanları dinin kayıt ve külfetinden azade kılarak mensuplarına tehlikeli bir hürriyet vadeden bu tür batıni inanışlar halkın ve hele yeni müslüman olmuş veya olmakta olan Türklerin iman bağını zayıf düşürmekte veya yanlış mecralara sürüklemekteydi. İslam'ı bir sünger gibi emip bünyesinde hazım ve temsil ettikten sonra topluma Türkçe olarak hitab eden Yesevi, Ehl-ı Sünnet inancına bağlılığı, şeriatı ön plana çıkaran tarikat anlayışı, üretime dönük ve istikamet çizgisini esas alan gerçek melamelîliğı île bu badirelerin Türkler arasında intişarına set çekmiş, Türkistan'ı sapık fikirlerden arınmış saf bir iman çizgisinde tutabilmiştir.
Ahmed Yesevi'nin melamet anlayışı, pasif ve körü körüne bir itaatin icab ettirdiği şuursuz, uyuşuk, afyonlu ve dünyadan kaçan bir tevekkül değil, aksine mulayametten saldırganlığa meyyal olan insandaki irade ve tefekkür gücünü, maddi ve manevi enerji unsurunu kontrollü ve uyanık tutmak, bunları mutedil ve verimli bir çizgiye getirmek suretiyle toplumda ihtiyaç duyulan sahalara vasıflı eleman transferini gerçekleştirerek dünyayı kovalayan aktif bir tevekkül niteliğindedir.
Eli île bizzat yaptığı ahşap kürek ve kepçeleri satarak geçimini temin etmesi, altmış üç yaşına kadar alınteri ve el emeği île geçindikten sonra, "Hz. Peygamber'in 63 yaşındaki ölümünü" dikkate alarak bu yaştan sonra yer üstünde yaşamak bid'attır inancıyla halvet hanesine çekilmesi, Fakr namede "helal ve tayyib olanın istenmesinin" müridlere tavsiyesi, "riyakar zahid, sevdalı abid, dilenci sufi ve hercai dervişlerden yakınan ifadeleri ve nihayet Divan-ı Hikmet'te geçen
"Erenleri Hakk yadından ğafil olmaz
"Ricalün la tulhîhim" der Halıku'n-nas
Eren yolunu tutan asla yolda kalmaz"
şeklindeki Hikmet'i onun bu anlayışının birer göstergesi olarak değerlendirilebilir.
Yalnızca Türklere has kültürel bir gelenek olan ve halkın zarurat-ı dinyyesini öğrenme gayesiyle kaleme alınan ve genelde "Cibril Hadis"ı diye meşhur hadis-i şerifin şerhi mahiyyetindeki ilmihalcılık geleneğinin başlatıcısı ve ilk temsilcilerinden biri olan Ahmed Yesevi, Fakr-name ve Cevahiru'l-ebrar'da serdedilen görüşleriyle gerçek bir halk ahlakçısı ve eğitimcisidir O'nun bu yönünü ve didaktik üslubunu gösteren cennet ve cehennemin birbiriyle atışmalarına işaret eden sözleri oldukça anlamlıdır:
"Cennet-cehennem savaşır, savaşmakta beyan var.
Cehennem der: ben üstün, bende Fir'avn, Haman var.
Cennet der ki: ne dersin? sözü bilmez söylersin
Sende Fir'avn olsa da, bende Yusuf Ken'an var.
Cennet der ki: ben üstün, alim kullar bende var
Alimlerin gönlünde, ayet, hadis, Kur'an var
Cehennem der: ben üstün, münafıklar bende var
Münafıklar boynunda ateşten işkil-keşan var
Cennet der ki: ben üstün, zakir kullar bende var
Zakirlerin gönlünde zikr ü fikr-i Sübhan var."
Türkler arasında pek yaygın olan Şeraitu'l-iman isimli elif-ba, namaz duaları, iman ve İslam'ın şartlarını en basit bir dille ve herkesin anlayacağı bir Türkçe île anlatan ilmihalde:
- "Kimin silsilesindensin?" sorusuna "Hoca Ahmed Yesevi silsilesindenim" şeklinde cevap verilmesinin istenmesi Yesevi'nin bu yönünün ne kadar yaygın olduğunun açık delilidir
Ahmed Yesevi, gerek nesebi Hz. Ali'ye ulaşan Şeyh İbrahim adında bir velinin oğlu olması, gerekse Yusuf Hemedani gibi ilim ve fazilette, zühd ve takvada örnek bir sufinin nezdinde yetişmesi gibi sebeplerle Şer'i esaslara sıkı sıkıya bağlı bir tarikat anlayışını benimsemiş, ismine nispetle teessüs eden Yeseviyye Tarikatı da, acem ve İran kültürünün hüküm sürdüğü bir coğrafyada ve acem tasavvuf cereyanının kuvvetli olduğu bir zamanda doğmuştur Ne var ki o da şer'i ilimlerde mahir ve kuvvetli bir hadis alimi olan, Hanefi mezhebine ve ehl-ı sünnet akidesine sıkı sıkıya bağlı bulunan Hemedani gibi Yesevi de Türkistan'da bu fikirleri yaymağa çalıştı Türkler arasında İslamiyet yayılırken onun acem kültürü ve şia inancından arındırılarak topluma maledilmesinde hem Yesevi'nin hem de tarikatı ve geleneğinin rolü oldukça önemlidir
Ahmed Yesevi'nin "Hace" ünvanıyla şöhret bulması, O'nun "ilmiyeye"ye mensub biri olduğunu gösterdiği kadar, Sayram'da İmam Muhammed b. Ali neslinden gelmesi sebebiyle de kendisine bu ünvan verilmiş olabilir. Ama işin en önemli tarafı, Hemedani'den itibaren "Haceganiyye" diye anılan Nakşbendiyye Silsilesi'ne mensup bulunması ve Yesevi'nin Yusuf Hemedani'nin gözde halifelerinden biri olması "Hace"liğinin temel sebeplerinden biridir. Bu yüzden Yeseviyye geleneği bilahare Nakşbendiyye ve Bektaşiyye silsilesi Yeseviyye ve Nakşiyye usullerini mezcederek günümüze kadar devam ettirebilmiştir.
Maveraünnehirli dervişler Hindistan üzerinden hacca gitmeyi tercih ettikleri için Deccan'daki Baba Palangpust ve Baba Misafir tekkeleri Yeseviler tarafından kurulmuş, buraya gelen hacıları ağırlamaya yönelik olduğu kadar, Türk tasavvuf anlayışı Hindistan'a götürmeyi hedef alan öncü birer Yesevi tekkeleriydi. Bu durum İstanbul'da veya Osmanlılarda "Hindi" nisbesi île tanınan sufilerin, genellikle Hindistan'da yerleşmiş Orta Asyalı Türkler olduğunu göstermektedir.eseviyye'nın Hındıstan'a girişi, birçok müslümanın Anadolu kadar Hindistan'a da kaçmasına sebep olan Orta Asya'nın Moğollar tarafından işgali yıllarına rastlar.
Pek çok müridi ve halifeleri île Yeseviyye, önce Seyhun çevresinde Taşkent ve civarında tutunmuş, Harizm'de yayılmış, diğer taraftan Maveraunnehir'de kuvvetlenmeğe başlamıştır. Seyhun ve Harezm'den kuzey-batıya doğru Kıpçak havalisine uzanan bu tarikat, Horasan, Azerbaycan ve Anadolu belgelerine kadar gelmiş, hatta Hındıstan'a ulamıştır. Keşmir vadisinin coğrafi konumu itibariyle kuzeyden değil, direkt Orta Asya ve Horasan tarafından İslamlaştırılması da bunu gösterir. Bu anlamda Abbas Rizvy'nın The History of Sufizm in india'sında Bengal'de kafırlere karşı cihad eden Yesevi dervişlerinden bahsetmesi manalıdır.
Bektaşıyye'yi Yeseviyye'ye bağlayan en eski kaynak olan el-Vasiti (744/1343)'nın ifadesi, daha ilk dönemlerde bile bu alakanın varlığını gündeme getirmiştir Fakr-name île Makalat karşılaştırıldığında bunların muhteva olarak yer yer aynı olduğu ve birbirine oldukça benzediği anlaşılır. Makalat'da diğerinden farklı olarak aşk ve cezbenin fazlaca vurgulanması, Bektaşıyye'nın Ahmed el-Gazzali (517/1123) ve Necmuddin Kubra (618/1221) vasıtasıyla etkilenmesinden olsa gerektir Makalat'ın muhteva birliğine rağmen Usul-ı Aşere'den çok farklı olması, aşk ve cezbe ağırlıklı bulunması hem Yeseviyye hem de Kübreviyye île yakın alakası bulunan Seyfeddin Baharzı (658/1261) gibi birinin Hacı Bektaş üzerindeki etkisinden kaynaklanmış olabilir Bu durum Bektaşıyye'nın de önceleri tamamıyle sünni akıdeye bağlı bir telakkiyi benimsediğini, zamanla Yeniçeri Ocağı üzerindeki etkisi sebebiyle Şah İsmail başta olmak üzere Osmanlı Devleti üzerinde emeli bulunan grupların Bektaşîliği boy hedefi seçmelerine ve bu tarikat vasıtasıyla orduya sızma teşebbüslerine sebep olmuş böylece Yeseviyye zincirinin Bektaşiyye halkalarında zamanla bozulmalar meydana gelmiştir.
Dervişliğin tahakkuku ve manevi terakkinin gerçekle?tirilmesini "Mühtedilerin müruru, mutasavvıfların suduru ve müntehilerin zuhuru şu dört esasa bağlıdır. 1. Mekan. 2. Zaman. 3. İhvan. 4. Rabi-i Sultan." şeklinde ifade eden Yesevi, irşad anlayışının psikolojik boyutlarına da işaret etmekte ve zamanının şartları içerisinde bağlılarını bu usulle bir arada tutmayı, Hikmetleri, nasihatları ve sohbetleriyle onları eğitmeyi hedef aldığını göstermektedir.
O'nun melamet meşrebinin ayrı bir göstergesi olan bu durum, bilahare nakşı bendiyye tarikatının temel rüknü olarak aynen devam etmiştir.
"Tarikata şeriatsız girenlerin,
Şeytan gelip imanını alırmış

İşbu yola pirsiz dava kılanlar

Şaşkın olup ara yolda kalırmış

Tarikata siyaseli mürşid gerek

O mürşide itikatlı mürid gerek"
derken Ahmed Yesevi, klasik tasavvufi terbiyeye bağlılığını göstermiş, hal eğitimi demek olan seyr u sülük'un şeyh-mürid ilişkisi içerisinde ancak maddi ve manevi bir beraberlikle elde edilebileceğine işaret etmiştir.
Ahlakı etkileşim ve kişilik transferinde fiziki ve maddi beraberliğin "sohbet" manevi beraberliğin de "rabıta-i mürşid" şeklinde bilahare özellikle Nakş-bendiyye'de sistemaitize edildiğini biliyoruz.
Şeyhliğin şartını, "İlmi-i din ü ya-kin, hilm-i mübin, sabr-ı cemil, rızayı celil, ihlas-ı Halil ve kurb-ı celil" esaslarına bağlayan Yesevi, "yetmiş ilim okumadan, yetmiş makam geçmeden şeyhlik ve muktedalık mukarrer olmaz." derken seyr u sulukta kılavuz ve rehberin hem kalitesine hem de önemine işaret etmiş, sahte mürşidlerden toplumu korumaya çalışmıştır.
Tarikatının ahkamını: "Marifet-i Hakk, sehavet-i mutlak, sıdk-ı muhakkak, yakin-i müstağrak, tevekkül-i rızk-ı muallak ve tefekkür-i müdekkak" vaciplerini de "Taleb-i sahib-i kemal ve takarrub-ı Zü'l-celal, şevk-ı visal la yezal, havf-ı malik-i bi-zeval, reca fi küll-i ahval, zikr ale'd-devam ve fikr-i tevessul-i Hayy-i Müte'al" şeklinde özetleyen Yeseviyye'nin derin boyutlu tefekkür ve tezekküre dayalı bir irşad hususiyetine sahip olduğunu görürüz.
Bağlılarının murakabeli ve muhasebeli bir davranış çizgisine gelmesini isteyen Yesevi, hikmetlerinde tasavvuf literatüründe "Rabıta-i mevt" denilen ölümün hatırlanması temasına ayrı bir önem verir Böylece müridlerin kontrollü ve kabre hazırlıklı bir yaşantı sergilemelerini arzular.
Zikre ve halvete ayrı bir ehemmiyet verdiğini bildiğimiz Yeseviyye tarikatı, toplu zikirlerinde sema ve raks yerine "zikr-i erre"yı tercih etmiş, gerek bu zikrin ve gerekse sema'ın nasıl yapılması icab ettiğine de aşağıdaki şekilde işaret etmiştir.
Fikri, üslubu, türkçe'si ve sadeliği île günümüze kadar uzanan ve ilk klasik Türk Tarikatı olan Yeseviyye'yi ve Ahmed Yesevi'yi daha geniş araştırmalarla ortaya koymak, onlar gibi düşünmek ve duymak Türk Dünyası'nın beka, devam ve selameti için ne kadar lazımsa, onların dili olan güzelim türkçeyi ve türkçenin estetiğini tanımak da bu dilin ve bu kültürün beka, devam ve selameti açısından o kadar şarttır. 


Ahmet Yesevi’nin Hayatı

Türk tasavvuf geleneğinin hareket noktası “Pîr-i Türkistan” Hoca Ahmed Yesevî, Güney Kazakistan’da Çimkent şehrine 7 km., bugün Türkistan adıyla tanınan Yesi şehrine 157 km. uzaklıktaki Sayram kasabasında doğmuştur. Doğum yılı kesin olarak bilinmemektedir. 73 yıl yaşadığı ve 1166 yılında vefat ettiği şeklindeki yaygın görüş ışığında, 1093 yılında doğduğu ortaya çıkar.
Babası Sayram’ın ünlü bilginlerinden İbrahim Şeyh, annesi ise Kara Saç Ana’dır. Halkın inanışı, İbrahim Şeyh’in soyunu Hz. Ali’nin oğullarından Muhammed el-Hanefî’ye çıkarır.
Ahmed Yesevî, ilk öğrenimini yedi yaşında iken kaybettiği babası İbrahim Şeyh’ten alır. Babasının vefatından sonra ise, onun eğitimini menkıbelerin Hz. Peygamber’in talimatıyla bu iş için görevlendirildiğini söyledikleri Şeyh Arslan Baba üstlenir ve Ahmed Yesevî’nin manevî babası olur. Arslan Baba’dan tasavvufla ilgili ilk bilgileri alan Ahmed Yesevî, onun vefatından sonra yine onun önceden verdiği işarete uyarak dönemin ilim ve irfan merkezi olan Buhâra’ya gider.
Ahmed Yesevî, muhtemelen 27 yaşlarında iken, Buhâra’da, devrin önde gelen mutasavvıf ve bilginlerinden olan Şeyh Yûsuf Hemedânî’nin öğrencisi ve müridi olur. Yûsuf Hemedânî, eğer deyim yerinde ise, “gezginci bir şeyh”tir. O, çoğunlukla Buhâra’da ikamet etmekle beraber Mevr, Semerkanî, Herat gibi önemli merkezleri dolaşarak halkı Allah yolunda hizmete çağırır, dinî açıdan aydınlatır ve özellikle dînin özünün ve temel amacının, insanın ahlâkî açıdan olgunlaşması olduğunu söylerdi .
İşte Ahmed Yesevî de hocası Yûsuf Hemedânî’den dinî ve tasavvufî bilgileri onunla birlikte gezerek, görerek ve yaşayarak öğrenmiş ve öğrendiklerini de yalnız Türkistan’a değil, bütün Türk dünyasına güzel, sâde ve saf Türkçesiyle vermiş ve öğretmiştir. Nitekim o, şeyhi Yûsuf Hemedânî’nin vefatından sonra onun dergâhında halîfelik postuna oturmuş ve bir süre Buhâra’da Şeyhinin görevlerini üstlenmiştir. Daha sonra Yesî’ye dönen Ahmed Yesevî, vefat tarihi olan 1156 yılına kadar burayı merkez edinmiştir.
Yesî, artık Hoca Ahmed Yesevî’nin görüşleri ve eğitimiyle aydınlanan hareketli bir kent haline gelmiştir. Çünkü Türkistan’ın hemen hemen her yerinden öğrenci gelmiş ve Hoca Ahmed Yesevî’nin irşad halkasına girmişlerdir. Yesevî ocağında öğrenimlerini tamamlayan genç-yaşlı Yesevi müritleri, Türkistan’dan Balkanlara kadar uzanan bütün Türk yurtlarında Hoca Ahmed Yesevî’nin saf ve sâde Türkçe ile söylenmiş “hikmet”lerini terennüm ettiler ve eski Türk inanışlarının kalıntılarını İslâmiyetle uzlaştırmaya çalışan ve dolayısıyla kitabî dinin emirlerini tam olarak yerime getiremeyen henüz müslüman olmuş insanlara İslâm’ın sıcak, samimî, hoşgörü, tanrı ve insan sevgisine dayalı gerçek güzel yüzünü tanıttılar. Böylece Hoca Ahmed Yesevî’nin dînin özünü tam olarak yakalamış aydınlık görüşleri, çok kısa sürede , bütün Türk illerine yayıldı.

Hoca Ahmed Yesevî, içinde yaşadığı dönemin Türk toplumunun bozkırlarda at koşturan yan göçebe insanlar olduklarını; kadın-erkek, yaşlı genç hareketli ve kendi gelenek ve göreneklerini diri tutma yolunda başarılı ve mücadeleli bir hayatın içinde olduklarını çok iyi biliyordu. Bu insanlara o, kılı kırk yaran fıkıh kuralları içinde ve Arap -Acem kültür çevresinin etkileriyle boğulmuş karma karışık bir İslâm yerine, samimî ve sarsılmaz bir îman anlayışım telkîn eden dinî ve ahlakî kuralları Arapça ve Farsça’yı çok iyi bildiği halde; kendi dilleriyle ve onların seviyelerine uygun bir üslûpla sunmanın başarısının temeli olacağımı görmüştür. Onun için de Türk boylarının halk edebiyatından alınmış şekillerle insanlar arasında, dostluğu, sevgiyi, dayanışmayı, dünyayı Allah ve insan sevgisi ile kucaklamayı, yine Kur’an’dan aldığı ilhamla öğretti.


YESEVİYYE TARİKATI



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder