İman, insanın bir anne ve babası olduğunu bilmesi gibi bir yaratıcısı olduğunu kavradıktan sonra Allahın (c.c.) bu dünya yaşamında kendisini yalnız bırakmayıp gönderdiği peygamberlerle ve indirdiği kitaplarla yaşam biçimini belirlemeye hak sahibi olduğunu; hayır ve şerrin O ndan geldiğini, Allahın (c.c.) ezeli ilmiyle kimlik bilgilerini, başına gelecekleri, yapıp edeceklerini kaderi olarak Levh-i Mahfuz a kaydettiğini; bu dünyadaki yaşamı için ahirette diriltilip ödül ve ceza için sorguya çekileceğini kabul etmesidir. Ayrıca Allah a (c.c.) yakın varlıkların, yani meleklerin varlığını da kabul etmek gerekir. Kısacası imanın altı rüknü eksiksiz bir şekilde kabul edilirse iman tamamlanmış olur.
İmanın altı rüknünden birinde duyulan bir kuşku, Allah (c.c.) inancında da itikadi bir bozukluğa neden olacaktır. O zaman bu bozukluk, gerçek İslam dini yerine batıl bir dine veya inanca da neden olabilecektir.
Bazı insanlar Allahı (c.c.) yaratıcı olarak kabul etmekle O na inanmış olduklarını söylerler. Bu kadarcık bir inancı da kafi görürler. Oysa Kuran-ı Kerim in ifadesine göre Mekkeli Müşrikler de yaratıcı olarak Allahı (c.c.) tanıyorlardı ve bunun da ötesinde rızık verici güzel ismiyle (Er-Rezzak) Allah a (c.c.) dua ediyorlardı: Yemin olsun ki o putperestlere (Mekkeli Müşriklere) kendilerinin kimin yarattığını sorsan mutlaka Allah diyeceklerdir. Öyle ise nasıl oluyor da dönüyorlar? (Ez-Zuhruf suresi, ayet 87). , (Putperestlere hitaben) De ki: Size gökten ve yerden kim rızık veriyor? Yahut kulaklara ve gözlere kim malik bulunuyor? Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? Hemen, Allah diyeceklerdir. Sen de ki: O halde sakınmaz mısınız? (Yunus suresi, ayet 31)
Allahı (c.c.) sadece yaratıcı sıfatıyla kabul etmek, yaşamında Kuran-ı Kerim in buyruklarına ve peygamberin (s.a.s.) sünnetine uygun biçimde Allah a (c.c.) yer vermemek Allah a (c.c.) iman etmede bir noksanlığa işarettir. Öyleleri İslam dini yada ilahi bir dinle değil de Teizm yada Deizm türü bir inançla Allah a (c.c.) iman etmektedirler.
Gerçekte çağımızda pek çok kişi, bilinçsiz olarak Teist yada Deist türü bir inançla Allah a (c.c.) iman etmekte, fakat kendisi bütün yaşamı boyunca bunun farkında olmamaktadır.
Herkesin kendisine göre bir Allah (c.c.) inancı vardır. Kimisi Allahı (c.c.) sadece yaratıcı olarak kabul eder. O na bazen kendisini yarattığı için şükran duyar. Ama bundan başka yaşamında O nunla pek bir iletişime geçmez. Kimisi daha insaflıdır. İbadet hayatıyla O nu anmaya çalışır. Yine de buna karşın O nun çağdaş hayatta pek bir etkisinin olmasına razı olmaz. Dinin insanın vicdanında ve özel hayatında yerini kabul etmesine karşın sokağa, halka, millete, dünyaya ulaşmasını pek akılcı bulmaz. Tabii bu konuda herkes farklı düşünecek, Allah a (c.c.) imanı kendi penceresinden değerlendirecektir. Demek ki Allah a (c.c.) iman konusu, spekülasyona açıktır. İnsanların tanımında birleşmelerine imköe2nı yoktur. Buna neden olan şey de Allahın (c.c.) duyu organları ile algılanamamasıdır. Bu yüzden bazı insanlar O nun varlığını bile inköe2r etmektedirler.
Tabii İslam dininde Allah a (c.c.) imanın tanımı, o yada bu kişiye göre değişmez. Çünkü İslam dinine giriş, Allah a (c.c.) imanla başlar. Hangi Allah a (c.c.) nasıl iman edileceği de gayet açıktır. Ayrıca İslam dinine girişte söylenilen Kelime-i tevhitle (Kelime-i şahadetle) Allah a (c.c.) imanın bir mücadele ve dava konusu olduğu da hemen belirtilir. Daha doğrusu Allahın (c.c.) tanıtılmasından ziyade önce Allah a (c.c.) imanın bir mücadele ve dava konusu olduğu üzerinde durulur. Kişinin yaşamında temiz bir sayfa açması beklenir. İslam dininin tam ve eksiksiz Allah (c.c.) inancı için önce sapkın din, inanış, mezhep, kültür ve felsefelerden gelen yanlış, eksik Allah (c.c.) inancının etkilerinin ortadan kaldırılmasına çalışılır. Namaz öncesi alınan abdest gibi İslam dinine yeni giren kişi de bu sayede manevi dünyasında bir temizlik işleminden geçer. Bu yönüyle İslam dininin kapısı olan Kelime-i tevhit doğru, eksiksiz bir Allah (c.c.) inancının temelini oluşturur: Löe2-ilöe2he illallah.
Kelime-i tevhit, iki cümleden meydana gelmektedir. İlk cümle şudur: Löe2-ilöe2he (ilah yoktur). Bu yadsınan ilahlar, insanın hayatında Allah (c.c.) dışında kutsanan her şeyi kapsamaktadır. Bunlar, peygamberimiz (s.a.s) döneminde Köe2be deki putlardı. Ayrıca Hıristiyanlardaki Hz. İsa nın (a.s.) Allahın (c.c.) -höe2şöe2- oğlu oluşu, Yahudilerdeki Allah (c.c.) tarafından seçilmiş ırk olma inancı da yadsınan ilahlardandı. Bunların her birisi de gerçek Allah (c.c.) inancının önündeki engellerdi. Peygamberimizin (s.a.s.) yaşamı işte bu yadsınan ilahlarla mücadele ile geçti. Kuran-ı Kerim de bu mücadelede ona yol gösterdi. Davası oldu.
Bugün çağdaş insanın yaşamında yadsınması gereken ilahlar, biraz daha farklılık arz etmektedir. Bireyi, toplumu Allah a (c.c.) ulaştırmayı engelleyen her şey yadsınması gereken bir ilahtır. Bizim burada önemle belirtmek istediğimiz nokta, İslam dinine girişte parola olan Kelime-i tevhitte ilahların yadsınması mücadele ve davasının ön planda yer almasıdır. Halbuki kendi basit, alışıldık mantığımızla İslam dinine girişte duyu organları ile algılayamadığımız Allahın (c.c.) önce bize kim olduğunu, sıfatlarını ve güzel isimlerini açıklamasını beklerdik. Ama Allah (c.c.), Kendi ne imanı, yadsınması gereken ilahlarla mücadele etmeye bağlamakta ve bu davayla Kendi sine yaklaşmamıza izin vermektedir. Dinine bizi bu şartla kabul etmektedir. Allah (c.c.) düşünsel, metafizik, felsefi bir yaklaşımla değil, yadsınması gereken ilahların olmadığı bir yaşam biçimiyle bize yönelmektedir. Daha doğrusu ilahların yadsındığı bir yaşam biçimiyle O na inanmaya başlayacağımız, yöneleceğimiz, O nu tanıyacağımız belirtilmektedir. İslam dininin temelini teşkil eden Allah a (c.c.) iman kavramı ilk bakışta Allahın (c.c.) varlığı ve birliğinin düşünsel, metafizik, felsefi bir onaylaması gibi görünürken Kelime-i tevhit yaşamın gerçekliğine inmekte ve doğru ve eksiksiz bir Allah (c.c.) inancı ve buna engel oluşturan ilahların yadsınması için bizi mücadeleye ve davaya çağırmaktadır.
Ağzı olan herkesin konuşması gibi her tür konuda da düşünmek, düşünce egzersizi yapmak, zorluğu şurada dursun, eğlenceli bir iştir. Allahın (c.c.) varlığı ve birliği de böyle düşünsel, felsefi, metafizik bir konudur. Allahın (c.c.) varlığını ve birliğini zihnen kabul etmek güzel bir olgu olmakla beraber İslam dinine böyle bir düşünce kalıbıyla girilmemektedir. İslam dinine Kelime-i tevhitle girilir. Bunun için de Allahın (c.c.) varlığını ve birliğini zihnen kabul etmek yeterli değildir. Önce, kişinin yaşamında Allah a (c.c.) iman etmede engel teşkil eden ilahların yadsınması mücadele ve davası gelmektedir. Bu konu ise düşünsel değil yaşamsal bir alanı gerekli kılmaktadır. İlahların yadsınması mücadele ve davası pek çok kişi ile çatışmayı gerektirebilir. Toplumsal bozukluklar, haksızlıklar içerisinde kime karşı vaziyet alacağımızı bile şaşırabiliriz.
Pek çok insan din adına değil de insanlık adına toplumdaki bozukluklarla, haksızlıklarla mücadeleye girer. Yaşamları bizleri imrendirecek kahramanlık sahneleri ile doludur. Höe2lbuki bunların çoğu ahirete bile inanmazlar. Oysa Allah (c.c.) bizden yadsınması gereken ilahlar adına toplumdaki bozukluklarla, haksızlıklarla mücadele etmemizi istediği halde bizler çoğu kez din ve İslam adına toplumdaki bozukluklardan ve haksızlıklardan yana oluruz. Bazen de bu konularda tarafsız kalırız. Gayrete gelip de bir şeyler yapanlar pek azdır. Onların da bu çabalarını, çalışmalarını engellemek için uğraşır dururuz. Höe2lbuki bu iş için Allah (c.c.) bize cennette akla hayale gelmeyecek nimetlerle ebedi bir hayatı vaat etmektedir. Bu tabii pek deşilmesini istemediğimiz bir yaramızdır.
Gelelim Kelime-i tevhidin ikinci cümlesine: illallah (ancak Allah (c.c.) vardır/höe2kimdir). Ama bu var ve höe2kim olacak Allah (c.c.) kimdir? İşte bu soru Kelime-i tevhidin devamı olan şu cümle ile yanıtlanır: Muhammed-ün rasöfblullah. Yani Peygamber Aleyhissalöe2tu Vesselöe2m Efendimizin ve onun Allah tan (c.c.) getirdiği kitabın tanımladığı Allah. Artık bu Allah (c.c.) o kadar açık ki. Kimse bu konuda bir sıkıntı yaşamayacaktır. Çünkü Peygamber Aleyhissalöe2tu Vesselöe2m Efendimiz hadislerinde Allahı (c.c.) tanımlamaya, anlatmaya çalışmış, Kuran-ı Kerim in de en başlıca konusu Allah (c.c.) olmuştur. Allah (c.c.) bütün sıfatları ve güzel isimleri ile ortadadır. Hadis kitapları ve Kuran-ı Kerim Allahı (c.c.) sıfatları ve güzel isimleri ile bizlere dosdoğru ve eksiksiz olarak tanıtmış ve anlatmıştır.
Buna karşın çağımızda pek çok kişi Müslüman olduğunu söylediği halde niçin Allahı (c.c.) gerektiği şekilde tanımamaktadır? Çünkü bu kimseler İslam dinine girişin ilk koşulu olan Kelime-i tevhidi gereği şekilde kabul etmemektedirler. Yaşamlarında yadsınması gereken ilahlarla mücadele etmeyi ve böyle bir davayı üzerlerine almayı göze alamamaktadırlar. Korku, kaygı, gaflet, haramlar, dünya zevkleri buna mani olmaktadır. Höe2lbuki Allah (c.c.) kimsenin sırtına taşıyamayacağı yükü yüklemez. İmanın en zayıf kısmının zulme, haksızlığa karşı kalple buğzetmek (nefret hissi) olduğu hadislerde geçmektedir. Maalesef bu bile pek çok kimseye zor gelmektedir. Durum böyle olunca, yani ilahlar yadsınmayınca pek çok kimse gerçek Allahı (c.c.) tanıma, anlama, O na inanma gereği de duymamaktadır.
İnsanın nefis (bilinçdışı) ve ruhtan oluştuğunu kutsal kitabımız şöyle ifade etmektedir: De ki ruh Rabb imin emrindedir (İsra suresi, ayet 85). , Nefis, daima kötülüğü emreder (Yusuf suresi, ayet 53). Bu iki varlığı, yani ruhu ve nefsi birer manyetik alana benzetirsek insanın seçme yeteneğinin, daha doğrusu iradesinin, yani kutsal kitaba göre sınanan yanının bu iki manyetik alana eğilim gösterecek bir biçimde yaratıldığını anlamış oluruz. Kuran-ı Kerim de yüce Allah, Muhakkak biz emaneti göklere, yere, dağlara sunduk da onlar bunu yüklenmekten çekindiler. Zira sorumluğundan korktular. Ama insan onu yüklendi. İnsan gerçekten çok zalim, çok cahildir (Ahzab suresi, ayet 72). Allahın (c.c.) gökyüzüne, yeryüzüne ve dağlara sunup da onların yüklenmekten çekindikleri emanetin insana verilen irade, yani seçme yeteneği olduğu tefsirlerde belirtilmektedir. Bilgiyi hafızada tutma, işleme, karşılaştırma ve sonuçlar çıkarma gibi zihinsel melekeler de iradenin emri altında olan ünitelerdir. Demek ki kötülüğü temsil eden nefsimizle (bilinçdışımızla) iyiliği temsil eden ruhumuz bizi (yani irademizi) etki altına alan kaynaklardır. Bizler iyiliği ve kötülüğü seçmede özgür bırakılmış, yani ruhun ve nefsin manyetik etkisi altına girebilecek irademizle yaşamımızı biçimlendirmekteyiz.
Ruhun ayırıcı vasfı aşktır. Güzel şeylere ve faziletlere tutkudur. Aşk, bu varlık öe2leminde veya karşı cinste aşkın (müteal) olan şeyler karşısında duyulur. Yaratılmış olan şeylerde aşka neden olan her türlü güzellik, kahramanlık, üstünlük, erdem aslında Allahın (c.c.) varlık öe2lemindeki birer tecellisidir. Bir insan başlangıçta bunlara gönül bağlasa da işin aslını düşündüğünde aşkı bunlardan hareketle yüce Allah a (c.c.) kadar ulaşabilir.
Ruhun ayırıcı vasfı aşk olduğu gibi dostları da meleklerin ilhamları ve yüce Allahın (c.c.) ayetleridir. Ruhun gayesi Allah a (c.c.) ulaşmaktır.
Nefsin ayırıcı bileşenleri içgüdüler ve geçmiş anılardır. Yani nefis hem bedene hem de yaşanılan şeylere bağlıdır. Ayrıca duygusal enerjileri ile bastırılmış kötü anı kümeleri de (yani kompleksler) nefsin en can alıcı noktalarını teşkil eder. Freud, kutsal kitaplardan aşırdığı nefis kavramını psikanalizde bilinçdışı (sonra bunu id) terimi ile adlandırmıştır.
Nefsin ayırıcı vasfı bencillik, öfke, kin, kıskançlık, cimrilik ve şehvet gibi kötülüklerin de kaynağı olan şeylerdir. Allah (c.c.) nefsin bu eğilimlerinin önüne geçmek için peygamberler göndermiş, kitaplar indirmiş, ölçü ve kurallar belirlemiştir. Böylelikle bu kötülük de doğabilecek eğilimlerden yaşam için nimetler, koşullar elde edilmiştir. Allahın (c.c.) kitabındaki emir ve yasakların en büyük hikmetlerinden birisi de nefsi hizaya sokmak, insanın, toplumun hizmetine vermektir.
Nefsin arkadaşları dünya ve şeytandır. Şeytan insan nefsini dünya ile kandırır. Şeytanın elinde dünyanın zevk ve eğlenceleri dışında başka bir güç yoktur. İnsanları vesvese yolu ile davet edip bunlardan haram helal demeden yararlanmaya, bu sayede azgınlaştırmaya çağırır.
İşte Löe2-ilöe2he illallah insanın bu manevi yapısına uygun bir yapıya sahiptir ve insanı bu manevi yapısıyla kendi içerisinde mücadele etmeye çağırır. Şöyle ki: Löe2-ilöe2he (ilah yoktur) bir keskin kılıç gibi nefsin üzerine indirilir. Nefsin şeytanın etkisiyle ve dünyanın gelip geçici arzuları sonucu oluşan ilahlarını böylece kökünden kazır. İnsanın yaşamında Allah (c.c.), Allahın kitabı, Peygamber Aleyhissalöe2tu Vesselöe2m Efendimizin sünneti amaç haline gelmediği zaman sahte ilahlar hemen boy gösterir. Tıpkı ekilmeyen bir tarlada her türlü otun bitmesi gibi insan yaşamı da yaratılış gayesinden saptı mı hemen sahte ilahlar edinir. Bu bakımdan insan doğası ilah edinmede boşluk kabul etmez. Allah a (c.c.) iman ile dolmayan yere şeytan sahte ilahları ile hemen biter. İlahların olduğu bir yerde de Allah a (c.c.) iman olmaz.
Löe2-ilöe2he illallah ile nefsin şeytanın etkisiyle ve dünyanın gelip geçici arzuları sonucu oluşan sahte ilahlara karşı eğilimi kırılmaya çalışılır. Aslında bu Kelime-i tevhit tek başına yeterli de gelmez. Kişi gerçi bununla İslam dinine girer. Ama bu dinde kalabilmesi ve imanını güçlendirmesi için İslamın diğer şartlarına da sarılması gerekir: Haramlardan uzaklaşmak yanında namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek ve hacca gitmek gibi ibadetlerle de nefisle savaşılır. Ona aman verilmez. İşte nefis ancak haramlardan sakınmak ve bu ibadetlerle tam anlamıyla ıslah olabilir. Ancak bu yolla Löe2-ilöe2he bir kılıç gibi nefsin üzerine inerek onu tesirsiz hale getirir. Nefsin eğilimleri, şeytanın dünya aracılığı ile çeşitli oyunları yüzünden ara sıra bazı sıkıntılar yaşanabilir. Tabii bu yüzden Allah a (c.c.) ibadet yolunda bazen tökezlemeler olur, çeşitli günahlara bulaşılabilinir. Tövbe etme ve istiğfarla gene derlenip toparlanılır. Yola devam edilir. Hedef son nefeste imanı şeytana kaptırmamaktır.
İnsanların bir kısmı, Niçin günde beş vakit namaz olmuş, bir vakit olsa idi daha iyi olmaz mıydı? diye düşünürler. Bir vakit namaz yeterli olsaydı Allah (c.c.) nefsimize onu uygun görürdü. Allah (c.c.) dinde, nefse her zaman en kolay geleni teklif eder. Hiçbir zaman bizim sıkıntıya girmemizi istemez. Ama demek ki, nefis o kadar azgın ki, günde beş kez ona Allahı (c.c.) anımsatmayınca yoldan çıkabilecek bir özellikte yaratılmıştır. Çünkü nefsimizi yaratan onun ilacını bizden daha iyi bilir.
Löe2-ilöe2he kılıcının etkisiyle, haramlardan kaçınmakla ve ibadetlere devam etmekle nefis dize geliyor ve illallah (ancak Allah (c.c.) vardır/höe2kimdir) diyerek imanını tamamlıyor. Gerçi ruh Allah tan (c.c.) geldiği için hiçbir zaman Allahı (c.c.) inkar etmez. Ama nefis bazen insanın manevi dünyasında o kadar hakim hale gelebiliyor ki ruha teneffüs etme imkanı bile tanımıyor, onu boğuyor. İşte illallah diyen nefis, ruh ile bir bütünlüğe kavuşunca büyük bir huzura erer (nefs-i mutmainne).
Demek ki nefis ile ruh arasında bir mücadele vardır. Nefis, destekçileri olan kompleksleri, dünyanın gelip geçici zevkleri ve şeytan ile insanı sahte ilahlara bağlanmaya çağırırken ruh Allah a (c.c.) yönelmekte, meleklerin ilhamları ile yüce, güzel şeylere tutkun (öe2şık) olmaktadır. Bu hal nefisle ruhu bir çatışmaya ve mücadeleye sevk etmekte, bunun da karşılığı olarak Allah (c.c.) kulu imana davet ederken Kelime-i tevhitte Löe2-ilöe2he (ilah yoktur) ile illallah (ancak Allah (c.c.) vardır/hakimdir) arasında aynı çatışma ve mücadeleyi göstermekte, bizi seçime ve eyleme çağırmaktadır. Allah a (c.c.) iman, sadece düşünsel, felsefi, metafizik bir olgu değildir, daha ziyade bir yaşam tarzıdır. Allah a (c.c.) iman öyle bir yaşam tarzı ki, sadece dış dünyada değil insanın manevi yapısında da şeytanın etkisiyle ve dünyanın gelip geçici arzuları sonucu oluşan ilahlarla Allahın (c.c.) höe2kimiyeti arasında kıran kırana bir çatışma ve mücadeleyi gerektirmektedir. İrade Allah a (c.c.) iman için bu çatışma ve mücadelede nefis aleyhine taraf tutmak zorundadır. Tabii bu da büyük bir savaşım sonucu mümkün olmaktadır.
İllallah (ancak Allah (c.c.) vardır/höe2kimdir), Allahın (c.c.) vahdaniyetini (bir oluşunu) temsil eder. İslam dini, Allahın (c.c.) bir oluşu temeli üzerine kurulur ve yükselir. Bu makama ulaşan bir insana, topluma dünya ve ahiret mutluluğu verilir. Yani bu mutluluk sadece bireysel bir anlam taşımaz, onun toplumsal ve evrensel bir yönü de bulunmaktadır.
Allahın (c.c.) zati sıfatlarından vahdaniyet (bir oluşu) insanın ebedi kurtuluşunda yada mahkumiyetinde belirleyici bir sınav konusu olması itibariyle ayrı bir öneme sahiptir. İlahları yadsıdıktan sonra Allahın (c.c.) tekliğine ve Hz. Muhammed in (s.a.s.) O nun kulu ve elçisi olduğuna tanıklık eden kimse İslam dinine girer. Bu açıdan ilahları yadsıma ve Allahın (c.c.) tekliğini onaylama dinin yarısına tekabül etmektedir.
Allah (c.c.) vahdaniyetini onaylama işlemini ahiret yaşamında ödül yada cezada belirleyici bir ilke olarak değerlendirdiğine göre O nun vahdaniyetine ilişkin sınırsız ayetlerin de bulunduğunu düşünebiliriz. Çünkü böyle önemli bir konu bir bulmaca yada bilmece gibi saklı tutulamaz. İnsanın ebedi olarak ceza yada ödül aldığı bir konu apaçık bir özelliğe ve gerçekliğe sahip olmalıdır. Bu nedenle yüce Allah (c.c.), kullarına merhamet ederek vahdaniyetini sadece gönderdiği peygamberlerle, indirdiği kitaplarla duyurmamış, dünyadaki ve evrendeki pek çok olay, olgu ve varlıkla da değişik biçimlerde anlatmıştır. Bizzat insanın vicdanında bile böyle bir vahdaniyeti görebilmekteyiz.
Allahın (c.c.) vahdaniyetinin onaylanması insani açıdan değerlendirildiğinde ne kadar önemli bir olay olduğu anlaşılmakta, bir yaşam felsefesine karşılık geldiği görülmektedir. İnsanın iyi yada kötü birisi olmasını vahdaniyeti onaylayıp onaylamaması belirlemektedir. Vahdaniyeti onaylama toplumda eşitlik ve kardeşlik ilkelerine sadık kalındığını temsil etmektedir. Şirk ise ayrımcılığa ve eşitsizliğe karşılık gelmektedir.
İlk Müslümanlardan olan Hz. Bilal (r.a.), Amerika da ve Afrika da bugün milyonlarca benzeri olan bir zenciydi. Üstelik hiçbir hakkı olmayan bir köleydi. Peygamber Aleyhissalöe2tu Vesselöe2mın vahdaniyet çağrısını duyunca hemen ona katıldı. Efendisi bu yeni dinden dönmesi için onu yere yatırıp Arabistanın kızgın çöllerinde güneşin karşısında adeta alevden kor haline gelmiş kayaları vücuduna koyarak eziyet ediyordu. O mücadelesini Allahın vahdaniyet sıfatından alıyordu ve Ahad, Ahad ! (Allah (c.c.) bir, Allah (c.c.) bir!) diyerek karşı koyuyordu. Aslında evrendeki ilahın bir olması ile onun kurtuluşu, ilahların çok olması ile de onun kendisine reva görülen insanlık dışı yaşamı arasında bir ilgi mevcuttu. Olaya bir başka açıdan bakıldığında Hz.Bilal in (r.a.) insani özgürlük ve haklarının mücadelesini verdiği görülür. Çünkü evrende tek bir ilahın olması, aynı ebeveynin evlatları gibi, insanların eşitliği ve kardeşliği anlamına geliyordu. Birden çok ilah ise insanlar ve toplumlar arasında ayrıcalıkların ve savaşın temsilcisiydi. Hz. Bilal (r.a.) bunun bilincindeydi. Ayrıca Mekkeli müşrikler, özellikle mevcut bozuk düzenden en çok yararlanan varlıklı kesim de bunu gayet iyi biliyorlardı. Onun için çarpık düzenin devam etmesi için Hz. Bilal in (r.a.) ve onun gibi yoksul, çaresiz ve sömürülen insanların bu yeni dine girmelerini engelliyorlardı.
Bugün dünyada Allah a (c.c.) pek taştan, ağaçtan yapılmış heykellerle şirk koşulmuyor. Ama yine ülkeler, toplumlar ve insanlar arasında sömürü, zulüm ve eziyet İslamın ilk dönemlerindeki Arabistanı aratmayacak oranda vardır. İnsanların artık Allah a (c.c.) şirk koştuğu ilahları soyut bazı kavramlar olabilmektedir. Örneğin bir ülkede ırkçılık kavramının kutsanmasıyla başka ırka mensup olanlara zulümler yapılabilmektedir. Yine başka bir ülkede para kutsanarak yoksul insanların en doğal hakları görmezden gelinebilmektedir. Hangi kavram olursa olsun Allahın (c.c.) vahdaniyetine inanan birisi için insanların eşitsizliğine ve kardeşliğine engel teşkil eden her şey bir put olarak görülür. Bir Müslümanın Allahın (c.c.) vahdaniyet sıfatı gereği bunlarla mücadele etmesi, toplumda eşitlik ve kardeşlik ilkeleri ve davası için savaşım vermesi gerekir.
Tüm dünya insanlığı Allahın (c.c.) vahdaniyeti ile dünya ve ahiret mutluluğunu kazanmaya adeta susamış durumdadırlar. Allah (c.c.) bizi bu konuda yalnız bırakmamıştır. Peygamberlerle ve ilahi kitaplarla bizleri desteklemiştir. Allahın (c.c.) vahdaniyetinin birey ve toplum tarafından onaylanması, O nun kitabına ve Peygamber Aleyhissalöe2tu Vesselöe2m Efendimizin sünnetine bağlanmakla, bunların gösterdiği yolu yaşam biçimi edinmekle gerçekleşir. Zaten bunlara yapışmadıkça O nun vahdaniyeti de onaylanamaz. Şirke ve küfre düşülür.
Muhsin İyi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder