Zikir sitesi, tüm tarikatların zikirleri, silsilesi ve tüm evliyaların mümkün mertebe bilgilerini bulabilirsiniz sitemizde, dini yazılar, makaleler, Kuran, ayetlerler, kırk hadis, sureler ve daha fazlası...
BURS
25 Mayıs 2012 Cuma
Zebani
Zebani
Cehenneme gidenlerle meşgul olan melek, cehennemlikleri cehenneme atmaya memur edilen melek, cehennem bekçisi. Çoğulu "zebâniyyûn"dur.
Cehennem bekçisi olan zebânîler, azap melekleri diye tavsif edilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm diliyle zebânî, "Cehennem koruyucusu"dur.
Kur'ân-ı Kerîm'in altı ayrı sûresinde dokuz âyette (Zümer, 71, 73; Duhân, 47-50; Tahrîm, 6; Mülk, 8; Müddessir, 31; Alak, 18) "zebânî" kelimesine atıflar vardır.
Kelime açık olarak ve "ez-zebâniyye" şeklinde yalnız bir âyette (Alak, 18) geçmektedir.
Müddessir, 30. âyetinde zebânilerin sayısının 19 olduğu açıklanmış, onların melek olduğu özellikle belirtilmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'deki "zebânî" kelimesinin atıf şeklinde geçtiği âyet meâllerinin ilgili cümleleri şöyledir:
"Biz o ateşin bekçiliklerine meleklerden başkasını memur etmedik"
(Müddessir 31)
"Ey iman edenler, gerek kendilerinizi, gerek ailelerinizi öyle bir ateşten koruyun ki, onun yakacağı insanla taştır. O ateşin üzerinde iri gövdeli sert tabiatlı melekler vardır..."
(Tahrîm, 6)
"O küfredenler, ayrı ayrı bölükler halinde cehenneme sürüldü. Nihayet oraya geldikleri zaman onun kapıları açıldı. Cehennemin bekçileri onlara şöyle dedi..."
(Zümer, 71)
"(Zebânilere); Tutun onu da denilir, sürükleyerek cehennemin tâ ortasına götürün"
(Duhan, 47)
Bu meâller dikkatle incelendiğinde Müddessir, 31 ve Zümer, 71 âyetlerinde zebânilerin "Cehennem bekçileri" ve "Melek" oldukları, Tahrîm, 6 âyetinde ise cehennem görevlisi zebânîlerin "Sert tabiatlı melekler" olduğu açıklanmıştır. Duhan, 47. âyetinde zebânîlerin "Cehennemlik kişileri iteleyerek" cehenneme attıklarına atıf vardır. Zebânî kelimesi bir tek âyette, "Biz de zebânîleri çağırırız" (Alak, 18) açık olarak geçmektedir.
Fahruddin er-Râzî "ez-Zebâniyye"yi, "Onlar ehl-i meclis ve ehl-i meşveret olan azab melekleridir ki, şiddetle tutmak ve atmakla cehennemin işlerine memur olmuşlardır" şeklinde açıklamıştır. İnsanları şiddetle cehenneme itmeğe muktedir oldukları için onlara "zebânî" denmiştir.
Kaynak: Zebani, Osman CİLACI, Şamil İslam Ansiklopedisi
23 Mayıs 2012 Çarşamba
15 Mayıs 2012 Salı
DİNİ HİKAYELER: Dilenci Kız
DİNİ HİKAYELER: Dilenci Kız |
Birgün,
çelimsiz, küçük bir kız çocuğu, sokağın
köşesine oturmuş; yiyecek, para, ya da alabileceği herhangi bir şey
için
dileniyordu. Üzerinde yırtık, pırtık giysiler vardı; yüzü gözü kir
içinde ve
perişan bir haldeydi. Kız dilenirken, sokaktan genç, canlı ve iyi görünümlü bir adam geçti. Kızı fark etmişti ama belli etmemek için dönüp ikinci kez bakmadı. Büyük ve lüks evine, mutlu ve rahat âilesinin yanına geldiğinde, çok güzel hazırlanmış akşam sofrası onu bekliyordu. Fakat az sonra düşünceleri tekrar o fakir kıza takılıverdi. Duyguları bir şeylere itiraz ediyordu. Sonra kolay yolu tercih etti ve itirazlarını Allah'a yöneltti. Böyle durumların var olmasına izin verdiği için... Ve şöyle bir cümleyle yakındı içinden: "-Böyle bir şeyin olmasına nasıl müsâade ediyorsun? Neden o küçük kıza yardım için bir şeyler yapmıyorsun Allâh'ım?" Sonra rûhunun derinliklerinden gelen bir cevap işitti: "-Yaptım. Seni yarattım!" |
DİNİ HİKAYELER:Devlet Hazinesi
Devlet Hazinesi |
Hazreti
Ömer
(r.a.). Halife. Bir gece. Makamında. Ashabtan biri ziyaretine
gelir. Selam verir. Selamı alınmamıştır. Oturur. Ömer
işiyle meşgul. Sahabe bekler. Ömer çalışır. Selam alınmamış, yüzüne
bile bakılmamıştır.
İş
biter. Ömer mumu
söndürür. Bir başka mumu yakar. O anda selamını
alır. Konuşmaya başlar.
Sahabe
sorar:
-
Ya Ömer, niçin
hemen selamımı almadın ve niçin bir mumu söndürüp
diğer mumu yaktın ve ondan sonra benle konuşmaya
başladın?
Hazreti
Ömer (r.a.):
-
Evvelki mum
devletin hazinesinden alınmışdı. O yanarken özel işlerimle
meşgul olsaydım Allah indinde mes'ul olurdum. Seninle
devlet işi konuşmayacağımız için kendi cebimden almış olduğum mumu
yaktım, ondan sonra seninle meşgul olmaya başladım.
Sahabenin gözleri yaşarır, ellerini kaldırarak şöyle dua eder:
-Ya Rabbi! Hattab
oğlu Ömer'i bizim başımızdan eksik etme!
|
DİNİ HİKAYELER:Dervişlere Tekke Yaptıran Hristiyan
Dervişlere
Tekke Yaptıran Hristiyan |
Hicrî 161 yıllarında
yaşamış evliyaullahtan Ebu Haşim-i Sufî Hazretlerinin müritleri bir
hayli kalabalıktı. Fakat toplanıp ibadet edecek bir yerleri de yoktu.
Birgün bir hristiyan
emir ava çıkmıştı. Yolda Ebu Haşim es-Sûfî'nin müridlerinden iki
kişinin birbirleri ile buluştuklarını gördü. Onlar musafaha yaptıktan
sonra kucaklaştılar, orada oturdular, yanlarında yiyecekleri ne varsa
ortaya serip beraberce yediler. Sonra da kırk yıllık ahbap gibi
kucaklaşarak vedalaşıp ayrıldılar.
Onların bu
samimiyetle ülfet etmelerini seyreden hristiyan emiri, hallerine hayret
etmiş ve onların o hareketi çok hoşuna gitmişti. Biribirlerinden
ayrıldıktan sonra orada kalan müridi yanına çağırdı ve:
- O ayrıldığın,
biraz evvel beraber yemek yediğiniz adam kimdi?, diye sordu.
O zat:
- Bilmiyorum, diye
cevap verdi. Emir yine sordu:
- Buluşmanızın
sebebi ne idi?. O zat:
- Hiçbirşey değildi,
diye cevap verdi. Hristiyan emir:
- Buluştuğunuz zat
nereli idi biliyor musun?, dedi. O zat:
- Bilmiyorum, diye
cevap verdi. Hristiyan emir bu sefer o zata:
- Sizin toplanıp
sohbet ettiğiniz, ibadet ettiğiniz bir yeriniz var mı? diye sordu.
O zat, ona da:
«Yoktur!» diye cevap verince hristiyan daha fazla hayret etti. Bunlar
biribirlerini tanımadıkları, daha evvel oturup sohbet etmedikleri
halde, bu kadar kısa bir görüşme ile nasıl samimî oluvermişlerdi.
Kendisi hristiyan olmasına rağmen onların bu hareketinden çok
duygulandı ve müride orada söz verdi:
- Ben sizin toplanıp
zikredeceğiniz bir hangâh (tekke) yaptıracağım, dedi ve kısa zaman
sonra da Şam'ın yakınında Ramle'de bir yer inşa ettirdi.
Hristiyanın bu
samîmi hareketi Cenab-ı Allah'ın hoşuna gitmiş olacak ki, sonunda
hristiyan da o tekkede Ebu Haşim es-Sufî Hazretlerinin müridi olarak
onlara hizmet etti. Her ne kadar insanlar zahiren biribirlerini
tanımasalar da, ruhlar biribirlerini tanımaktadır. Alem-i Ervah'ta
tanışıp görüşmektedirler. Dünyada da her ikisi biribirlerinden memnun
olurlar, yani ikisi de iman etmiş olurlarsa anlaşıp kaynaşmaları çok
kolay olur ve samîmi olmaları için hiçbir maddi menfaat gerektirmez.
Kaynak:
Büyük Dini Hikayeler, Osmanlı Yayınevi
|
DİNİ HİKAYELER:Derviş Olduğun İçin
Derviş
Olduğun İçin
Sultan
Mahmûd Gaznevî, bütün Asya'ya hâkim olduğu
zamanda, Harkân şehrine yakın gelmişti. Adamlarından bir kaçını,
Harkân'a Şeyh Ebü'l-Hasan-ı Harkânî hazretlerinin
huzûruna göndermiş ve Şeyh hazretlerini
yanına çağırmıştı. Şeyh
hazretleri buna karşılık, bir özür beyân ederek gitmek istemediler.
Durum,
Mahmûd Gaznevî'ye bildirilince,
-
Haydi kalkınız! Zîrâ o, bizim sandığımız kimselerden değildir. Biz ona
gidelim, dedi. Sonra kendi elbisesini Kâdı İyâd'a giydirdi ve kendisi
de
silâhtar olarak, Kâdı İyâd'ın yanında Ebü'l-Hasan-ı Harkânî'nin evine
girdi.
Mahmûd Gaznevî selâm verince, Ebü'l-Hasan hazretleri selâmını aldı.
Fakat ayağa
kalkmadı. Mahmûd Gaznevî, Ebü'l-Hasan-ı Harkânî'ye;
-
Sultan için neden ayağa kalkmadınız?diye sorunca, Ebü'l-Hasan, Sultan
Mahmûd'a;
-
Mâdem ki seni öne geçirmişler, yanıma gel bakalım, dedi. Soruya o ânda
cevap
vermediler.
Sultan
Mahmûd Gaznevî, Ebü'l-Hasan-ı Harkânî'ye;
-
Bâyezîd-i Bistâmî nasıl
bir zât idi? diye sordu.
Ebü'l-Hasan-ı
Harkânî:
-
Bâyezîd, öyle kâmil bir velî idi ki, onu görenler hidâyete kavuşurdu.
Allahü
teâlânın râzı olduğu kimselerden olurdu, diye cevap verdi.
Sultan
Mahmûd bu cevâbı beğenmedi ve;
-
Ebû Cehl, Ebû Leheb gibi kimseler, Fahr-i kâinâtı, Server-i âlemi nice
kere
gördüler. Fakat hidâyete gelmediler. Hâl böyle olunca, Bâyezîd'i
görenlerin
hidâyete geldiklerini nasıl söylüyorsun? dedi.
O,
Resûlullah efendimizden daha yüksek mi ki, iki cihânın efendisini,
üstünlerin üstünü olan Allahü teâlânın sevgili Peygamberini gören,
küfürden
kurtulamadı da, Bâyezîd'i görenler mi kurtulur demek istedi.
Ebü'l-Hasan;
-
Ebû Cehl ve Ebû Leheb gibi ahmaklar, Allahü teâlânın sevgili
Peygamberini,
insanların en üstünü olan hazret-i Muhammed (s.a.v) olarak görmediler.
Ebû
Tâlib'in yetimi, Abdullah'ın oğlu olarak gördüler. O gözle baktılar.
Eğer, Ebû
Bekr-i Sıddîk gibi bakarak, Resûlullah olarak görselerdi, eşkıyâlıktan,
küfürden kurtulur, onun gibi kemâle gelirlerdi, buyurdu.
Sultan
Mahmûd Han bu cevâbı çok beğendi. Din büyüklerine olan sevgisi arttı.
Sultan Mahmûd;
-
Bana nasîhat ediniz, deyince
Ebü'l-Hasan-ı
Harkânî;
-
Şu dört şeye dikkat et: Günahlardan sakın, namazını cemâatle kıl,
cömert ol,
Allahü teâlânın yarattıklarına şefkat göster, dedi.
Sultan
Mahmûd;
-
Bana duâ buyurun, deyince,
Ebü'l-Hasan-ı
Harkânî;
-
Ey Mahmûd, âkıbetin makbûl olsun,dedi.
Bunun
üzerine Sultan Mahmûd, Ebü'l-Hasan-ı Harkânî'nin önüne bir kese altın
koydu. Buna karşılık Ebü'l-Hasan, sultânın önüne arpa unundan yapılmış
bir
yufka ekmeği koydu. Sultan ekmekten bir lokma aldı. Fakat lokmayı
yutamadı.
Bunun üzerine Ebü'l-Hasan hazretleri;
-
Bir lokma ekmeği yutamıyorsun. İster misin, şu bir kese altın bizim de
boğazımızda dursun? Biz paralarla olan alâkamızı kestik. Şu altınları
önümden alınız,
dedi. Sultan, Ebü'l-Hasan'ın paraları almasını çok istedi ise de, kabûl
etmeyince, ondan bir hâtıra istedi. Ebü'l-Hasan hazretleri ona
hırkasını verdi.
Sultan
Mahmûd giderken, Ebü'l-Hasan ayağa kalktı. Bunun üzerine Sultan Mahmûd;
-
Geldiğim zaman hiç iltifat etmemiştin, fakat şimdi ayağa kalkıyorsun. O
hâl
niye idi? Bu ikrâm nedir? diye sordu.
Ebü'l-Hasan-ı
Harkânî hazretleri;
- Buraya pâdişâhlık gururu ile beni imtihan için geldin. Şimdi ise dervişlik hâliyle gidiyorsun ve dervişlik devletinin güneşi üzerinde ışıldamaya başladı. Önce gurur içinde olduğundan dolayı ayağa kalkmadım. Fakat şimdi derviş olduğun için ayağa kalkıyorum." dedi.
- Buraya pâdişâhlık gururu ile beni imtihan için geldin. Şimdi ise dervişlik hâliyle gidiyorsun ve dervişlik devletinin güneşi üzerinde ışıldamaya başladı. Önce gurur içinde olduğundan dolayı ayağa kalkmadım. Fakat şimdi derviş olduğun için ayağa kalkıyorum." dedi.
Sultan,
sonra gazâya gitmek üzere Harkân'dan ayrıldı. Sevmenât'a geldi. İçine
mağlûb olma korkusu düştü. Birden atından inip, bir köşede Ebü'l-Hasan
hazretlerinin hırkasını eline alıp;
-
Yâ İlâhî! Şu hırkanın sâhibinin yüzü suyu hürmetine, şu kafirlere karşı
bizi
muzaffer kıl. Ganimet olarak ele geçireceğim her şeyi dervişlere
vereceğim,
diye duâ eder etmez, düşman tarafında bir toz-duman ortaya çıktı.
Düşmanlar, bu
toz-duman içinde birşey görmiyerek, kılıçlarını birbirlerine vurdular
ve kendi
kendilerini öldürdüler. Sağ kalanları dağılıp gitti. O akşam Sultan
Mahmûd,
rüyâsında Ebü'l-Hasan-ı Harkânî hazretlerini gördü. Ebü'l-Hasan-ı
Harkânî,
Sultan Mahmûd'a;
-
Allahü teâlânın dergâhında, hırkamızın yüzü suyu hürmetine zafer
kazandın.
Eğer o anda isteseydin, kâfirlerin hepsinin müslüman olmasını
sağlayabilirdin." buyurdu. DİNİ HİKAYELER:Delinen Kırbalar
Delinen
Kırbalar
Ebûl
Vefa hazretlerinin küçük ama çok sevimli bir oğlu vardır. Çocuk
iyidir
hoşdur da bir ara sakalara takar. Mahalle sucusunun yolunu bekler,
çuvaldız ile
kırbaları deler. Kimbilir, belki de fıskiye gibi akan sular hoşuna
gider.
Aslında saka şaka götüren biri değildir. Bunu yapan bir başka çocuk
olsa,
çoktan ensesine yemiştir şamarı. Zira delinen kırba dikilemez, ancak
boğumlanarak bağlanır ki, koca kırba gitti demektir yarı yarıya.
Saka
bir sabreder, iki sabreder, bakar olmuyor, tutar eteğini, çıkar huzura.
'Affınıza sığınıyorum ama' der, 'Vaziyet böyleyken böyle!'
Ebûl
Vefa hazretleri çok şaşırır. Kırbaların parasını fazlasıyla öder.
Sucudan
ağlaya, yalvara helallik diler. Saka bir hoş olur. 'Keşke eşiğine
sultanların
baş koyduğu veliyi üzmeseydim' der. Pişman, mahçup dergâhı terkeder.
Ebûl
Vefa hazretleri çocuğa hiçbir şey demez. Hemen hanımını bulur. 'Aman
hatun, iyi düşün'der, 'biz bir hata yaptık ama nerede?'
O
gün tırnaklarını saçlarına geçirir, adeta beyinlerini kanatırlar.
Uykuyu
dağıtırlar. Hanımı sabaha karşı 'Tamam!' der, 'Galiba buldum!'
-Anlat
hele?
-Çocuğumuza
hamileydim. Kız kardeşim bir yere uğrayacak olmalıydı sepetini
bırakmıştı bize. Zerzavat arasından bir limon parladı. Canım nasıl
çekti
anlatamam. Kardeşimi biliyorsun. Bir şey istemiye gör, canını verir.
Limonun
lâfını etsem, mutlaka bize bırakacak, kendi limonsuz dönecekti evine.
Aklıma
başka bir yol geldi. Limonu iğneyle deldim, bir damla emdim. Nefsimi
körlettim.
Ama unuttum gitti. Hata bende, limonunu deldiğimi söylemeliydim ona.
-Aman
kalk bacına gidelim.
-Bu
saatte mi?
-Evet
bu saatte!
-Ne
diyeceğiz?
-Helallik
dileyeceğiz.
Sonrasını
tahmin ediyorsunuzdur. Çocuk bu huyu kendiliğinden bırakır, dost olur
sakaya.
DİNİ HİKAYELER:Dede
Dede
Neslihan Nur Türk
Şebnem Dergisi, 11.sayı
Yalnızdı...
Üzerinde yıllardır eskitemediği çizgili pijaması, yüzünde çizgiler...
Kendi
kendine konuşuyordu, her zaman olduğu gibi:
"-Hay Allah! Yine elektrik kesildi. Ne de karanlık oldu birden bire... İnsan ürküyor. Bilmem mezarda ne olur halimiz?"
Yeri neredeyse hiç değişmeyen kibrit kutusunu, yaşının verdiği ağırlıkla biraz geç de olsa buldu ve emin olmak için salladı.
"-İşte kibrit burada... Şurada bir yerde de mum olacaktı.Yakayım da gözümün önünü göreyim... Hah, tamaaam."
Sonra yıllar öncesinde buluverdi kendini. Gülümsedi... Ve anlatmaya başladı, biri dinliyormuş gibi:
"-Çocukken, elektrik kesildiğinde, küçük odanın perdelerini açar, ay ışığında sohbet ederdik, annem, babam, kardeşim ve ben... Ne hoş olurdu Ya Rabbi!
Babam, köyde eşekten nasıl düştüğünü, annem, tarzancılık oynayayım derken, ağaç dalında nasıl asılı kaldığını anlatırdı... Biz de gülerdik.
Elektriğin kesilmesine hep sevinirdik. Çünkü birbirimize en yakın olduğumuz, hatıralarımızı, mutluluğumuzu ve acılarımızı paylaştığımız, güzel ve ne yazık ki nadir zamanlardı onlar... Başka günlerde televizyon seyretmekten, karşılıklı oturup konuşamazdık çoğunlukla.
Ah teknoloji! Nasıl da uzaklaştırdı insanları birbirinden... Ya da belki biz insanlar beceremedik. Her şeyden vazgeçip, görmemişler gibi davrandık. Sanki futbol maçları hanımlardan, filmler çocuklardan daha mı önemliydi? Yooo...
Huzurevleri daha mı sıcaktı sanki evlerden? Hem çocuklarını, hem ailesini, hem de anasını, babasını ihmal eder oldu insanlar. Zaten ben de, sırf huzurevine gitmemek için kalmadım mı böyle yapayalnız?
Ahh... Ah! Hay hak! Mum da ne güzel yanıyor. Yandıkça eriyor. Eridikçe aydınlatıyor. Aydınlattıkça bitiyor..."
Dede, aniden farklı bir ruh haliyle haykırdı:
"-Hazreti Ömer! Allah senden razı olsun! Ne ince, ne yüce insandın sen öyle... Kendi işi için ayrı, devlet işi için ayrı mumlar yakacak kadar, haramdan ve kul hakkından korkardın. O'nun ümmetiydin ne de olsa, Rasulullah'ın ashabıydın!
Hazreti Ebubekir! Hazreti Hatice! Hazreti Fatıma! Hazreti Zeyd! Sizleri özledim..."
Biraz durakladı ve ağlamaklı bir sesle haykırdı tekrar:
"-Senin adaletine, Senin şefkatine, Senin nur yüzüne hasretim ya Rasulallah! Hasret bütün ağaçlar! Hasret bütün insanlar!
Çocuklarımın sesine, torunlarımın gürültüsüne hasretim..."
Ağladı... Sanki yıllarca hiç ağlamamıştı da, yıllar sonra bugün, ağlamaya bile hasret kalmışçasına ağladı...
Gayet iyi biliyordu ki, gözyaşı, kaderi değiştirmez. Belki sadece biraz rahatlatır, hüzün dolu bir kalbi...
Burnunu çekti. Mendiliyle sildi yüzünü... Ve sanki daha bir güçlü hissederek kendini, rest çekti:
"-Peh! Ben de iyice çocuklaştım canım! Vurayım kafama! Ne güzel işte. Sessiz sakin... Bir de torun mu çekecektim bu yaştan sonra? Cır cır cır cır!"
Tam bu sırada, elektrik geldi ve oda aydınlandı. Dede, tavandaki lambaya ters ters baktı.
"-Hıh! Niye geldiysen! Mum ışığında özlemlerim, sevgilerim dost olmuştu bana. Oda kararınca, kalbim ışımıştı. Gönlüm aydınlanmıştı."
Elektrik düğmesine doğru yürüdü, bir dededen beklenmeyecek kadar hışımla. Sert bir hareketle dokundu düğmeye ve ışığı söndürdü.
"-Sönün ışıklar! Sönün yalancı aydınlıklar! Siz yanınca, umutlarım sönüyor!"
...Ve ağır adımlarla yatağına doğru yürüdü. Biraz uyumalıydı. Çocukların, torunların, hiç kimsenin olmadığı yapayalnız bir evde, bir gece daha...
Çekilmezdi bu yalnızlık, umutlar da olmasa... Ve çekilmezdi eğer, sığınak bildiği Rabbi'ne el açmasa...
Yine O'na yöneldi, O'na sığındı bir kez daha:
"-Allah'ım! Bu gece ve her gece bildim ki, Senden başkası yar olmaz bana... Koru beni Allah'ım. Yavrularımı koru, onlara merhamet ver. Onları affet Allah'ım. Beni affet... İman ile al yanına... Ölüm nasıl da yakın..."
Dede, bir yandan semaya açtığı ellerini yüzüne sürerken, diğer yandan da amin diyordu. Amin...
Yatağına uzanırken hasret yorgunu, dilinde her zamanki ümit bestesi vardı: Bismillahirrahmanirrahim...
Kısa zamanda, huzurla daldı uykuya.
...Ve bir daha uyanmadı dünyaya.
"-Hay Allah! Yine elektrik kesildi. Ne de karanlık oldu birden bire... İnsan ürküyor. Bilmem mezarda ne olur halimiz?"
Yeri neredeyse hiç değişmeyen kibrit kutusunu, yaşının verdiği ağırlıkla biraz geç de olsa buldu ve emin olmak için salladı.
"-İşte kibrit burada... Şurada bir yerde de mum olacaktı.Yakayım da gözümün önünü göreyim... Hah, tamaaam."
Sonra yıllar öncesinde buluverdi kendini. Gülümsedi... Ve anlatmaya başladı, biri dinliyormuş gibi:
"-Çocukken, elektrik kesildiğinde, küçük odanın perdelerini açar, ay ışığında sohbet ederdik, annem, babam, kardeşim ve ben... Ne hoş olurdu Ya Rabbi!
Babam, köyde eşekten nasıl düştüğünü, annem, tarzancılık oynayayım derken, ağaç dalında nasıl asılı kaldığını anlatırdı... Biz de gülerdik.
Elektriğin kesilmesine hep sevinirdik. Çünkü birbirimize en yakın olduğumuz, hatıralarımızı, mutluluğumuzu ve acılarımızı paylaştığımız, güzel ve ne yazık ki nadir zamanlardı onlar... Başka günlerde televizyon seyretmekten, karşılıklı oturup konuşamazdık çoğunlukla.
Ah teknoloji! Nasıl da uzaklaştırdı insanları birbirinden... Ya da belki biz insanlar beceremedik. Her şeyden vazgeçip, görmemişler gibi davrandık. Sanki futbol maçları hanımlardan, filmler çocuklardan daha mı önemliydi? Yooo...
Huzurevleri daha mı sıcaktı sanki evlerden? Hem çocuklarını, hem ailesini, hem de anasını, babasını ihmal eder oldu insanlar. Zaten ben de, sırf huzurevine gitmemek için kalmadım mı böyle yapayalnız?
Ahh... Ah! Hay hak! Mum da ne güzel yanıyor. Yandıkça eriyor. Eridikçe aydınlatıyor. Aydınlattıkça bitiyor..."
Dede, aniden farklı bir ruh haliyle haykırdı:
"-Hazreti Ömer! Allah senden razı olsun! Ne ince, ne yüce insandın sen öyle... Kendi işi için ayrı, devlet işi için ayrı mumlar yakacak kadar, haramdan ve kul hakkından korkardın. O'nun ümmetiydin ne de olsa, Rasulullah'ın ashabıydın!
Hazreti Ebubekir! Hazreti Hatice! Hazreti Fatıma! Hazreti Zeyd! Sizleri özledim..."
Biraz durakladı ve ağlamaklı bir sesle haykırdı tekrar:
"-Senin adaletine, Senin şefkatine, Senin nur yüzüne hasretim ya Rasulallah! Hasret bütün ağaçlar! Hasret bütün insanlar!
Çocuklarımın sesine, torunlarımın gürültüsüne hasretim..."
Ağladı... Sanki yıllarca hiç ağlamamıştı da, yıllar sonra bugün, ağlamaya bile hasret kalmışçasına ağladı...
Gayet iyi biliyordu ki, gözyaşı, kaderi değiştirmez. Belki sadece biraz rahatlatır, hüzün dolu bir kalbi...
Burnunu çekti. Mendiliyle sildi yüzünü... Ve sanki daha bir güçlü hissederek kendini, rest çekti:
"-Peh! Ben de iyice çocuklaştım canım! Vurayım kafama! Ne güzel işte. Sessiz sakin... Bir de torun mu çekecektim bu yaştan sonra? Cır cır cır cır!"
Tam bu sırada, elektrik geldi ve oda aydınlandı. Dede, tavandaki lambaya ters ters baktı.
"-Hıh! Niye geldiysen! Mum ışığında özlemlerim, sevgilerim dost olmuştu bana. Oda kararınca, kalbim ışımıştı. Gönlüm aydınlanmıştı."
Elektrik düğmesine doğru yürüdü, bir dededen beklenmeyecek kadar hışımla. Sert bir hareketle dokundu düğmeye ve ışığı söndürdü.
"-Sönün ışıklar! Sönün yalancı aydınlıklar! Siz yanınca, umutlarım sönüyor!"
...Ve ağır adımlarla yatağına doğru yürüdü. Biraz uyumalıydı. Çocukların, torunların, hiç kimsenin olmadığı yapayalnız bir evde, bir gece daha...
Çekilmezdi bu yalnızlık, umutlar da olmasa... Ve çekilmezdi eğer, sığınak bildiği Rabbi'ne el açmasa...
Yine O'na yöneldi, O'na sığındı bir kez daha:
"-Allah'ım! Bu gece ve her gece bildim ki, Senden başkası yar olmaz bana... Koru beni Allah'ım. Yavrularımı koru, onlara merhamet ver. Onları affet Allah'ım. Beni affet... İman ile al yanına... Ölüm nasıl da yakın..."
Dede, bir yandan semaya açtığı ellerini yüzüne sürerken, diğer yandan da amin diyordu. Amin...
Yatağına uzanırken hasret yorgunu, dilinde her zamanki ümit bestesi vardı: Bismillahirrahmanirrahim...
Kısa zamanda, huzurla daldı uykuya.
...Ve bir daha uyanmadı dünyaya.
Neslihan Nur Türk
Şebnem Dergisi, 11.sayı
DİNİ HİKAYELER:Dağ başına mı Şehir İçine mi?
Dağ başına mı
Şehir İçine mi?
İki
kardeştiler.
Biri köyde çobanlık yapmayı tercih ederek diyordu ki: Bu zamanda şehre
gitmek,
oranın günahlı hayatına karışmak çok kötü. İyisi mi, ben köyün
çobanlığını
yapayım, günahlardan uzak kalayım. Diğeri ise şehre gitti. Bir
mahallede küçük
bir tamir kulübesi açıp başladı ayakkabı tamirine. Çoban dağda
koyunları,
keçileri otlatıyor, hiçbir namazını kaçırmıyor, hiçbir şekilde de
nâmahreme
nazar etmiyordu. Bütün gün ormanın sessizliği içinde zikirle, fikirle,
şükürle
yaşayıp gidiyordu.
Bu sebeple de manen bir hayli ilerledi, kerametlere mazhar oldu. Düşünüyordu ki, kardeşi şehirde bir sürü günah ve nâmahreme nazar ile manen sukût ediyor... Bir ara ona acıyarak ziyaretinde bulunmayı düşündü. Otlattığı koyunlarından bir miktar süt sağıp bir bez torbaya doldurarak ağzını bağlayıp şehrin yolunu tuttu. Sora sora bir mahalledeki eskici kulübesinde kardeşini buldu.
Torbadaki sütünü duvardaki bir çiviye asıp oturarak hal hatır sormaya başladı. Bu sırada bir hanım geldi, ayakkabısını çıkarıp topuğunu gösterdi. Kardeşi baktı. Tamir edebileceğini söyledi. Hanım çıplak ayakla beklemeye başladı. Kadın az sonra ayakkabısını giyip giderken ormanda görmediğini gören çobanın zihnindeki temizlik de gitmeye yöneldi. İşte o sırada yukarıdan bir şeyler dökülmeye başladı. Başlarını kaldırıp yukarıya baktıklarında bunun süt damlası olduğunu anladılar. Meğer o anda torbadaki süt de damlamaya başlamış.
Eskici kardeş şöyle bir baktı ve söylendi:
- İnsanlardan kaçarak dağ başında veli olmak kolay şey. Bütün mesele işte bu insanların içinde veli olabilmekte. Anladın mı şimdi farkı?
Çoban başını sallayarak cevap verdi:
- Sen haklısın şehirli kardeşim. Demek senin manen yükselmene mani bu gibi manzaralar. Bunun için düşüş var sende.
Eskici cevap verdi:
- Nereden bildin bende düşüş olduğunu?
- Baksana, bir anda düştüm senin yanında. Sen ise her gün bunlarla yüz yüze, göz gözesin. Düşmemen mümkün mü?
Eskici cevap verdi:
- İşte ben de onu söylüyorum sana. Asıl mesele bunların içinde kendini muhafaza etmektedir. Rabb'ime şükürler olsun ben kendimi şimdiye kadar muhafaza ettim, bundan sonra da muhafaza ederim, inşaallah.
Çoban buna itiraz etti.
- Beni bir anda makamımdan düşüren manzara seni her gün neden düşürmesin? Sen çoktan düşmüşsün de haberin bile yok.
Eskici buna bir cevap vermek istiyordu. Bunun için şehadet parmağını ağzına götürüp dilinin ucuyla ıslattıktan sonra doğruca torbanın süt akan yerine Bismillah diyerek bastırdı. Bir de baktılar ki, şıp şıp diye akan süt anında kesildi.
Birbirlerine bakıştılar. Bir anlık sessizliği yine çobanın feryadı bozdu. Kucakladığı kardeşine şöyle diyordu:
- Sen haklıymışsın şehirli kardeşim! Asıl mesele, dağ başına kaçmak değil, insanlar içine girmek, onların arasında durumunu muhafaza etmekmiş.
Siz ne dersiniz bu olaya? Dağ başına mı gitmeli, yoksa şehir içinde mi muhafaza olmalı?
Bu sebeple de manen bir hayli ilerledi, kerametlere mazhar oldu. Düşünüyordu ki, kardeşi şehirde bir sürü günah ve nâmahreme nazar ile manen sukût ediyor... Bir ara ona acıyarak ziyaretinde bulunmayı düşündü. Otlattığı koyunlarından bir miktar süt sağıp bir bez torbaya doldurarak ağzını bağlayıp şehrin yolunu tuttu. Sora sora bir mahalledeki eskici kulübesinde kardeşini buldu.
Torbadaki sütünü duvardaki bir çiviye asıp oturarak hal hatır sormaya başladı. Bu sırada bir hanım geldi, ayakkabısını çıkarıp topuğunu gösterdi. Kardeşi baktı. Tamir edebileceğini söyledi. Hanım çıplak ayakla beklemeye başladı. Kadın az sonra ayakkabısını giyip giderken ormanda görmediğini gören çobanın zihnindeki temizlik de gitmeye yöneldi. İşte o sırada yukarıdan bir şeyler dökülmeye başladı. Başlarını kaldırıp yukarıya baktıklarında bunun süt damlası olduğunu anladılar. Meğer o anda torbadaki süt de damlamaya başlamış.
Eskici kardeş şöyle bir baktı ve söylendi:
- İnsanlardan kaçarak dağ başında veli olmak kolay şey. Bütün mesele işte bu insanların içinde veli olabilmekte. Anladın mı şimdi farkı?
Çoban başını sallayarak cevap verdi:
- Sen haklısın şehirli kardeşim. Demek senin manen yükselmene mani bu gibi manzaralar. Bunun için düşüş var sende.
Eskici cevap verdi:
- Nereden bildin bende düşüş olduğunu?
- Baksana, bir anda düştüm senin yanında. Sen ise her gün bunlarla yüz yüze, göz gözesin. Düşmemen mümkün mü?
Eskici cevap verdi:
- İşte ben de onu söylüyorum sana. Asıl mesele bunların içinde kendini muhafaza etmektedir. Rabb'ime şükürler olsun ben kendimi şimdiye kadar muhafaza ettim, bundan sonra da muhafaza ederim, inşaallah.
Çoban buna itiraz etti.
- Beni bir anda makamımdan düşüren manzara seni her gün neden düşürmesin? Sen çoktan düşmüşsün de haberin bile yok.
Eskici buna bir cevap vermek istiyordu. Bunun için şehadet parmağını ağzına götürüp dilinin ucuyla ıslattıktan sonra doğruca torbanın süt akan yerine Bismillah diyerek bastırdı. Bir de baktılar ki, şıp şıp diye akan süt anında kesildi.
Birbirlerine bakıştılar. Bir anlık sessizliği yine çobanın feryadı bozdu. Kucakladığı kardeşine şöyle diyordu:
- Sen haklıymışsın şehirli kardeşim! Asıl mesele, dağ başına kaçmak değil, insanlar içine girmek, onların arasında durumunu muhafaza etmekmiş.
Siz ne dersiniz bu olaya? Dağ başına mı gitmeli, yoksa şehir içinde mi muhafaza olmalı?
Kaynak:
Ahmed Şahin, Zaman Gazetesi
DİNİ HİKAYELER:Daha Büyük Keramet mi Olur?
Daha
Büyük Keramet mi Olur?
Kaynak: Evliyalar Ansiklopedisi, İhlas Yayınları
Azîz
Mahmûd Hüdâyî bir gün, Sultan Ahmed Hanla sarayda
sohbet ediyordu. Bir ara abdest tâzelemek istedi. İbrik ve leğen
getirdiler.
Pâdişâh hocasına hürmeten ibriği eline aldı ve abdest suyunu döktü.
Sultan Ahmed
Hanın annesi de kafes arkasında havluyu hazırlamıştı.
Vâlide Sultan kalbinden;
"Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin bir kerâmetini görseydim." diye geçirmişti.
Bunun üzerine Mahmûd Hüdâyî, Vâlide Sultan'ın gönlünden geçenleri anlayarak; "
Hayret! Bâzıları bizim kerâmetimizi görmek isterler, Halîfe-i rûy-i zemîn'in elimize su döküp, muhterem vâlidelerinin havlu hazırlamasından daha büyük kerâmet mi olur?" buyurdu.
Vâlide Sultan kalbinden;
"Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin bir kerâmetini görseydim." diye geçirmişti.
Bunun üzerine Mahmûd Hüdâyî, Vâlide Sultan'ın gönlünden geçenleri anlayarak; "
Hayret! Bâzıları bizim kerâmetimizi görmek isterler, Halîfe-i rûy-i zemîn'in elimize su döküp, muhterem vâlidelerinin havlu hazırlamasından daha büyük kerâmet mi olur?" buyurdu.
Kaynak: Evliyalar Ansiklopedisi, İhlas Yayınları
DİNİ HİKAYELER:Çok sevdiği ne ise
Çok sevdiği ne ise
Kaynak: Büyük Dini Hkayeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi
Hz. Musa
Aleyhisselâm zamanında evliyaullahtan ve meşâyihi kiramdan ve büyük
ulemadan
Belam Bin Bâûr isminde bir kimse vardı ki, duası kabul olunur, mürşid-i
kâmil,
fazilet ve marifet sahibi bir zat idi. Tam 400 yıl gece-gündüz Cenabı
Hak'ka
ibadet etmişti. Hatta zaman olurmuş ki bir secdede dört gün dört gece
durur,
tesbih ve tahmid okurmuş. Hak Celle ve Âlâ Hazretlerinin vahdaniyyetine
dâir
700 tane kitab te'lif ve tasnif etmiş. Ve mihrablarında oturup daima
insanları
irşad ile meşgul olurmuş. Bazan da 700 müridi ile birlikte havada
uçarlarmış.
İşte bu
vasıflarda bir kimseyi, Cenabı Hak ibadetinden reddedip, güneşe tapan
kâfirlere
ilhak eylemiş. Nitekim Kur'an-ı Kerim'deki «Femeselühû Kemeselil-Kelbi»
âyet-i
celîlesi bunun hakkında olduğu tefsirlerde yazılıdır.
Bu kıssanın tafsili
ise şöyledir:
Hz. Musa
Aleyhisselâm, Şam tarafında bulunan kavm-i cebbarin ile harbetmek
üzere, Cenabı
Hak tarafından memur edilir. Benî İsrail ile beraber Tur dağından
hareket
ederler. Benî İsrail 12 kabile olup her kabilede 50 şer bin kişi
bulunmakla 600
bin kişi idiler. Hz. Musa Aleyhisselâmm böylece Şam havalisine
hareketini,
kavm-i cebbarin haber alır ve hemen şeyh Belam'a müracât ederler. Zira
ekserisi
Belam'ın müridleri ve halifesi idiler.
Hz. Musa
Aleyhisselâmm Şam tarafına gelmesine hased ederler. İblis aleyhillâne
de
Belam'a:
- Eğer Musa bu
tarafa gelirse, o peygamberdir bütün insanlar O'nun yanına giderler,
sizin ise
evvelki rağbetiniz kalmaz diye, bir takım iğva verir. Aralarında Şeyhe
çok
muhabbetli olanlardan bir kaç tanesi, sûret-i Hak'tan gözükerek:
- Şeyhimiz,
efendimiz, Hz. Musa bu tarafa geliyormuş. Pek âla, ve lâkin onlar
tamamen
askerdirler. Bizim ise memleketimiz onları idareye tahammül edemez.
Azizlerimiz
zelîl ve memleketimizde kıtlık vaki olur. Lütfen siz, gelmemesi için
dua edin,
diye çok ricada bulunurlar.
Fakat şeyh buna
asla rıza göstermez ve O peygamberdir. Onların, seyir ve hareketi
vahy-i ilâhî
iledir. Bu hususta, onların gelmemesine dua etmek, azgınlık ve âsi
olmaktır. O
ise büyük bir peygamberdir. Hepimizin peygamberi ve şeriatı ile de âmil
olduğumuz halde, aleyhine ve takdir-i Hak'ka muhalif dua etmek kötü bir
netice
meydana getirir. O'nun gelişinde bereket vardır. Sayesinde bizler de
rahatlarız
diye, bir hayli nasihatlar ederek hepsini, men ve def eder. Onlar şeyhi
ikna
etmeye bir türlü çare bulamayınca başka yollar aramaya başlarlar.
Şeyhin gayet
güzel, o civarda hiç emsali olmayan bir ailesi vardır. O'na hediye
tarzında bir
kısım kıymetli ve nadide şeyler ile kumaşlar getirip:
- Ey bizim
muhterememiz, vilayetimizde Hz. Şeyhten ulu kimse ve senden iyi bir
hatun daha
yoktur. Hz. Musa, bu diyara doğru gelmektedir. O peygamberdir, geldiği
zaman
bütün insanlar O'na giderler. Hz. Şeyhin izzet ve hürmeti ve sizin de
rağbetiniz kalmaz. Şeyh Hazretlerine ifade ettik razı olmadılar. Lütfen
şeyhin
izzeti ve sizin hürmetiniz için, Hz. Musa'nın gelmemesi için Şeyhe dua
ettirin.
Duaları müstecab olduğu şüphesizdir. Eğer dua ettirir iseniz,
nihayetsiz mal
toplayıp, zat-ı muhteremelerine takdim için gayret gösteririz derler.
Ve kadını
razı ederler, İblis aleyhillâne de iğvası ile ikna ettirmeye söz
vererek, gece
- gündüz şeyhe sûret-i Hak'tan bazan lütuf ve bazan da ağlamak ile, her
nasılsa
iğfal eder ve Hz. Musa Aleyhisselâmın Tur dağından hareketini haber
alan Şeyh
Beham, artık kâmil oldum zanneder. Kalbi marifet-i ilâhî'den ve esrar-ı
vahdaniyetten habersiz olarak, ettiği ibadetlerde iblis gibi istidrac
ettiğini
idrak edemeyip ucub ve kibir sahrasında nefsu hevasına uyar. Bunlardan
başka
aklı noksan olan kadınına da tam muhabbet besleyip O'nun rızasını
Hak'kın
rızasına tercih eder ve benim duam dergâh-ı izzette kabul olunur
diyerek dua
edeceğine söz verir.
Şiir:
Kadına meyi edip
sevmek, hakikatte hamakattır.
Ki onlara gönül vermek, şeriatta sefahettir.
Ki onlara gönül vermek, şeriatta sefahettir.
İblis, Şeyhin
Hak'kı gören gözü önünü kadın vasıtası ile örttü. Ve Şeyh gayret-i
cahiliyye
kuşağını beline kuşanıp, nefsi emmaresi ile mücadeleleri de bırakarak,
Salihiyye dağında dua etmek üzere yola çıktı. Giderken:
- Ey Şeyh, nereye
gidiyorsun, geri dön. O, Hak'kın emri ile gelen Kelîmullah'tır. Gerçi
duan
dergâh-ı izzette makbuldür ve lâkin sonu hayır değildir. İblis gibi
nedamet
çekersin, diye gizliden ses gelir.
Şeyh bir miktar
durur. Fakat gayret-i cahiliyyesi ile" ve vefasız kadınının
muhabbetini,
iblis kalbine ilka etmekle, bu nida-yi Hakîkate uyanamayıp yola devam
eder. Bir
müddet gittikten sonra havada uçan kuşlar açık bir lisan ile:
- Ya Şeyh, nereye
gidiyorsun, geri dön. Hepimiz, Ulûlazîm Rasûlü Âzam olan Hz. Musa'nın
gelmesine
ve bu diyarı şereflendireceğine seviniyoruz. Allahu Teâlâ
Hazretlerinden kork.
Son pişmanlık faide vermez, dedikleri zaman şeyh bir miktar daha durur
ve şöyle
düşünür:
- Ben iblisin ve
kadının yanına ne yüzle giderim. Bir kısım kuşların sözleriyle mi
döneyim.
Sonra tevbe ve istiğfar ederim, nasıl olsa dergâh-i Hak'da kabul
olunur.
Böylece yine
yoluna devam ederken, ağaçlar açık bir lisan ile:
- Ya Şeyh, nereye
gidiyorsun, Allahu Teâlâ Hazretlerinin rızasına muhalif harekette
bulunma.
Sonra pişman olursun. İblis ne derece yakın iken nasıl reddedildi ve
melun
oldu. Sonunda harab olursun, geri dön. O gelen Hz. Musa'dır. Bizler
O'nun
cemâline âşığız. Rızâya aykırı dua etmek senin fazlına ve takvana
yakışmaz,
derler
Fakat iblis
aleyhillâne her taraftan O'nu sarmıştır. Bunlardan hiç birisi kulağına
girmez
ve merkebini dövüp yoluna devem etmek isteyince bu defa de merkebi asla
yerinden hareket etmeyip, açık bir lisan ile:
- Ey âsi ve azgın
insan, Cenabı Hak'kın emri ile gelen Kelîmullah'tır. Bütün mahlukat
O'nun
gelişine sevinirken sen, gelmemesi için dua etmeye gidiyorsun.
Akibetinin iblis
gibi olacağı açıktır. Beni de âsi etme. Öldürsen bir adım bile ileriye
gitmem,
der.
Bunun üzerine,
gözleri örtülen o şeyh inad eder ve merkebinden iner, yürüyerek dua
mahalline
gider ve duasını yapar. Cenabı Hak hikmeti üzere duayı kabul buyurur.
Şeyh de
dönüp aklı kısa kadınına ve müridlerine bunu haber verir. Hep birlikte
sevinirler.
Gelelim Hz. Musa
Aleyhisselâma.
O Sultan-ı Azîm
de kavmi ile beraber Tur dağından kalkıp Konkoçe sahrasına gelmişlerdi.
Şeyh-i
habisin duası da tam o zaman kabul olunmuştu.
Hz. Musa
Aleyhisselâm ertesi gün kavmi ile beraber hareket ederler ve akşama
kadar yol
giderler. O gece istirahat etmek için konaklayıp, sabah kalktıklarında,
kendilerini
tekrar hareket ettikleri yerde bulurlar. Sahih rivayete göre bu hal tam
40 gün
devam eder.
Nihayet Hz. Musa
Aleyhisselâm Cenabı Hak'ka teveccüh edip «Ey bütün sırları ve
gizlilikleri
bilen Rabbim! Emrine uyarak gaza etmek için bu sahraya kadar geldik. Bu
kadar
zamandır ilerlemek için gayret ediyoruz, fakat bir türlü olduğumuz
yerden
ileriye gidemiyoruz. Bunun hikmeti nedir? diye münacatta bulunur.
Allahu Teâlâ
Hazretleri de:
- Ya Musa! Kavm-i
Cebbarın büyüklerinden duası dergâhımda kabul olunan Belam, senin o
diyara
gitmemen için dua etti. İşte bundan dolayı siz o sahradan ileriye
gidemiyorsunuz, buyurdu. Hz. Musa Aleyhisselâm:
- Ya Rabbî! O
Belam'ın çok sevdiği ne ise, senin emrine muhalefette bulunduğu için,
onu al,
diye tazarrûda bulunur.
Böylece, biçare
Belam'ın duası kendi aleyhine döndü ve Cenabı Hak O'nun en sevdiği şeyi
olan
imanını aldı ve son nefesinde imansız olarak gitti.
Rivayet edilir
ki, Belam'ın cennetteki makamı, Eshâb-ı Kehfin köpeği olan Kıtmir'e
verilmiştir. (3)Kaynak: Büyük Dini Hkayeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi
DİNİ HİKAYELER:Cürmüm İle Geldim Sana
Cürmüm İle
Geldim Sana
Medîne-i münevverede saatçılık yapmakta olan Ali Osman isimli İzmirli bir Türk vardı. Bu zât Medîne-i münevvereye hicret ettikten bir müddet sonra, mesleği olan işi yapmak üzere bir dükkân açmak için izin almaya çalıştı. Uzun süre bunu sağlayamadı. Parası bitti. Bir gece Allahü teâlâya iltica ile yalvardı. O gece rüyâsında esmer, kır sakallı, uzunca boylu bir zât;
- Evladım, resmî dâireye girdiğinde sağ tarafında gördüğün şu üçüncü şahsa mürâcaat et. Gerisine karışma buyurdu.
Ali Osman Efendi sabahleyin doğruca denilen şahsın yanına gitti. O şahıs, Ali Osman Efendi'ye;
-Seni Kuddûsî hazretleri mi gönderdi? Git hemen dükkânını aç, işine başla, dedi.
Ali Osman hemen gidip dükkânı izin almış gibi açtı. O şahıs izin belgesini sonradan gönderdi. Bir müddet sonra rüyâsında aynı zâtı gördü. O zât;
-Oğlum bana Kuddûsî derler. Cebine bir hediye koydum, onu al ve amel et, dedi. Ali Osman Efendi uyandığında cebinde Kuddûsî hazretlerinin şu şiirinin yazılmış olduğu kâğıdı buldu:
Medîne-i münevverede saatçılık yapmakta olan Ali Osman isimli İzmirli bir Türk vardı. Bu zât Medîne-i münevvereye hicret ettikten bir müddet sonra, mesleği olan işi yapmak üzere bir dükkân açmak için izin almaya çalıştı. Uzun süre bunu sağlayamadı. Parası bitti. Bir gece Allahü teâlâya iltica ile yalvardı. O gece rüyâsında esmer, kır sakallı, uzunca boylu bir zât;
- Evladım, resmî dâireye girdiğinde sağ tarafında gördüğün şu üçüncü şahsa mürâcaat et. Gerisine karışma buyurdu.
Ali Osman Efendi sabahleyin doğruca denilen şahsın yanına gitti. O şahıs, Ali Osman Efendi'ye;
-Seni Kuddûsî hazretleri mi gönderdi? Git hemen dükkânını aç, işine başla, dedi.
Ali Osman hemen gidip dükkânı izin almış gibi açtı. O şahıs izin belgesini sonradan gönderdi. Bir müddet sonra rüyâsında aynı zâtı gördü. O zât;
-Oğlum bana Kuddûsî derler. Cebine bir hediye koydum, onu al ve amel et, dedi. Ali Osman Efendi uyandığında cebinde Kuddûsî hazretlerinin şu şiirinin yazılmış olduğu kâğıdı buldu:
Ey rahmeti bol pâdişâh, Cürmüm ile geldim sana, Ben eyledim hadsiz günâh, Cürmüm ile geldim sana. |
Aslım çü bi katre menî, Halk eyledin andan benî, Aslım denî, fer'îm denî, Cürmüm ile geldim sana. |
Adın senin Gaffâr iken, Ayb örtücü Settâr iken, Kime gidem sen vâr iken, Cürmüm ile geldim sana. |
İsyânda Kuddûsî şedîd, Kullukda bir battal pelîd, Der kesmeyip senden ümîd, Cürmüm ile geldim sana. |
Hadden tecâvüz eyledim, Deryâ-yı zenbi boyladım, Ma'lûm sana ki neyledim, Cürmüm ile geldim sana. |
Gerçi kesel fısk-ü-fücûr, Ayb-ı-zelel çok hem kusûr, Lâkin senin adın Gafûr, Cürmüm ile geldim sana. |
Hiç sana kulluk etmedim, Rah-ı rızâna gitmedim, Hem buyruğunu tutmadım, Cürmüm ile geldim sana. |
|
Senden utanmayup hemân Ettim hatâ gizlü ayân, Urma yüzüme el-emân, Cürmüm ile geldim sana. |
Zenbim ile doldu cihân, Sana ayân zâhir nihân, Ey lutfü bî-had Müste'ân, Cürmüm ile geldim sana. |
Bin kerre bin ol pâdişâh, Etsem dahî böyle günâh, Lâ-taknetû yeter penâh, Cürmüm ile geldim sana |
DİNİ HİKAYELER:Cömertliğin Zirvesi: Muhtaçken Verebilmek
Cömertliğin Zirvesi: Muhtaçken Verebilmek |
Halife
Hazret-i Ömer, hazinenin gelirleri arttıkça bazı sahâbîlere ve
bilhassa Peygamber
Efendimiz'in Ehl-i Beytʼine
zarûrî ihtiyaçlarını karşılamaları için yıllık
tahsisat bağlamıştı. Bunlar arasında Âlemler Sultânı
Efendimiz'in
muhtereme zevcelerinden biri olan Zeynep bint-i Cahş'a,
Beytü'l-Mâl'den
tahsis edilen miktar ise on iki bin dirhemdi.
İlk
tahsîsâtı
kendisine gönderildiğinde Zeynep Vâlidemiz, bu kadar çok parayı bir
arada görünce
şaşırdı ve getiren şahıslara:
"-Allah
Teâlâ, Ömer'i affetsin. Diğer kardeşlerimin hisseleri de bunun içinde
mi?"
diye sordu.
Onlar,
büyük
bir edep içerisinde:
"-Hayır,
bu gelenin hepsi sizindir, tasarrufu tamamen size âittir." karşılığını
verdiler. Bunun üzerine Zeynep Vâlidemiz:
"-Sübhânallâh!.."
diyerek bir örtü ile bu
paranın üstünü örttü ve hizmetkârına:
"-Elini
örtünün altına sok, o paradan bir miktar al, falan oğullarına götür.
Tekrar bir
miktar al, filâna ver..." diyerek kendisine gelen tahsisâtını
akrabasına
ve kimsesizlere dağıttı. Tâ ki, örtünün altında az bir şey kaldı. Bunu
gören
hizmetkâr:
"-Ey
mü'minlerin annesi!.. Allah sizi affetsin. Bunda bizim de payımız yok
mu?"
deyince Zeynep Vâlidemiz, hizmetkârın gönlünü hoş etmek için kendisine:
"-Örtünün
altında kalanlar da senin olsun." buyurdu. Böylece gelen paranın
hepsini
dağıttı. Hizmetkâr, örtüyü kaldırıp kalan parayı saydığında, on iki bin
dirhemden geriye sadece seksen beş dirhem kaldığını gördü. Onu da
kendisi aldı.
Zeynep Vâlidemiz'e bu paradan bir dirhem dahî kalmadı.
Bu
hâdiseyi
öğrenen Hazret-i Ömer -radıyallâhü anh-, Zeynep Vâlidemiz'in evine
geldi,
kapısının önünde durdu ve içeriye selâm verdikten sonra:
"-Daha
önce gönderdiğim dirhemleri dağıttığınızı duydum. Bin dirhem daha
gönderiyorum
ki, onu ihtiyaçlarınız için elinizde tutasınız." diye seslendi.
Daha
sonra Hazret-i Ömer -radıyallâhü anh-, Zeynep
Vâlidemiz'e bin dirhem daha gönderdi. Fakat Zeynep bint-i Cahş
-radıyallâhü
anha-, daha önce yaptığını aynen tekrar etti ve elindekinin hepsini,
muhtaç,
kimsesiz, garip, yetim ve hastalara dağıttı.
İnsanın,
malının fazlasından kendine lâzım olmayanı
vermesi cömertliktir. Kendisi muhtaç olduğu hâlde başkasını kendine
tercih
ederek infak etmek ise, cömertliğin zirvesi olan îsar hâlidir. Îsârın
mükâfâtı,
kulun fedâkârlığı nisbetindedir.
|
DİNİ HİKAYELER:Cimri Zengin
Cimri Zengin
Duydum ki bir zengin vardı, Hâtem-i Tâî cömertlikte nasıl şöhret sahibiyse, bu da cimrilikte öyle ün kazanmıştı. Dünyada refahla yaşamak için ne lâzımsa bunda hepsi -fazlasıyla- mevcuttu. Cimriliğine gelince: -Söz gelişi- Ebû Hüreyre’nin (r.a) kedisi de olsa, bir lokmacıkla onu sevindirmez, Ashâb-ı Kehf’in köpeği gelse, küçük bir kemik olsun atmazdı. Hâsılı, ne kapısının açıldığını gören vardı, ne de sofrasının kurulduğunu.
Yemeğinin yoksullara ancak kokusu ulaşırdı, sofrasından kuşlar bile tek bir kırıntı toplayamazdı.
Bir gün, bu adamın Mağrip denizinde (Akdeniz) Mısır yoluna koyulmuş, kafasına yerleştirdiği Firavunluk gururuyla gitmekte olduğunu işittim. Ansızın bir firtına çıktı, ters bir rüzgâr geminin etrafını sardı.
Mahzun mizacına gönlün mecburen uyacak, kuzey rüzgârı her zaman geminin gidişine göre esmez.
Ellerini kaldırdı, dua ve niyaza başladı. Fakat bütün bu feryat ve figanlar boşa gitti. Çünkü bunlar (Firavun’un imanı gibi) iman-ı ye’s kabilinden şeylerdi. Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’inde bu gibilerin hallerini şu biçimde örneklendirir: “Gemiye bindikleri zaman Allah’a canı gönülden yalvarırlar. Bir de karaya ayak bastılar mı, şirk ve tuğyanlarında devam ederler.”
Kendisi Allah’tan dilenir, dilenciye hiçbir şey vermez. Böyle cimri olan kimse elbette muradına eremez.
Topladığın altın ve gümüşün sana bir yararı yok. Gücün kuvvetin varken onları dağıtmaya bak. Kerpiçleri altın ve gümüşten kalıba dökülmüş olsa da evin, bir gün başkasına miras kalacak.
Rivayet ederler ki tüccarın Mısır’da fakir akrabaları vardı. Ondan kalan mirasla zengin oldular. Miras bırakanın ölümüyle beraber, eski elbiselerini çıkarıp attılar. Dimyat kumaşından yeni elbiseler dikindiler. Bir hafta geçmemişti ki bunlardan birine rastgeldim. Bir küheylâna binmiş gidiyor, peri yüzlü bir köle, ardınca koşuyordu. Dedim ki:
Âh, eğer ölen kişi dirilip geri gelseydi ve fırsatı kaçırdığını size haber verseydi, vârislerine mirası geri vermek miras bırakanın ölümünden daha zor olacaktı.
Aramızda eski dostluğa dayanarak, adamın yenini çektim ve dedim ki:
“Afiyetle ye, iç! O bahtı kara bu dünyadan ne kazandı; ne götürdü mezara?”
Gülistan – Şeyh Sa’di-i Şirazi
Duydum ki bir zengin vardı, Hâtem-i Tâî cömertlikte nasıl şöhret sahibiyse, bu da cimrilikte öyle ün kazanmıştı. Dünyada refahla yaşamak için ne lâzımsa bunda hepsi -fazlasıyla- mevcuttu. Cimriliğine gelince: -Söz gelişi- Ebû Hüreyre’nin (r.a) kedisi de olsa, bir lokmacıkla onu sevindirmez, Ashâb-ı Kehf’in köpeği gelse, küçük bir kemik olsun atmazdı. Hâsılı, ne kapısının açıldığını gören vardı, ne de sofrasının kurulduğunu.
Yemeğinin yoksullara ancak kokusu ulaşırdı, sofrasından kuşlar bile tek bir kırıntı toplayamazdı.
Bir gün, bu adamın Mağrip denizinde (Akdeniz) Mısır yoluna koyulmuş, kafasına yerleştirdiği Firavunluk gururuyla gitmekte olduğunu işittim. Ansızın bir firtına çıktı, ters bir rüzgâr geminin etrafını sardı.
Mahzun mizacına gönlün mecburen uyacak, kuzey rüzgârı her zaman geminin gidişine göre esmez.
Ellerini kaldırdı, dua ve niyaza başladı. Fakat bütün bu feryat ve figanlar boşa gitti. Çünkü bunlar (Firavun’un imanı gibi) iman-ı ye’s kabilinden şeylerdi. Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’inde bu gibilerin hallerini şu biçimde örneklendirir: “Gemiye bindikleri zaman Allah’a canı gönülden yalvarırlar. Bir de karaya ayak bastılar mı, şirk ve tuğyanlarında devam ederler.”
Kendisi Allah’tan dilenir, dilenciye hiçbir şey vermez. Böyle cimri olan kimse elbette muradına eremez.
Topladığın altın ve gümüşün sana bir yararı yok. Gücün kuvvetin varken onları dağıtmaya bak. Kerpiçleri altın ve gümüşten kalıba dökülmüş olsa da evin, bir gün başkasına miras kalacak.
Rivayet ederler ki tüccarın Mısır’da fakir akrabaları vardı. Ondan kalan mirasla zengin oldular. Miras bırakanın ölümüyle beraber, eski elbiselerini çıkarıp attılar. Dimyat kumaşından yeni elbiseler dikindiler. Bir hafta geçmemişti ki bunlardan birine rastgeldim. Bir küheylâna binmiş gidiyor, peri yüzlü bir köle, ardınca koşuyordu. Dedim ki:
Âh, eğer ölen kişi dirilip geri gelseydi ve fırsatı kaçırdığını size haber verseydi, vârislerine mirası geri vermek miras bırakanın ölümünden daha zor olacaktı.
Aramızda eski dostluğa dayanarak, adamın yenini çektim ve dedim ki:
“Afiyetle ye, iç! O bahtı kara bu dünyadan ne kazandı; ne götürdü mezara?”
Gülistan – Şeyh Sa’di-i Şirazi
DİNİ HİKAYELER:Cimrilik Ateşi
Cimrilik Ateşi
Resulullah efendimiz buyurdu ki:
- Aman ateşinle beni de yakma!
Resul-i
ekrem efendimiz, Kâbe’yi tavaf eden birinin
gözyaşları içinde (Ey Beytin sahibi, bu beytin hürmetine beni affet)
diye
ağlayarak dua ettiğini görüp buyurdu ki:
-
Suçun nedir de bu kadar yalvarıyorsun?
-
Çok
büyüktür, imkânsız anlatamam.
-
Yazık sana! Karalardan da mı büyük ve ağırdır?
- Evet.
- Eyvah! Denizlerden de mi büyüktür?
- Evet.
- Göklerden de mi büyüktür?
- Evet.
- Arştan da mı büyüktür?
- Evet.
- Allahın rahmetinden de mi büyüktür?
- Hayır.
- O hâlde neymiş bu?
- Çok zenginim. Benden küçük bir şey istense, içimi bir ateş kaplar, bir kuruş vermem.
- Evet.
- Eyvah! Denizlerden de mi büyüktür?
- Evet.
- Göklerden de mi büyüktür?
- Evet.
- Arştan da mı büyüktür?
- Evet.
- Allahın rahmetinden de mi büyüktür?
- Hayır.
- O hâlde neymiş bu?
- Çok zenginim. Benden küçük bir şey istense, içimi bir ateş kaplar, bir kuruş vermem.
Resulullah efendimiz buyurdu ki:
- Aman ateşinle beni de yakma!
DİNİ HİKAYELER:Ceza Olarak Eli Kesilen Şeyh
Ceza Olarak Eli Kesilen Şeyh |
Şeyh Hammad (Ebu'l
- Hayr Tinati) Hazretlerinin bir eli kesikti. Bir gün mürüdlerinden
biri küstahlık ederek ona elinin kesilmesine sebep olan şeyin ne
olduğunu sordu. Şeyh Ebu'l - Hayr Tinati Hazretleri elinin kesilmesine
sebep olan hadiseyi şöyle anlattı:
- Gençliğimde bir hünah işledim. Ondan dolayı elimi kestiler, buyurunca ne zaman olduğun sordular. Hz.Şeyh de meseleyi başından anlatmaya başladı. - Ben mağrip diyarında oturmakta idim. Sefere çıkmayı ve biraz gezmeyi arzuladım. Tınattan ayrılıp İskenderiye'ye geldim. Orada oniki sene kaldım. İskenderiye'den sonra Dimyat'a dökülen ırmak kenarına dağa kamıştan bir ev yapmıştım. O sıralarda Dimyat'a çok gelen- giden olurdu. Irmağın başına otururlar, yemeklerini yerler ve sofralarının artıklarını da kaleenin dibine dökerlerdi. Ben kimseden habersiz, oradaki köpeklerle beraber dökülen ekmeklere üşüşür ve nasibimi alırdım. Yaz mevsiminde bütün azığım bu idi. Kış olunca ise evimin etrafında çok saz yetişirdi. Ben sazların kökünün tazesini ve beyazını alarak yerdim, kukrlarını atardım. Kışın da azığım bı idi. Bir gün hatırıma: -Ey Ebu'l Hayr, sen kendini mütevekkil zannedersin. Halkın yapmadığın yapıyorum zannedersin ama otlaklarda otluyorsun, bir şeyler bulup yiyorsun, diye geldi. Kendi kendime: "İlahi bundan sonra yerden biten hiçbir şey yemeyeceğim. Ancak bana kendi lafzından gönderirsen onu yiyeceğim.Senin izzetin hakkı için buna söz veriyorum",dedim. Böylece 12 gün geçti, namazın farzını sünnetini ve nafileleri tamamen kılıyordum. 12 gün de sadece nafileleri terk ederek namaza devam ettim.Sonra sünneti terk ettim.12 gün sadece farz namazı kılmaya başladım.Sonra kıyamdan, daha sonra da oturarak da kılmaktan aciz kalarak farzları da eda edemez olmuştum. Sırrımla niyaz ederek: "Allahım bana farz kıldığın bir hizmetten sorguya çekmen ve kefil olduğun rızkımı da göndermen gerekir.Kefil olmakta devam ettiğin o rızkı bana fazlından ihsan eyle!." diye yalvardım. Ansızın önümde iki yuvarlak daire görüldü.İçinde de birşey vardı.O iki yuvarlak kürs her gece bana gelir bende içindekini yer,gıdamı temin ederim. (Şeyh yediği şeyin ne olduğunu söylemediği gibi yanındakiler de ne olduğunu sorrmadılar.) Böylece bir müddet devam ettikten sonra bana gaza için sınır boyuna gitmem işaret edildi. Buralarını müslümanlar ellerinde bulunduruyorlardı.Ben sınır boyuna gittim.Bir köye vardım.Cuma günü idi. Mescidin kapısında bir kaç kişi toplanmışlar sohbet ediyorlar, birisi anlatıyor öbürleri dinliyorlardı. Anlatan Zekeriyya Aleyhisselamın ağaca saklandığını ve müşrikler tarafından destere ile kesildiğini anlatmakta idi. O'nun sabrından bahs ederken ben içimden şöyle geçirdim: "Eğer bende olsaydım orada sabrederdim." Oradan ayrılıp sınır boylarında Antakya'ya geldiğimde dostlarım bana bir kılınç-kalkan verdiler.Sonra sınır boyuna müteveccihen oradan ayrıldım.Düşmandan korkarak duvar arkalarına sığınmaktan Allah'tan haya ettiğimden oralardaki meşeliğe geçtim.Gece deniz kenarına gelir,abdest alır,namaz kılardım.Gündüz olunca da yine o meşeliğe geçer düşmanın gelmesini beklerdim. Birgün meşelikte gezerken yemişlerinin bazısı olgunlaşmış,bazısı henüz olgunlaşmamış bir meyve ağacı gördüm.Bu çok hoşuma gitmişti.Allah'a verdiğim sözden o anda gafildim.Elimi uzatarak yemişlerden bir miktar topladım.Sonra birkaç tanesini yemeğe başladım.Bir kısmı ağzımda bir kısmı da elimde olduğu halde yeminim aklıma geldi.Hemen elimde olanları serptim,ağzımdakileri tükürdüm.Kendi kendime mihnet ve bela vakti yaklaştı,dedim.Kılıcımı-kalkanımı ve mızrağımı bir kenara attım,bir ağacın dibine varıp elim şakağımda düşünmeye başladım.Hatta işledim.Şimdi benim halim ne olucak diye düşünüyordum. Ben dalgın dalgın düşünmekte iken bir bölük atlı silahlı kişi gelerek etrafımı sardı.Sonra beni yaka-paça deniz kenarına emir (Reislerinin) yanına götürdüler. Daha evvel bazı köylüler de benim gibi yakalanarak sultanın huzuruna getirilmiş,bekletiliyorlarmış. Sultan bana: -Sen kimsin? Necisin? dedi. Ben: -Allahın kullarından bir kulum,deyince de orada bulunan esir köylülere tanıyıp tanımadıklarını sordu. Tanımadıklarını söylediler.Onlara: -Bu sizin büyüğünüz,fakat siz onu mazur göstermek için tanımadığınızı söylüyorsunuz,kendinizi feda ediyorsunuz,dedi. Biraz sonra kararını verdi.O kalabalıktan birer birer ayrıp birer el, birer ayaklarını kestiler. Sıra bana gelince: -Elini uzat! dediler. Uzattım ve bir vuruşta sağ elimi kestiler.Ayağını da uzat dediklerinde sırtüstü yatarak ayağımı uzattım ve: -Ya Rabbi! Elim günah işlemişti kestirdin,ayağımın ne suçu var!...diye içimden yalvardım. O anda atlılardan biri atından atlayarak: -Durun,kesmeyin,bu adam falan zattır!. Ne yapıyorsunuz, dünyayı başımıza mı yıkacaksınız.Ben bunu tanıyorum! diye bağırdı. Bunun üzerine reis atından inerek o kesilen eli öptü.Bana da: -Biz hata ettik,bizi affet,diye yalvardı. Ben de: -O suçlu bir eldi.Kestiniz,hakkımı helal ettim, dedim. Ondan sonra çok ağladım.Çünkü bir anlık dalgınlık yüzünden hem elimden olmuş hemde o her zaman nereye gitsem beni bulan yuvarlak kürsten mahrum olmuştum.İşte bu elimin kesilmesi böyle bir hadise sonucu olmuştur.Bu bir suçlu eldir ve cezasını çekmiştir.Allah ahirette çektirmesin... Kaynak: Büyük Dini Hikayeler, İ.Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi |
DİNİ HİKAYELER:Cennet Komşusu
Cennet
Komşusu
Vaktiyle padişahlardan biri şehri dolaşmaya çıkmıştı. Tanınmamak için kıyafetini değiştirmiş, yanına da bir kölesini almıştı. Halkın kendi yönetimi hakkında neler düşündüğünü öğrenmek istemisti.
Vaktiyle padişahlardan biri şehri dolaşmaya çıkmıştı. Tanınmamak için kıyafetini değiştirmiş, yanına da bir kölesini almıştı. Halkın kendi yönetimi hakkında neler düşündüğünü öğrenmek istemisti.
Mevsim
kıştı. Soğuk her yeri kasıp kovuruyordu.
Yolu
bir mescide düştü.
İki
yoksul bir köşede titreyerek oturuyordu. Gidecek başka yerleri yoktu.
Onların
ne konuştuklarını merak eden padişah yanlarına sokuldu.
Fakirlerden
şakacı olanı soğuktan şikayet ediyordu:
-
Yarın cennete gittiğimizde bizim padişahı oraya sokmayacağım! Cennetin
duvarına yaklaştığını görürsem, pabucumu çıkarıp kafasına vuracağım.
Öteki merakla sordu:
Öteki merakla sordu:
-
Onu niçin cennete sokmayacakmışsın?
-
Tabii sokmam. Biz burada soğuktan donarken o sarayında keyif sürsün.
Bizim
halimizden haberdar olmasın. Sonra da kalkıp cennette bana komşu olsun.
Ben
öyle komşuyu istemem arkadaş, dedi.
Gülüstüler.
Padisah
kölesine:
-
Bu mescidi ve adamları unutma! dedi.
Saraya
dönünce mescide adamlarını yolladı. İki fakiri alıp saraya getirdiler.
Zavallılar
başımıza neler gelecek diye korkuyla bekleşirken onları dayalı,
döşeli bir odaya yerleştirdiler.
-
Burada yeyip, içip yatacak, padişahımıza dua edeceksiniz. Cennette size
komşu
olmasına karşı çıkmıyacaksınız, dediler.
Padişah
ne iyi kalpli imiş, değil mi? Peygamberimiz yoksula yardım edenleri
şöyle övmüştür:
"Bir
mü'mini dünya dertlerinden kurtaranı, Allah, ahiret dertlerinden
kurtarır."
DİNİ HİKAYELER:Cemre-i Şehrâyin
Cemre-i
Şehrâyin
Fethin
550. yılı
münâsebetiyle Söz Ola Dergisi'nin düzenlediği fetih yarışmaları
çerçevesinde,
hikaye dalında ikincilik alan eser
hikaye dalında ikincilik alan eser
Sene 1454…
Baharın,
tazeliğini sıcak günlere terk etmeye hazırlandığı günlerde, ıhlamur
ağaçlarını kırlangıçlar doldurmuş, iğde kokuları tüm sokaklara
yayılmıştı.
Denizin mavisi bu mevsime öylesine yakışmıştı ki, "İstanbul'da bahar
mavidir!" denmeye başlamıştı. Şehir alabildiğine sâkindi. Gönüller hamd
ile temâşâda idi. İşte bu sükûneti delirtip gönül deryâlarını hakikat
fırtınalarına
mezceden bir gün; Feth-i Mübin'in sene-i devriyesi...
Baharla
şenlenen mübarek şehre, o gün latîf bir heyecan hâkimdi. Çobanından
sultanına serâpâ herkeste bir hamd hâli... Gönüller titrek, gözlerde
akmayı
bekleyen yaşlar... Konstantiniyye'de, İstanbul'da, Hünkâr'a akıyordu
gönüller.
Âlemler ona duâda.. Arştan üzerine düşense yalın bir rahmet nazarı...
Sultan
Mehmet, herkes gibi istiğrâk hâlinde idi, öyle ki; gece boyunca hiç
uyumamıştı.
Derûnî bir hazla fethi anıyor; heyecanı ve sabırsızlığıyla geçen
yılları;
bitmek tükenmek bilmeyen, iki asra bedel o iki ayı düşünüyor, secdelere
kapanıyor, lâyık olabilmeyi diliyordu. Sabah namazının ardından, şehrin
bekçisi
ve kutlu sahibi ziyaret edilecekti. Sultana eşlik eden kalabalık
cemaat, Eyyûb
Sultan'a gidiyordu. Atından inen Fâtih en önde, üstâdı, demir yüreğini
örsüne
koyduğu hocası Akşemseddin yanıbaşında, yürüyorlardı. Diller, rûhlar bu
lâhûtî
havayla feyizyâb olmuş, eller sadırlarda, salevâtla ilerleniyordu. Bu
güzel
kumandan, güzel asker ve fetih şühedasının rûhâniyeti, kutlu fethin
müjdesine
nâiliyyet ümîdini âbideleştiren Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri'nin
huzûrunda
buluşmuş, üzerlerindeki rahmet bulutlarından gelen sekînet sağanağı
altında
mânevî bir huzur iklîmine girmişlerdi.
Öğle
namazını bekleyiş, minarelerden yükselen ulvî bir ezanla sona erdi.
İstanbul semâları sanki ilk kez ma'kes oluyordu bu dâvete! Tüm gözler
Sultan'daydı... O ise semâya bakıyordu.
* * *
Ve
Ayasofya; fethin en büyük ganimeti; Fatih'in ganimet taksiminde:
"-Bütün
Konstantiniyye mülkü size, Ayasofya bana!" buyurduğu, fethin
gülşeni... İmam yine O! Hayret!!! Yine üç tekbir!!! Bir tarih böyle
yaşanır!
Heyecanlar taptaze nasıl kalır ey Hünkar!!! Bu namaz bambaşkaydı...
Yalnız
gözyaşı, yalnız hamd vardı. İnsanlık hayran bu manzaraya... Dervişâne
bir dua:
"-Rabbimiz!
Bizleri O en büyük Fâtih'e lâyık kıl! Kibrin zerresinden dahî
uzak tut!"
"-Âmin"
dedi cemaat, "-Âmin" dedi melekler,
"Âmin" dedi, fethin müjdecisi Sallallâhu aleyhi ve sellem…
Kelâm
yok; kimse yanındakine neler olduğunu sormuyordu. Herkes geçen baharla
hemdem... Sükût, müştâk olmuş ruhlara bu kadar yakışmış mı hiç? Kısa
bir
ferman:
"-Dileğim
odur ki; Belde-i Tayyibe'ye yakışa duâmız. Dileğim odur ki; bu
gece hiç sönmeye hânelerin kandilleri!.."
Nice
ulvî hissiyatla geçen günün
sonunda halk evlerine çekildi, uyumak yoktu bu gece evlerde. Güzel
Kumandan'a
ittibâ ediyordu herkes, bir asker edâsıyla...
* * *
Yatsı namazından sonra ulemâ meclisi huzurda... Yaşlı-genç hâfızlar kenarlara dizilmişlerdi. Fethin mâneviyât kardeşleri yanyana... Sultan boynunu bükmüş, bambaşka bir âlemde tefekkür diyarına uzanmıştı.
Yatsı namazından sonra ulemâ meclisi huzurda... Yaşlı-genç hâfızlar kenarlara dizilmişlerdi. Fethin mâneviyât kardeşleri yanyana... Sultan boynunu bükmüş, bambaşka bir âlemde tefekkür diyarına uzanmıştı.
Fetih
Sûresi aksediyordu dillerden gönüllere, satırlardan sadırlara… Saatler
sonra dışarıda bir hareketlilik... Sessizliği yaran ihtiyar bir ses
muhâfızları
aştı.
"-Buyursun!"
dendi içeriden. Uzun yoldan geldiği anlaşılan bir toprak
insanıydı, hayret ve merak nazarları arasında içeri giren. Uzun boylu,
zayıf
bir adam... Mütevâzî duruşundan zarîf bir heybet yükseliyordu. Küçücük
gözlerinden belli belirsiz birer gözyaşı yatağı uzanıyordu çenesine ve
kırlaşmış bıyıklarına. Damarları çıkmış yorgun, nasırlı ellerinden
birinde bir
kağıt parçasını sımsıkı tutuyordu.
"-Buyur
baba! Ne istedin? Seni böyle yorup buralara getiren derdin ne ola
ki?!." Adam gözlerini Sultan'ın gözlerine dikti. Koskoca bir okyanusla
irkildi Fâtih:
"-Bak
sultanım! Bende bir emânetin var!..."
Meclis
şaşkın; Bu muammâ da neydi böyle? Vezirlerden biri Sultan'ın işaretiyle
mektubu aldı.
"-Oku."
dedi Fâtih. Yaşlı ziyaretçi bir anda ileri atıldı:
"-Sultanım!
Bilmezsin ki, bu bir şehid mektubudur. Bir şehid mektubunu
okumaksa ancak bir fâtihe yakışır!"
Hayret
dolu Hünkar, gayr-i irâdî kalktı, vezirinden kağıdı aldı. Sonra
meclisin
ortasına dizleri üstüne oturdu. Kırmızı bir ipekle bağlanmış,
mumlanmamış
mektup açılırken meclise hoş bir râyiha yayıldı. Zarif bir yazı, inci
gibi
parlak... Sultan Mehmed bir an ihtiyara baktı. Adam başını müsâade
edercesine
salladı ve Fâtih, güzel bir rüyaya dalarak elindekini seslendirmeye
başladı:
"-Saf ve
pak selamımla... Ey benim nâzenin Hünkarım! Bendeniz Bursalı
Mehmed; Feth-i Mübarek'te şehâdete eren, Efendimiz -sallallâhu aleyhi
ve
sellem-'in müjdesine mazhar olanlardanım. Sürûrumuz Şehriyârım! Dedem,
Sultan
II. Murat zamanında Emir Sultan Hazretleri ile dilber şehrin
kuşatmasına
katılmış. Orada şehid düşmüş. Ben doğanda babam senin adını koymuş,
sana asker
olam diye... Hünkarım! Ben doğdum doğalı bu mübarek müjdeye yazıldı her
lahzam!
Bursa'da Akbıyık Sultan derler, bir derviş baba vardır. Çocukken onun
önünde
diz kırar, canımı kanımı coşturan Konstantiniyye'yi dinlerdim. Duâmız
tek,
şehâdetti! Delikanlı olunca "Ne zaman, ne zaman?" der dururdum hocam
Akbıyık Sultan'a. Bu bekleyiş çok uzamıştı sanki. Anla ki Sultanım;
şehâdete,
Konstantiniyye'ye dost olmuştum. Bu öyle bir özlemekti ki; hani insan
baba
ocağından ırak kalır da ana yemeğini özler ya... Her tattığı o hasreti
bir daha
pişirir ya... İşte öyle Hünkarım! Nihayet, gün geldi Ulubatlı Hasan'a
yeniçeri
oldum. Babam derdi ki:
"-Oğul!
Şehâdeti arzulamaksa derdin, Sultan Mehmed'e yaraşır bir er ol!
Onun çabasını, duâsını duymaktayız. Teb'asının duâsı da onadır. Kim ki
onla
hemhâl ola, duâsına ortaktır! Babamı saydım; bereketin büyüklerle
beraber
olduğunu bildim!.. Sultanım! Senin ilmine, hâline yetişmek ne mümkün!
Lâkin, Allâh
bilir ya, o tahammül-fersâ arzu damla damla aktı içime... Anam ardımdan
çok
ağladı!
"-Gidişime
ağlama, ana! Sana koskoca bir nam bırakıyorum; şehid anasısın
bundan gayrı!!!" Kuşatmanın o dayanılmaz uzunluğunu da bildim. Cânâna
yakın olup da kavuşamamanın adamı canından bezdirdiğini de... Ama bir
seferinde, ak atını dalgalı denize sürüp kılıcını çekerek:
"-Ya ben
bu şehri alırım, ya da bu şehir beni, deyû haykırışın vardı ya
Pâdişâhım; işte ben en çok o zaman ağladım! En çok o zaman dağladı
yüreğimi, hasret
atının toynakları. Hani zemherinin ayazında eve girer de insan, ocağın
yanıbaşında donmuş elleriyle kaşıklar da sıcacık tarhanayı, içi
yanıverir ya...
İşte o kadar tatlı bir yangındı nefesime mil çeken. Binlerce erat her
sabah:
"-Artık
ya şehid olup cennete veya zaferle Bizans'a gireceğiz."
diyordu. Ben hep:
"-O
müjdenin şehidleri olarak cennete, fethin şâhidleri olarak da Bizansa
gireceğiz." demekteydim.
Devletlüm!
Birgün sabah namazının ardınca ümidim dizüstü çöktüğünde:
"-Bu ne
acep bir hâldir!" dedim kendime. Sonra Akbıyık Sultan'ımı
gördüm. Yanında Akşemseddin hazretleri olduğu halde yürüyordu.
Şaşırdım.
Koştum, eline sarıldım! Alnımdan öptü beni. Heyecanla Şeyh
Akşemseddin'in elini
öptüm de, başımı eğdim önünde! Nenem anlattıydı; O mübarek, beşikte
seni
görmeden dahî Sûre-i Feth'i okurmuş. Yüreğim ağzımda, işâret
bekliyordum.
Birden elini kalbime koydu da:
"-Ah
Fâtih'imin şehidi!!!" buyurdu... Ellerini ellerime alıp öptüm,
bir daha, bir daha öptüm... Rabîulevvel'in 19'u akşama vardığında bir
haber
salındı askerlere:
"-Sultanımız
buyuruyor ki, "Askerimiz yarın oruç tutalar ve dahî
günde beş defa abdest alıp namazlarda zafer için el açalar..." Bizim
bölük
yüzbaşısı Ulubatlı Hasan, kalkıp su dağıttı imsak öncesi. Sıra bana
gelince:
"-Efendim,
bugün şehidlik sırası bendedir." deyiverdim.
"-Ve
dahî bendedir." buyurdu! Kader kalemi ardarda dikmiş
damatlığımızı... Gün 20 Rabîulevvel'e doğduğunda kılıçlarımızı salât-ü
selâmla
salladık. Ateşler yağıyordu üstümüze; her bir kor, gül gibiydi billâh!
Harbin en
keşmekeş anında Yüzbaşım:
"-Haydi
yiğitler!" deyince benimle beraber otuz delikanlı yiğit
fırladı. Hedefi anlamıştık. Ulubatlı'nın elinde bayrak, surlara
tırmanıyorduk.
Birer birer vurulduk, oklar saplandı kollarımıza, sırtımıza. Kaleden
kızgın
yağlar dökülüyordu. Birbir tatlı şerbeti içiyordu kardeşlerim. Surların
üzerine
çıkabildim ki sultanım; Hasan'ım bayrağı dikmiş, yere düşmek üzere!
"-Allâhu Ekber!" dedi...
"-Elhamdülillâh." dedim yalınız... O an serin serin aktı içime nur... Bir rahatladım ki Devletlüm... Birden karşımda Ebû Eyyub -radıyallâhu anh-'ı gördüm. Nasıl anladın dersen birşey diyemem; lâkin ne güzel ağlıyordu! Birini işaret etti bana; baktım; bir eliyle sancağı tutmuş, bir eliyle Ulubatlı'nın başını okşuyor...Ve Hasan'ım haykırıyor:
"-Sultanım! Gözün aydın; Rasûlullâh surların üstünde... Duydun mu onu Hünkârım?!. Duyup da ağladın mı?!. Efendime baktım. O mütebessim çehre bana bakıp, mübarek eliyle:
"-Gel!" deyince anladım ki; dilber şehrin mehri olmuşuz çoktan. Şehriyârım! Rûhuma cemre gibi düşen bu hasret visâlimle son buldu. Elhamdülillâh! Elhamdülillâh! Elhamdülillâh!"
* * *
Sultan Mehmed kendine geldi... Başını kaldırdı; bu bir rüya değildi. Meclisteki herkes ağlıyordu... Sonra mektubu getiren adama baktı... Titreyen sesi, merakla sordu:
"-Baba! Kimsin sen? Nereden geldi bu sana?"
"-Hünkarım! Bu benim oğlumdur. Anlatmış ya, daha doğmadan İstanbul'a adadığımız oğul! Anacığının gözü yaşlıdır hâlâ! Ana ya; özler durur işte kuzusunu! Geçenlerde rüyasına buyurmuş bizim oğlan:
"-Ben iyiyim, tasalanma!" diyesiymiş. Bu kağıdı uzatıp:
"-Sultanımın emanetidir!" demiş. Hatunum gözü yaşlı uyanınca bunu elinde bulmuş. Kuşluk vaktinde çıktım yola... Şimdi gidiyorum... Devletlüm! Allâh senden râzı olsun! Duâmız hep seninle. Babam da, oğlum da İstanbul şehididir. Bana ise bir güvercin misali elçilik düştü. Nasip! Buna da şükür!.. Rabbim, gayrı sana uzun ömür versin! Selâmetle kal Mehmed Sultanım!.. İhtiyar, ırmak misali çağlayıp duruldu... Irmak denize, deniz Sultan Mehmed'e, aktı... Kimse tek laf edemeden, çıktı gitti adam!.. Bakışlar yine derin, düşünceli... Fâtih, yarım bıraktığı mektuba döndü yine:
"-Allâh yolunda öldürülenlere ölüler demeyiniz; bilakis onlar diridirler." (el-Bakara, 154) Her dem sizinleyiz... Ayasofya'da kılınan her namaza Fethin melekleriyle iştirak ediyoruz... Gönlünüz ferah olsun Efendim... Allâh'ın yardım ve nusreti sizinledir! Nice Mehmedler, Hasanlar fedâ olsun bu devlete, bu yola!.. Devletlüm! Sabırla, inanarak gayret edin ki, cihan yürüye yolunuzca... Selâmetle Sultanım! Her dâim duâcınız, köleniz Mehmediniz!"
Fatih Mehmed kadîm bir dosttan almışcasına mektubu bağrına bastırdı. Daha fazla dayanamadı bu duygu çağlayanına... Şükür secdelerine kapandı. Huzurda bulunanlar, bu Rabbânî hadiseye şâhid olanlar, bu sırra hayran oldular. Fâtih dakikalarca kaldı secdede... Saray müezzini tekbir okumaya başlayınca dışarıdan, gecenin sonunun yaklaştığını anladı herkes.
Tüm şehir, minarelerinden yükselen "Allâhu Ekber!" sadâlarını dinlerken, fethin hatıra gecesi İstanbul'u terk ediyordu. Birden müthiş bir râyiha yayıldı meclise. Bu cennet yağmuru misali ruhları mest eden koku Sultanın doğrulmasıyla anlaşıldı. İdrakler hayrette... Gözyaşıyla ıslanmış mektuptaki inci yazılar ağır ağır kayboldu... Yazılanlardan geriye ancak bir satır kaldı. Bomboş kağıtta kalan öyle bir satırdı ki bu, Feth-i Mübîn'in ve diğer tüm zaferlerin en girift olaylarının müsebbibini âfâka iten bâb-ı esrârı aralıyordu;
"Allâh yolunda öldürülenlere ölüler demeyiniz; bilakis onlar diridirler..."
Kübra Akbet
Şebnem Dergisi, Sayı 5
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)