Çok Güzeldi, Ölüm Ona Yakışmaz ki
Genç
kız, uzun uzun çalan telefonun sesi ile uyandı.
Bedeni yatağa âdeta yapışmıştı.
"-Sabahın
köründe kim bu arayan?!" diye söylenirken başucundaki saat 14: 30'u
gösteriyordu. Gece ikide eve geldiğini hatırladı. Telefona yetişemedi.
Aradan
birkaç dakika geçince tekrar çalmaya başlayan telefon, iyice
sinirlerini
bozmuştu. Çantasında telefonu arıyor, ama bir türlü bulamıyordu.
Çantasını
önüne döktü. Telefonun onuncu defa çalışında ancak açabildi.
Ahizeden
sadece
çığlıklar ve ağıtlar duyuluyordu. Daha kimse konuşmadan önce, genç kız,
tepeden
tırnağa ürpermişti.
"-Alo,
kimsiniz, kimsiniz?" diye sormaya başladı.
Karşı
taraf
biraz ağırdan alıyordu. Nihayet sesi duyuldu:
"-Alo,
ben
Reyhan."
"-Ne
oldu
Reyhan, neden ağlıyorsunuz?"
"-Âmine!..
Dün akşam, dün akşam Füsun trafik kazası geçirmiş. Şimdi ölüm haberini
aldık.
Hemen gel!.."
Şimdi
şaşırma
sırası Âmine'ye gelmişti. Karşı taraf telefonu kapatmış, Âmine, telefon
elinde
donakalmıştı. Daha dün gece birlikteydik, diye düşündü. Yedik, içtik,
eğlendik,
sinemaya gittik. Ne kadar güzel bir gece geçirdik, hep birlikte... Dün
kanlı
canlı olan kız, şimdi ölmüştü, öyle mi?! Aklı bir türlü almadı.
"-Ölmüş
olamaz!.." dedi, bir anda... "Ölmüş olamaz, daha 19 yaşındaydı. Hem
ölüm ona yakışmaz ki!.."
Neden
sonra
kendine geldi, toparlandı. Hemen üstünü giydi, çantasını yerleştirdi ve
yola
çıktı. Füsunların evine gidiyordu. Herhalde bütün arkadaşlarına haber
vermiş
olmalıydılar. Aceleyle bir taksiye bindi ve kısa zamanda cenaze evine
ulaştı.
Şimdiye kadar koştura koştura gelen ayakları, nedense binanın önüne
geldiğinde
adeta yere çakılı kalmıştı. Bir türlü ayağını kaldıracak güç ve cesaret
bulamıyordu. Orada Füsun'un cesedi ile karşılaşmak korkusu içten içe
kendisini
kemiriyordu. Aslında tam olarak dile getiremese de, ona ürkütücü gelen,
ölümün
bu kadar yakınına kadar gelmiş olmasıydı.
Cenâze
evinden
yükselen ağıtlar, daha apartmanın girişinden duyuluyordu. Kendine biraz
cesaret
telkin etti, ben, Füsun'un bunca yıllık arkadaşıyım. Onu, ölümün
kollarında
yalnız bırakmamalıyım, dedi ve yavaş yavaş merdivenleri çıktı. Zile
bastı. Kapı
açıldığında, içerideki mâtem havası âdeta dışarıya taştı. Ağlayanlar,
sızlayanlar,
feryatlar, ağıtlar... Birbirinin omzuna yaslanıp gözyaşlı dökenler, ne
yapacağını bilmez şekilde çaresizce bir köşeye büzülmüş olanlar... Genç
kızlar
bir araya toplanmıştı. Hiçbirinin ağzını bıçak açmıyordu. Daha dün gece
bir
aradaydılar. En genç ve en alımlı olanlarıydı Füsun... Gülücükleriyle,
esprileriyle neşe saçıyordu, arkadaş grubuna... Ama şimdi, üstüne beyaz
bir
örtü örtülmüş ve öylece, kaskatı bekliyordu. Annesi feryadı, bütün
duvarlarda
çınlıyordu:
"-Gelinlik
giyecekken kefen mi giydin?! Kalk, bu elbise sana hiç yakışmadı...
Gençliğine
yazık oldu, güzelliğine yazık oldu!.."
Bir
müddet
sonra âilenin erkekleri geldi ve Füsun, tabuta yerleştirilerek evden
çıkartıldı. Tabut, cenâze arabasına kadar omuzlarda kaya kaya gitti.
Cenâze,
câmiye götürülecekti. Ezan okunana kadar bir saat kadar zaman vardı. Bu
yüzden
Mevlid okutmak için bir hocahanım çağırmışlardı.
Âmine,
iyice
kenara büzülmüş, dün geceden beri olup bitenleri zihninden süzüp
duruyordu. O
bambaşka bir âleme dalmıştı. Ne kapının çaldığını, ne de gelen
hocahanımın
sohbete başlamasını hiç fark etmedi. Hocahanım, Mevlid okumak için
getirilmişti, ama Mevlid'e başlamadan kısa bir sohbet yapmak istediğini
söylemiş, sonra da Kur'ân-ı Kerim okumaya başlamıştı.
Âmine,
Kur'ân
okuyuşunu duyana kadar kendi dünyasına dalıp gitmişti. Hocahanımın
okuyuşunu
dinledikçe ruhu biraz tesellî buldu, ama içinde fırtınalar kopuyordu.
İçten içe
bir isyan büyüyordu; gençti, güzeldi, hayatının baharındaydı, neden
öldü, başka
kimse yok muydu? Daha gençti, çok güzeldi. Beraberce geçirecekleri daha
çok
günleri vardı. Neden, neden? Bir türlü bu sorulara cevap veremiyordu.
Düşünmekten başı ağrımaya başladı.
Hocahanım,
Kur'ân okumayı bitirmiş ve "el-Fâtiha" demişti. Sonra yumuşak bir
üslupla sohbetine başladı. Önce cenâze evine, anne ve babasına, yakın
ve
arkadaşlarına tâziyede bulundu. Sonra sözlerine şöyle devam etti:
"-Sevgili
dostlar, Füsun, benim de akrabamdı. Amcamın kızı idi. Onun arkasından
ağlamalarımız, feryat ve figanlarımız artık onu geri getirmez. O
dönülmez bir
yolculuğa başladı. Şu andan sonra ona faydalı olmak istiyorsak, onun
için
Kur'ân okuyacağız, sadakalar vereceğiz. Artık o, dünya sahnesindeki
perdesini
kapattı, ununu eledi, eleğini astı. Sırada belki de bizler varız. O,
vefatıyla
bizimle konuşmaya başladı; bakalım, biz onun öldükten sonra bize
söylediklerini
duyabilecek miyiz? Sessizce bize nasihat eden ölümün kelimelerini
duyabilecek
miyiz? Ölüm, diyor ki; ben her yaşta, her seviyedeki insana
gelebilirim. Genç,
de, yaşlı da, çocuk da benim elimden kurtulamaz. Kimin vadesi gelmişse,
onu bir
an bile bekletmem. Zenginlere de uğrarım, fakirlere de... Hastalara da
uğrarım,
zinde ve sağlıklı olanlara da... Ben, her an evinize gelip misafiriniz
olabilecek biriyim; siz beni ağırlamaya hazır mısınız? Benim gibi
sürpriz bir
misafir için hazırlıklı mısınız?"
Hocahanımın,
bu
sözleri üzerine ağlayanlar önce birbirlerine baktılar, sonra başlarını
önlerine
eğip düşünmeye başladılar. Deminki ağıtlar yükselen ev gitmiş, daha
sessiz,
daha mütevekkil bir ev gelmişti sanki...
Âmine
ise, iç
dünyasında gelgitler yaşamaya devam ediyordu. Ya ölen Füsun değil de,
kendisi
olsaydı? Füsun'u farklı kılan neydi? Onu alan ölüm, kendisine ne zaman
uğrayacaktı? Ya o da genç yaşındayken ölecek olursa? O zaman hayata
dair bütün
planları, hedefleri, hayalleri alt üst olacak demekti. Sahi, Füsun'un
hayallerine ne olmuştu? Şimdi o yapmak istediklerinin ne kadarını
yapabilirdi?
Âmine, iç dünyasında bu düşüncelerle boğuşurken, dinleyiciler arasından
birisinin sesini duydu:
"-Hocam,
ben ölümden çok korkuyorum, ölmek istemiyorum!.."
O anda
dinleyicilerin hemen hepsi, o cümleyi söyleyen kimseyi tasdik
edercesine
başlarını salladılar. Sanki hepsi, evet, biz de ölümden çok korkuyoruz
der
gibiydiler.
Hocahanım,
bunun üzerine mevzuya başka bir açıdan yaklaşmaya karar verdi:
"-Mevlânâ
Hazretleri, şöyle buyurmaktadır:
"Evlat,
herkesin ölümü kendi rengindedir, insanı Allâh'a kavuşturduğunu
düşünmeden
ölümden nefret edenlere ve ölüme düşman olanlara, ölüm korkunç bir
düşman gibi
görünür. Ölüme dost olanların karşısına da dost gibi çıkar."
"Ey
ölümden korkup kaçan can! İşin aslını, sözün doğrusunu istersen, sen
aslında
ölümden korkmuyorsun, sen kendinden korkuyorsun."
"Çünkü
ölüm aynasında görüp ürktüğün, korktuğun, ölümün çehresi değil, kendi
çirkin
yüzündür. Senin rûhun bir ağaca benzer. Ölüm ise, o ağacın yaprağıdır.
Her
yaprak, ağacın cinsine göredir."
Demek
ki, ölüm,
sadece kendisini unutanlara korkunç geliyor. Ölümü devamlı hatırlayan,
ona göre
hazırlık yapanlar için ölüm, âdeta sevgili gibi hasretle beklenen bir
dosta
dönüşüyor. Peygamberimizin ashâbından birisi gelmiş ve O'na:
"-Ey
Allâh'ın Rasûlü!.. Mü'minlerin en faziletlisi kimdir?" diye sormuş.
Peygamber Efendimiz de:
"-Ahlâkça
en güzel olanlardır!" cevâbını
vermiş. Bu sefer o zât:
"-Peki,
mü'minlerin en akıllısı kimdir?" diye sordu. Peygamber -aleyhissalâtü
vesselâm-:
"-Ölümü
en
çok hatırlayan ve sonrası için en güzel şekilde hazırlık yapanlardır.
İşte
(gerçek) akıllılar bunlardır." buyurdu.(İbn-i
Mâce, Zühd, 31)
O hâlde
gerçek
akıllılar, sadece ölüme hazırlananlardır. Çünkü ölüm, kaçınılmaz bir
şekilde
herkese uğruyor. Er geç bize de gelecek... Kimse ölmekten kurtulamamış
ve yine
kimse, öldükten sonra tekrar eski hayatına dönememiş. O hâlde ölümü ve
onun
ardındaki hayatı iyi öğrenmeliyiz. Sonra da ona göre hayatımızı gözden
geçirmeli ve sonsuz bir hayat için hazırlık yapmalıyız."
Hocahanım,
sözlerini bu şekilde tamamladı ve usûlen kısa bir Mevlid okuyarak
sohbeti
bitirdi. Evdekiler, yavaş yavaş toparlandılar ve cenaze merâsimi için
bir kısmı
câmiye, bir kısmı da mezarlığa doğru hareket etti.
Âmine,
yerinde
kalakalmıştı. Gözleri, evin içinde biraz önce Füsun'un hareketsiz
yattığı
yerdeydi. Arkadaşlarının koluna girip kendisini kapıya doğru
sürüklemeye
çalıştıklarını fark edince kendine geldi. Arkadaşlarıyla beraber
arabaya
binmişler, mezarlığa doğru gidiyorlardı. O aralıksız düşünmeye devam
ediyordu;
ölüme hazırlanmak... Ben hayatım boyunca hep bir şeylere hazırlandım.
Yarım
saatlik bir yemek için saatlerce mutfakta hazırlık yaptım. Üniversite
sınavında
başarılı olabilmek için yıllarca dershanelere gittim, ek dersler aldım,
hazırlandım. Dün sinemaya gitmek için seçeceğim elbiseye karar vermek
için bile
saatlerce aynanın karşısında hazırlık yaptım. Ya ölüme hazırlık?
Arkadaşlarımın
bazıları namazlarını kılıyorlar, bazıları da benim gibi sadece yılda
bir defa
oruçlarını tutuyor. Başka? Evet, ilkokulda yazın câmide Kur'ân okumayı
öğrenmiştim. Ama sonra hiç vaktim olmadı, tekrar edemedim. Şimdi
nedense
hatırlamıyorum bile... Ablama hiç benzememişim. O rahatça başını örttü,
namazını da düzenli kılıyor. Ama bunu yapmak o kadar da kolay değil
ki...
Çevrem var, arkadaşlarım, kurulu bir düzenim... Sonra ben üniversite
okudum,
başını örtenler, işe girmek için daha çok uğraşıyor. Zaten örtünmek
bana göre değil
ki... Sonra içinden bir ses, ölmek de Füsun'a göre değildi, dedi.
Gerçekten
Füsun
ile ölümü yan yana hiç düşünemiyordu. Arkadaşı o kadar hayat doluydu
ki, sanki
hiçbir zaman ölmeyecek gibiydi. Ölüm, yaşlılara, hastalara yakışıyordu
belki
ama arkadaşına hiç yakışmamıştı.
Mezarlığa
gelmişlerdi. Füsun'un tabutu daha gelmemişti. Onlar, mezarlığın
yüksekçe bir
yerinde beklemeye başlamışlardı. Âmine, göz ucuyla mezarlığa şöyle bir
bakındı.
Burası, Füsun'un yeni evi, kabirdekiler de yeni arkadaşları öyle mi,
diye
geçirdi içinden... Şimdi o can arkadaşımız, bu akşamı, burada, yeni
evinde ve
yeni arkadaşlarıyla geçirecek öyle mi? Bir anda ürperdi, toprağın
soğukluğunu
iliklerine kadar hissetti. Sonbahar da yaklaşmıştı. Yerler de ıslak
gibiydi.
Birkaç gündür yağmur yağmıştı, zaten... Şimdi Füsun, o gencecik beden,
toprağa
bırakılacak ve geriye dönüp gidilecekti. Herkes, sanki hiçbir şey
olmamış gibi,
Füsun sanki hiç yaşamamış gibi işlerine güçlerine dönüp kaldıkları
yerden
hayatını yaşamaya devam edeceklerdi.
"-Hayat,
çok garip..." dedi, kendi kendine...
"-Çok
seviyorsun, hadi gel, yanına yatıver!.." desen, Füsun'un yanına
yatacak,
ona mezarda arkadaşlık edecek kimse yok... Feryatlarla yeri göğü
inleten annesi
bile mezarda biricik kızını yalnız başına bırakıp gidecek... Yazık...
Çok
yazık.
Âmine,
biraz
ileride Hocahanımı fark etti. Dalıp gittiği düşünceleri sebebiyle yarım
yamalak
dinlediği sohbetinden istifade ettiğini düşündü. Ama soruları vardı.
Yanına
yaklaşıp sormak istedi. Arkadaşlarının arasından sıyrıldı. Hocahanıma
doğru
yaklaştı.
"-Hocam,
müsaitseniz birkaç sorum olacak." dedi.
Hocahanım,
Âmine'nin düşünceli hâline baktı ve başını sallayarak:
"-Cenâze
gelene kadar birkaç dakikamız var, buyur seni dinliyorum." dedi.
"-Hocam,
neden Füsun? Daha çok gençti, hayat doluydu. Niye yaşlı başlı insanlar
değil de
o?"
"-Öncelikle
ölüm herkes için... Her insan, doğduğu andan itibaren ölüm adayı...
Hatta
bazıları daha dünyada tek bir nefes almadan, anne karnında
ölüveriyorlar.
Ölümün yaşı yok. Kime, nerede, ne zaman geleceği belli değil. Onun için
hepimizin, her an ölüme hazır olması lâzım. Neden gençlere ve çocuklara
da ölüm
gelir, dersen birinci hikmeti, ölümün bu hazırlıksız gelişini
hatırlatmak
olmalı... Böylece insanlar her an, kendilerini âhirete hazırlasınlar;
nasıl
olsa yaşlanınca öleceğim diye düşünüp rehavete kapılmasınlar. İkincisi
insan ya
ibâdet üzere yaşar ya da günah ve isyan üzere... Genç iken ibâdet dolu
bir
hayat geçirenler, böylece tertemiz bir şekilde Rabbine kavuşmuş
olurlar. Genç
olduğu hâlde günahlara dalanlar ise, daha fazla günah işlemeden
Rablerine
dönmüş olurlar. Ama yine de gençlerin ölümü hep acı gelmiştir. Yunus
Emre bile:
Yalancı
dünyâya
konup göçenler,
Ne
söylerler ne
bir haber verirler!..
Üzerinde
türlü
otlar bitenler,
Ne
söylerler ne
bir haber verirler!..
Kiminin
başında
biter ağaçlar,
Kiminin
başında
sararır otlar,
Kimi
mâsûm kimi
güzel yiğitler
Ne
söylerler ne
bir haber verirler!..
Toprağa
gark
olmuş nâzik tenleri,
Söylemeden
kalmış tatlı dilleri,
Gelin
duâdan
unutman bunları
Ne
söylerler ne
bir haber verirler!..
Kimisi
dördünde, kimi beşinde,
Kimisinin
tâcı
yoktur başında,
Kimi
altı, kimi
yedi yaşında,
Ne
söylerler ne
bir haber verirler!..
Kimisi
bezirgân, kimisi hoca,
Ecel
şerbetini
içmek de güç a!
Kimi ak
sakallı, kimi pîr koca
Ne
söylerler ne
bir haber verirler!..
Yûnus
der ki
gör takdîrin işleri
Dökülmüştür
kirpikleri kaşları
Başları
ucunda
hece taşları
Ne
söylerler ne
bir haber verirler!..
demiştir.
O
hâlde insan, aklını kullanabildiği andan itibaren her an ölüme
hazırlanmalı ve
onun kendisine ergeç geleceğinin farkında olmalıdır."
Âmine,
bir
taraftan hocahanımı dinliyor, bir taraftan mezar taşlarını
seyrediyordu.
Kabir
Koridorundan Geçerken
O esnada
gözü, bir mezar taşına ilişti. Mezar taşında,
"Ahmet Selçuk Tuncay (02.02.2000-10.02.2000) Ruhuna el-Fâtiha"
yazıyordu. Şöyle bir düşündü, bu tarihler doğruysa o mezarda yatan, on
günlük
bir bebekti. Demek ki, neredeyse doğar doğmaz ölmüştü. Ne gülmüş, ne
oynamış,
ne annesini-babasını tanımış, ne de hayatın birçok lezzetini tatmıştı.
Sonra
içten içe ona imrendiğini fark etti. Ne güzel, tertemiz bir şekilde
yaşamış ve
hiç kirlenmeden ölmüş... Allah bilir, bu kadar kısa bir hayat yaşadığı
için
cennete bile uça uça gitmiştir, diye düşündü.
O sırada
Hocahanım, elini, Füsun'un eline uzattı ve:
"-Bak,
cenaze de geliyor."
Herkes
kıpırdandı. Cenazenin geldiği tarafa yöneldi. Füsun, bir tabutun
içinde, elden
ele kabristanlığa doğru geliyordu.
Âmine,
gözlerinden yaşlar süzüldüğünü fark etti. Ağlıyordu. Bu ağlayışı kimin
içindi?
Sonsuz bir yolculuğa çıkmakta olan Füsun için mi, yoksa içinde
fırtınalar kopan
kendisi için mi? Bir türlü anlam veremedi.
Tabut,
daha
önce kazılmış olan kabrin yanına getirildi. Kabir, bomboştu; iyice
temizlenmişti. O sırada Âmine, kabrin bir köşesine iliştirilmiş siyah
bir
poşeti fark etti. Gözleriyle Hocahanıma poşeti işaret etti, o da
Âmine'nin ne
demek istediğini anlamıştı. Hocahanım, derin bir çekerek:
"-O
poşettekiler,
benim amcamın, yani Füsun'un babasının kemikleri... Onbeş yıl önce
vefat etmiş
ve buraya gömülmüştü. Şimdi ondan kalan parçalar, birleştirilmiş ve bir
poşete
konmuş. Füsun da şimdi babasının mezarına gömülecek..." dedi.
Âmine
âdeta buz
kesilmişti. Demek ki, on-onbeş yıl içinde bütün varlığımız küçük bir
poşete
girecek kemik parçalarından ibaret... Belki beş-on yıl sonra onlar da
kaybolup
gidecek ve geriye hiçbir şey kalmayacak!...
Âmine
böyle
düşünceler içindeyken bir taraftan da defin işleri devam ediyordu.
Füsun'un
kardeşi ve amcası, mezarın içine girdiler ve başucu ile ayaklarından
tuttukları
Füsun'u mezara yerleştirdiler. Sonra akrabalarının yardımıyla mezardan
çıktılar. Füsun, beyaz gelinlik yerine bembeyaz kefeniyle tek başına
mezardaydı.
Mezara tahtalar yerleştirildi ve yine amcası ile kardeşi, ellerine
aldıkları
küreklerle biricik Füsun'larının üzerine toprak serpmeye başladılar.
Her kürek,
âdeta Füsun'u başka bir diyara, geride kalanları bambaşka bir diyara
yolcu
ediyordu. Artık aralarında koca bir dünya vardı.
Mezarın
üstü
örtüldüğünde, imam efendi euzu besmele çekti ve şöyle söze başladı:
"-Muhterem
hâzirun, biz burada bir kardeşimizi sonsuzluk âlemi olan âhiret yurduna
yolcu
etmeye geldik. Size sadece bir hadîs-i şerifi hatırlatacağım. Peygamber
Efendimiz buyurmuştur ki, «Bir insan öldüğünde kabre, onunla birlikte
üç şey
gelir. Bunlar, yakınları, malı ve amelleri... Bunlardan yakınları ve
malı
geriye döner. Vefat edenle kalan ise, dünyada yapmış olduğu iyi-kötü
amelleridir.» Biz de kardeşimizi, bu amelleri ile baş başa bırakıyoruz.
Allah
taksirâtını affetsin. Kendisini, rızasına ve cennetine kabul buyursun.
Âmin."
Bu
cümleleri
biter bitmez Yâsîn Sûresi'nden okumaya başladı. Herkes, olan biteni
nemli
gözlerle izliyordu.
Âmine,
daha
fazla dayanamamış ve hiç kimseye bir şey demeden, sessizce oradan
ayrılmıştı.
Sokaklar, olanca kalabalığına rağmen bomboş geliyordu. Sanki caddede
yürüyen
insanlar, o sokağı oluşturan hareketli dekorlardan ibaretti. Hiç kimse,
hiçbir
vitrin ve hiçbir olay dikkatini çekmiyordu. Yürüyordu. Nereye gittiğini
bilmeden, düşünmeden... İradesini ve aklını devreden çıkarmış,
ayaklarını
serbest bırakmıştı. Bir otobüse binmiş, birkaç durak sonra evinin
önünde inmiş
ve alışkanlık icabı elini çantasına atarak çıkardığı anahtarla evin
kapısını
açmıştı. Anahtar sesi duyulur duyulmaz, ablası kapıda karşıladı
Âmine'yi...
Beti benzinin sarardığını fark edip onu kucakladı. Âmine, o âna kadar
kendisini
tutmuş, sanki ablasının sarılmasını bekler gibi bir anda hıçkırıklara
boğuldu.
Kapıda, öylece dakikalarca ağladı, ağladı. Ablası da, onun duygularını
anlamış,
hiç kıpırdamadan onun rahatlamasını beklemişti. O üç-beş dakika, sanki
saatlere
bedeldi. Âmine, şimdi biraz daha sâkinleşmişti. Birlikte içeri
girdiler.
Ablası, onun koluna girmiş ve odasına kadar eşlik etmişti. Yavaşça
yatağına
yatırdı, yine aynı sâkin hareketlerle üstünü örttü, perdeyi kapattı ve
sessizce
odadan çıktı. Âmine, bir anda kendisinin kapkaranlık bir kabirde
olduğunu
hissetti, ürperdi ve sesinin çıktığı kadar:
"-Abla,
beni
burada tek başıma bırakma!..." diye bağırmaya başladı.
Ablası,
yanına
geldi. Ellerini tuttu ve bir müddet, onun yanında yattı. Âmine biraz
sâkinleyince öylece uyuyup kalmıştı.
* * *
Aradan
neredeyse bir hafta geçmişti. Âmine, hayatına geri dönmeye çalışıyordu.
Geceleri gördüğü kâbuslar ve odasında artık karanlıkta kalmak
istememesi
dışında, Füsun'un yokluğuna yavaş yavaş alışmaya başlamıştı. İnsan,
hayatta
nelere alışmıyordu ki...
Bir de
Sâcide
Hocahanımı sık sık arıyor, bazen ciddi bir şey sormak için, bazen de
sırf
sesini duymak için onunla konuşuyordu. Sâcide Hanım, Füsun'un evinde
tanıştığı
hocahanımdı. Onunla konuşmak, Âmine'yi çok teselli ediyordu.
Sabah-akşam, saate
hiç bakmadan telefon açıyor, o da hep aynı anlayış ve samimiyetle:
"-Buyur
Âmine..." diye telefonu açıyordu.
İşte
Âmine, bu
hitabın ardından içini döküyor, konuşuyor, konuşuyor ve rahatlıyordu.
Ama bugün
farklıydı. Onunla sözleşmişler, Sâcide Hanım, Âmine'yi evine dâvet
etmişti.
Âmine, bir elinde adresin yazılı olduğu kâğıt, sağa-sola bakarak
nihayet Sâcide
Hanım'ın evini bulmuştu.
Akşam
saat tam
altıda Âmine, Sâcide hocahanımın ziline bastı. Sâcide Hanım, o ilk
karşılaştığı
andaki güleryüzüyle Âmine'yi içeriye buyur etti. Âmine, ilk defa
girdiği bu evi
alıcı gözleriyle süzmeye başladı. Sade, tertemiz bir evdi. Koridordan
salona
geçtiler. Duvarlardaki tezhibli hat yazıları, ebrular, küçük
saksılardaki
menekşeler, vitrin yerine kitaplıklar, evin köşesindeki halı seccâde ve
önündeki rahle o kadar âhenk içinde ve insana huzur vericiydi ki...
Büyük bir
vecd içinde seyretti odayı... Gözü, gönlü yoracak bir fazlalık yoktu
odada...
Sâcide Hanım:
"-Âmineciğim,
sen şurada birazcık soluklan. Mutfakta az bir işim kaldı, hemen
geliyorum." dedi ve Âmine'yi bu huzur dolu odada düşünceleriyle baş
başa bıraktı.
Âmine,
salonu
şöyle bir gezdikten sonra, kendini kitaplığın önünde buldu. Ne kadar
çok kitap
vardı! Gerçi kendi evlerinde de kitaplar vardı, gazetelerin, dergilerin
vermiş
olduğu kitaplar... Zaten evde pek kitap okunmazdı. Genelde televizyon
hep açık
olur ve gelenlerin hepsi, televizyonun tam karşısındaki koltuğa
kurulurlardı.
Şimdi odanın merkezinin televizyon olmadığı bir eve gelmişti. Burada
tam ortada
bir kitaplık ve onun yanında çalışma masası vardı.
Çok
geçmeden
Sâcide Hocahanım, elinde tepsiyle içeriye girdi ve masaya yemekleri
yerleştirmeye başladı. Sonra da Âmine'yi masaya dâvet ederek:
"-Haydi,
bir şeyler yiyelim. Nasıl olsa daha çok vaktimiz olacak!.." dedi.
Âmine,
biraz da
tereddütle:
"-Size
bir
şey söyleyeceğim, ama darılmayın; benim karnım değil, rûhum aç... Kaç
gündür,
neredeyse gözüme uyku girmedi. Düşünmek, kâbuslar görmek, Füsun'u,
arkadaşlığımızı ve kendi hâlimi düşünmek beni perişan etti." dedi.
Sâcide
Hanım:
"-Senin
derdin, benim derdim... Tamam, konuşacağız. Gerekirse sabaha kadar
konuşacağız,
ama önce bir şeyler yiyelim. Senin bîtab ve hasta düşmeni istemeyiz
değil
mi?" dedi.
Masaya
oturdular. Bir yandan havadan sudan konuşuyorlar, bir yandan da
yemeklerini
yiyorlardı. Yemek bitti. Masanın toplanmasına, Âmine de yardım etti.
Kısa bir
zamanda işlerini tamamladılar, tam koltuklara oturacaklardı ki, ezân
okundu.
Sâcide
Hanım,
Âmine'den izin isteyip namaz için hazırlanmaya başladı. Abdestini aldı,
başörtüsünü bağladı. Üstüne evdeki kıyafetinden farklı olarak geniş bir
elbise
daha giydi. Kolları da örtülmüştü.
Âmine,
onun
derin bir huşû içindeki ibadetini seyrediyordu. Annesi, babası, hattâ
ablası da
namaz kılıyordu; ama Sâcide Hoca'nın namazı bir başkaydı. Sanki
namazdan apayrı
bir zevk alıyor gibiydi. Hiç acelesi yoktu. Bir yere yetişme telâşesi
ya da pek
çok insanın namazında gördüğü gibi baştan savma düşüncesi yoktu. O,
sanki kendi
hâline bıraksalar saatlerce namaz kılacak gibiydi. Birden kendinden
utandı.
Üstüne başına bakındı. En uzun eteğini giymişti gelirken... Ama o bile,
elleriyle
çekiştirdiği hâlde dizlerine ancak geliyordu. Bluzunun kolları kısaydı,
başı
açıktı. Sâcide Hoca'nın kıyafetlerine bakınca kendisinin üstünde hiçbir
şey
olmadığını hisseder gibi oldu. Bir anda yüzü kızardı. O utançla Sâcide
Hoca'ya
tekrar baktı, acaba içimden geçen düşünceleri fark etti mi,
dercesine... Fakat
o şimdi bambaşka bir âlemdeydi. Uzun uzun rükû yapmış, şimdi de
secdedeydi.
Aman yâ Rabbi, ne kadar uzun duruyordu secdede... Acaba hiç sıkılmıyor
muydu?
Bu işin sırrını da sormaya karar verdi. Ama şimdi daha önemli soruları
vardı.
Sâcide
Hanım,
selâm verip duâsını da tamamladıktan sonra Âmine'nin yanına geldi.
"-Şimdi
başlayalım sohbetimize..." dedi. "Buyur, yüzyüze konuşmak istemiştin.
Belli ki, telefondaki konuşmalarımız yetmedi. Ne iyi ettin de geldin,
bana
misafir oldun!.."
"-Hocam,
aslında sizi rahatsız ettiğim için üzgünüm. Ama inanın, düşündükçe
boğuluyorum.
Ne yapacağımı bilmez bir hâldeyim. Sanki her an biraz daha çıkmaza
sürükleniyorum. Pek çok sorularım var kafamda... Tam birine cevap
bulduğumu
zannederken bir sürü soru birden ortaya çıkıyor. Artık çaresiz kaldım.
Sizinle
uzun uzun konuşmak istiyorum."
"-Öncelikle
hiç rahatsız etmedin, etmiyorsun. Aksine ben senin ziyaretinden çok
memnunum.
İnşallah sık sık görüşürüz de sorularına beraber cevaplar ararız. Ben
her
konuda senin yanında olacağım, bazen benim de bildiklerim yetmeyebilir.
O zaman
kitaplara bakarız, bilen kimselere sorarız. İçinde hiçbir tereddüt,
hiçbir
şüphe kalmayana kadar ben senin yanındayım, merak etme."
"-Hocam,
Füsun'un cenazesi defnedilirken bir kabir taşı gördüm. 10 günlük bir
bebeğe
aitti. Bu bebek, neden doğdu? Neden öldü? Hiçbir şey yaşamadan,
dünyanın hiçbir
zevkini tatmadan birkaç gün var oldu, sonra yok oldu? Yazık değil mi
ona,
annesine-babasına... Madem dünyaya geldi, neden yaşamadı? Madem
yaşamayacaktı,
neden dünyaya geldi? Biz neden geldik dünyaya... O bebekten, Füsun'dan
ne
farkımız var? Onlar neden gitti, biz neden buradayız? Sonunda hepimiz,
o iki
metrelik yere girip yok olacaksak, bu dünya oyunu neden? Âilem
dindar... En
azından öyle olduklarını söylüyorlar. Namaz kılıyorlar, oruç
tutuyorlar. Hatta
benim de namaz kılıp oruç tutmam için çok zorluyorlar. Ama bunları
yapmak hiç
içimden gelmiyor. O zaman ben iki yüzlü olmuyor muyum? İstemeye
istemeye yapmak
iki yüzlülük değil mi? İnanın, içimden gelse, hiç terk etmem. Ama ne
bileyim,
alışmamışım bir kere... Eskiden, lisede okurken bir grup arkadaş
gerçekten
içimizden gele gele namaz kılıyorduk. O zaman hocalarımız, anne-babamız
durmadan «Aman, dersine çalış, üniversiteyi kazan, ondan sonra
başlarsın
namaza!..» deyip durdular. Onlar büyüklerimizdi, söz dinledik. Ama
üniversiteyi
kazanınca, artık canımız namaz kılmak istememeye başladı. Şimdi babam
tutturuyor; «Ben hacca gittim, geldim. Sen hacı kızısın; başın açık
dolaşamazsın. Yoksa elâlem ne der? Bizi rezil etmeye hakkın yok!..
Namazını
kılacaksın. Aksi hâlde şöyle yaparım, böyle yaparım!...» diye beni
tehdit edip
duruyor. Onlar böyle üzerime geldikçe ben daha da dinden uzaklaştığımı
hissediyorum. Ne yapmalıyım? Nereden başlamalıyım? Bir türlü karar
veremiyorum..."
Sâcide
Hanım,
araya girmese Âmine daha pek çok şeyi sıralamaya devam edecekti.
"-Âmine,
seni anlıyorum. Füsun'un vefatı seni çok etkiledi. Ölümü hiç
düşünmediğin bir
zamanda, hiç beklemediğin bir şahıs üzerinden hatırlamış oldun. Bu da
seni,
hayat ve ölüm üzerinde düşünmeye itti. Açıkçası sana bazı konularda hak
vermiyor da değilim."
Âmine,
anlaşıldığını düşünerek biraz rahatlamış bir şekilde:
"-Hangi
konularda hak veriyorsunuz meselâ?" diye sorusunu tekrarladı.
"-Öncelikle
sana yakınlarının ibadet etme ısrarı, daha çok çevrelerindeki
imajlarının
zedelenmemesi açısından... Onlar sana hiç Allâh'ı, Allâh'a kulluğu,
ibadetlerin
birer şükür olduğunu anlattılar mı hiç?"
"-Nerede
hocam... Annem ev işinden, babam dışarıdaki işlerden başını kaldıracak
durumda
değil ki, bizimle konuşsun, dertleşsin. Hem konuşacak olsalar da bir
şey
bilmiyorlar ki..."
"-Aslında
bütün dertlerin başı cehâlet... Biz, en büyük cevher olan dinimizi hiç
bilmiyoruz. Daha da kötüsü hiç merak etmiyor, araştırmıyor,
öğrenmiyoruz."
"-Hocam,
aslında ben ilkokuldayken annem birkaç defa camiye gönderdi, Kur'ân'ı
öğrenmem
için... Ama orada da hoca tek başınaydı. 40-50 çocukla başa çıkmaya
çalışıyordu. Buna rağmen o zamanlar Kur'ân okumaya bile başlamıştım.
Sonra okul
hayatı ağır bastı. Ortaokul ve lise yıllarında bazı din dersi
öğretmenlerimiz
bir şeyler anlatmaya çalışırlardı. Ama biz onları hiç dinlemiyor ya
dersi
kaynatmaya ya da gece gündüz üniversite imtihanına çalışıyorduk."
"-Evet,
çok dertlerimiz var. Ama ilk derdimiz, cehâlet; ikincisi de dünyayı,
âhiretin
önüne geçirmek... Bütün hayatımızı sadece dünyada yaşayacakmışız gibi
düzenlemek... Sonra sevdiklerimizden, yakınlarımızdan birisi ölüverince
alt üst
oluyoruz. Çünkü hiç hesaba katmadığımız ölüm, birden karşımıza
çıkıveriyor;
«Ben buradayım, beni unutmayın!..» diyor. Aslında Müslüman, her ân, her
davranışına âhiretin gölgesi düşen insan olmalıdır. Her ân Allâh'ın
kendisinden
haberdar olduğunu, bütün yaptıklarının birbir hesabını vereceğini
bilmeli,
hayatını hep buna göre düzenlemelidir. Meselâ bazı dükkânlarda
kameralar var;
oradaki işçiler, patronun devamlı kendilerini gördüğünü düşündüklerinde
veya
görüntülerin kayıt altına alındığını bildiklerinde işlerini daha
dikkatli yapıyorlar.
Aynı bunun gibi, biz de her yaptığımızın birileri tarafından kayda
alındığının
farkında olsak, daha az hata yapar, daha az kalp kırarız. Hatırlarsan,
konuşmama başlarken sana hak verdiğimi söylemiştim."
"-Hocam,
ben zaten haklı olduğumu biliyordum. Kimse bana bir şey öğretmedi, ama
durmadan
benden bir şeyler bekliyorlar."
"-Ama
dinimizde bilmemek mâzeret değil ki... Hele ergenlik yaşına geldikten
sonra,
âilenin sana her şeyi uzun uzun anlatmasına da gerek yok. Allah, seni
aklı
başında bir muhatap olarak alıyor. Meselâ sen, 18 yaşından sonra bir
suç
işlesen ve kendini savunurken de, «Ne yapayım, bunun kötü olduğunu
kimse bana
söylemedi.» desen, kim seni affeder? Ha, bu zaten bilmiyormuş deyip
senin
suçunu görmezden gelirler mi? Tıpkı bunun gibi, insan büluğ çağına
geldikten
sonra Allâh'ın emir ve yasaklarından birinci derecede sorumlu olur.
Artık ona
hiç kimse bir şey öğretmemiş olsa da, o kendi akıl ve iradesiyle
doğruları
öğrenip iyi yolu seçmek zorunda..."
"-Hocam,
doğru söylüyorsunuz ama bu hiç de kolay değil... Çünkü bizim birçok
engelimiz
var. Meselâ okullar var, arkadaş çevremiz, televizyon, internet, gezme
tozmalar
filan... Hem insan, zaten yaşlanınca Allâh'ın emirlerinin hepsini daha
rahat
yapmaz mı? Şimdi biz, genciz. Canımız birçok şey istiyor. Hani hep
diyorlar ya,
bizim kanımız deli gibi akıyor."
"-Peki,
Âmine, sen ihtiyarlayacağına garanti verebilir misin? Meselâ Füsun,
senin
tabirinle erkenden öldü. Ya o da bütün ibâdetlerini, yaşlanınca yapmak
üzere
ertelemişse... O zaman insan, bir anda Azrail'i karşısında görünce ne
yapar?
Eli-ayağı birbirine dolanmaz mı? Hem Azrail'le ölümün vakti konusunda
bir
anlaşma yapan olmuş mu? O hâlde biz, her an ölüme hazırlık yapmalıyız.
Ölümün
bize, nerede, ne zaman geleceğini bilmiyoruz. Biz, her an ölümle
karşılaşacakmış
gibi hazır olmalıyız. Çünkü gerçekten ölüm, bir gün âniden karşımıza
çıkıverecek... Gençlik yıllarında insanın canı birçok şey istiyor
diyorsun,
doğru... Ama gençlikte ibâdetin sevabı da çok, zevki de... İnsan
ihtiyarlamaya
başlayınca, namaz kılacak oluyor, abdest alamıyor; abdest alıyor, namaz
kılmak
isteyince yok beli ağrıyor, yok başka rahatsızlıkları çıkıyor. Her şey,
insanın
hayatının baharında güzel... Îman da, ibâdetler de... Zaten Peygamber
Efendimiz, birçok hadîs-i şerifinde gençlik vaktinde yapılan ibâdetleri
övmüştür. Ayrıca âhirette, bütün insanların hayatlarını nasıl
geçirdikleri
sorulurken ayrıca gençliğin de nerede ve nasıl hebâ edildiğinden hesaba
çekileceğimizi haber vermiştir. O hâlde gençlik çok önemli... Gençlik
çok
kısa... Değerlendirdin değerlendirdin, yoksa bir bakıyorsun yıllar
geçivermiş
bile..."
"-Hocam,
peki benim canım ibâdet etmek istemiyor. Niye gösteriş olsun diye
ibadet edeyim
ki... Annem istiyor, babam istiyor diye namaz kılınmaz ki... Böyle bir
şey
yapınca, kendi içimde ikilik yaşıyorum. İçimden bir ses, «Seni riyakâr!
Onlar
olmasa sen bu namazı kılmayacaksın. Şimdi niye kılıyorsun?» diyor.
Başka bir
ses de, »Başka türlü kılmayacaksın zaten, en azından bu sebeple kıl!"
diyor. Hem dinimiz de «Dinde zorlama yoktur.» demiyor mu? O zaman
büyüklerimiz
bizi neden durmadan ibadet yapmaya zorluyor. Biz, canımız isteyince
yapalım,
olmaz mı?"
Sâcide
Hanım
gülümsedi ve:
"-Sen
biraz soluklan. Bir çay demleyip geleyim, soruna ondan sonra cevap
vereyim." dedi, kalktı ve mutfağa doğru gitti.
Kalpten
Çıkan, Kalbi Bulur
Sâcide
Hanım,
bir müddet sonra elinde tepsi ile içeriye girdi. Boş bardakları masanın
üstüne
koydu. Yine tebessümle:
"-Gel
bakalım riyakâr!.." dedi. "Demek ki, namaz kılmak isteyince, içinden
bir ses sana böyle sesleniyor, öyle mi?!"
Âmine
biraz
mahcup olmuştu. Her şeyi içinden geldiği gibi söylediğine pişman oldu.
Sâcide
Hanım, onun içinden geçirdiği duyguları anlamış gibi şöyle dedi:
"-Âmineciğim,
öncelikle her şeyi bana bütün samimiyetinle anlattığın için teşekkür
ederim.
Elbette içimizde durmadan konuşan birileri var. Birisi iyiyi, birisi
kötü
şeyleri fısıldayıp duruyor. İşte dinimizde bunların birisine nefis,
öbürüne ruh
deniyor. Nefis, âdeta şeytanın içimizdeki uzantısı... Şeytanın gücünün
yetmediği yerlerde nefis devreye giriyor ve bizi kötülüğe çağırıp
duruyor.
İbadetlerden uzak kalmamız için sürekli bahaneler ve mâzeretler
üretiyor.
Yapacağımız iyilikleri hep daha sonraya ertelemenin derdinde...
Kötülüklere
sıra gelince, en küçüğünden en büyüğüne bütün kötülükleri teşvik
ediyor;
aklımızdan, vicdanımızdan fırsat bulsa, neredeyse insanı, uçurumlardan
aşağı
yuvarlayacak!.."
-İyi ama
hocam,
nefis de bizim bir parçamız değil mi? Neden bizim kötülüğümüzü istesin?"
"-Evet,
o
da bizim parçamız... Hem de bizim ayrılmaz parçalarımızdan birisi...
Ama Allah
onu, devamlı kötülüğe çağıran bir yapıda yaratmış. Tıpkı şeytan gibi...
O
insanı kötülüğe, yanlışlığa çağıracak; hep günahlara davet edecek...
İnsan da
aklına, vicdanına, Allâh'ın insanı yaratırken tertemiz kıldığı
fıtratına
danışarak o kötülüklerden yüz çevirecek... Bu aslında hiç bitmeyen bir
mücâdele... İyilik ve kötülüğün, melek ve şeytanın insanın iç
dünyasındaki
kavgası..."
"-Peki,
hocam, bu kavga ne zaman bitecek?"
"-Bu
kavgayı ölüm bitirir. Ölüm ânı gelinceye kadar, hatta son nefeste bile
bu
amansız kavga devam eder. Nefis ve şeytan, en son kozunu, ölmek üzere
olan
insana karşı oynarlar. Eğer insan, o en son ânında nefis ve şeytanın
sözlerine
ve hilelerine kanarsa, bütün hayatını mahvetmiş olur."
"-Ne
kadar
acı bir son... Ama bu bir haksızlık değil mi? Yani bütün bir hayatın,
son
nefese göre şekillenmesi... Yani insan, bütün hayatı boyunca iyilik
yapar da
son anda nefis ve şeytana uyarsa ne olacak?"
"-Aslında
son nefes, biraz da bütün hayatın neticesi... Kişi, bütün hayatı
boyunca
yaptıkları ile o son nefese hazırlanır. İyilik veya kötülük olarak,
hayatı
boyunca biriktirdiği her şey, işte o son nefesi şekillendirir.
Peygamber
Efendimiz buyuruyor ki, «Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz ve nasıl
ölürseniz
öyle diriltilirsiniz.» demek ki, bir insan, öncelikle kendi yaşadığı
hayat ile
ölümü de, âhiret yurdunu da şekillendirmiş oluyor. Fakat şunu da
unutmamalıyız
ki, bu da bir garanti değil!.. Yani mü'minler, «Ben yeterince kulluk
ettim,
artık benim son nefesim garanti altında... Ben kolay kolay şeytana
uymam!..»
diyemez. Göz, kapanmayınca imtihan bitmez. Bu mânâda son nefesinin iman
üzere
olacağı garanti edilen tek varlık, peygamberlerdir. Onların dışında
hiçbir
insan, «Ben artık kesinlikle mü'min olarak ölürüm.» diyemez. Her ân her
şey
olabilir. Allah, bizim de ayaklarımızı kaydırmasın."
Âmine,
mırıldanarak "Âmin." dedi. Sonra oturduğu yerden kalktı ve:
"-Hocam,
müsaade edin; demlikleri de ben getireyim." diyerek bir çırpıda mutfağa
gitti ve demliklerle geri döndü. Masanın üstündeki bardakları doldurdu
ve bir
tanesini, Sâcide Hanımın önüne koydu. Bir tanesini de kendi aldı ve
koltuğuna
oturdu. Tam bir soru daha soracaktı ki, Sâcide Hanım:
"-Şu
yarım
kalan sorulardan birini daha cevaplayayım!" dedi.
Âmine:
"-Hangi
soru hocam?" diye sordu. "O kadar çok soru sordum ki..."
"-Hani,
«Dinimizde zorlama yoktur.» Bizi neden zorluyorlar diyorsun ya..."
"-Evet,
hocam... Bunlar gerçekten birbirine tamamen zıt şeyler değil mi?"
"-Eğer
sözlerin hangi şartlar için söylendiğini bilmezsen öyle görünmesi
normal...
Meselâ sen elinde imkânın olsa, şu dünya üzerinde istediğin bir ülkede
yaşayabilir misin? İstersen Amerika'ya, istersen Avrupa'ya, istersen
Afrika
veya Arabistan'a gidersin. Kimse sana niye oraya gittin de falanca
ülkede
yaşamıyorsun diye zorlayabilir mi?"
"-Hayır.
Ama tabiî yeterince param olursa..."
"-İşte
tıpkı bunun gibi insan, istediği dini seçmekte özgürdür. Kişi, istediği
dine
inanır. Fakat bir ülkeye gittiğinde, oranın vatandaşlığını aldığında
nasıl o
ülkenin kurallarına uymak zorunda kalırsan, seçerek bağlandığın dinin
kurallarına da uymak zorundasın. Meselâ Türkiye'de yaşadığında, onun
kanunları
açısından suç olmayan bir şey, başka bir ülkeye gittiğinde suç
olabilir. O
yüzden hangi ülkede bulunuyorsan, onun kurallarını bilmek ve onlara
uymak
zorundasın. "Ben bunun suç olduğunu bilmiyordum." diye bir mazeret
ileri sürerek kendini kurtaramazsın. Çünkü onlar, senin öncelikle
aklının
yerinde olup olmadığına, sonra da yaşının ne olduğuna bakarlar. Eğer
aklı
başında ve 18 yaşın üzerindeysen, birçok ülkede yaptığın suçun cezasını
tam
olarak alırsın. Hemen hemen bütün beşerî sistemler böyledir. Dinler de
aklı
başında olan ve büluğ yaşına gelmiş olan fertleri, muhatap olarak
alırlar ve
emir ve yasaklardan onları bizzat mesul tutarlar. Yine dinlerin de
birtakım
kuralları ve bu kurallar çiğnendiğinde bazı cezaları vardır. Bu
cezaların bir
kısmı dünyada, bir kısmı ise âhirette uygulanmaktadır. İşte sen,
İslâmiyet'i
seçerken, onun bütün esaslarını toptan kabul etmiş olursun. Onun
ibâdetlerine,
ahlâkına ve yasaklamalarına uymaya söz verirsin. Bunlara uymadığın
nisbette de
zaman zaman birtakım zorlamalarla karşılaşman da normaldir."
"-Ama
zorlama
kelimesi bana biraz ters geliyor. Sanki dinin özüne uygun değilmiş
gibi..."
"-Elbette...
Dinin özü, insanın bütün davranışları, inançları severek, isteyerek
kabullenmesi ve bunu yine kendi özgür iradesiyle hayatına tatbik
etmesidir.
Aksi hâlde, yani içinde inanmadığı hâlde, inanıyormuş gibi yapmak
münâfıklık,
yani iki yüzlülüktür. Ama birçok insan, kendi nefsiyle girdiği
mücadelede
kendini yalnız hisseder. Nefsinin çeşitli hilelerine ve tuzaklarına
kolayca
mağlup olur. Bunun için dinimiz, mü'minlere, dini yaşama konusunda
birbirlerine
yardım etmeyi telkin etmiş ve birçok ibâdeti cemaatle veya açıkça
işlemeyi
tavsiye etmiştir."
"-Bir
ibâdeti insanlar önünde işlediğimde, bu sefer içimdeki ses, «Bak,
insanlar seni
görsün diye ibadet ediyorsun. Aslında tek başına kaldığında bu ibâdeti
yapmayacaktın veya bu kadar itinayla yapmayacaktın!» diyor. O zaman
ibadetlerimizin hepsini gizli mi yapacağız?"
"-Güzel
bir konuya temas ettin. İnsan, Allâh'ın açıkça emrettiği hususları,
meselâ
farzları herkesin göreceği şekilde yapmalıdır. Böylece insanların onun
hakkında
kötü zanda bulunmasına fırsat vermemiş olur. Zaten farzlarda riyâ
olmaz. Aksine
insan, «Bu ibâdeti birileri görür, ben de riyâ yapmış olurum.» der de
bir farz
ibâdeti terk ederse, asıl o zaman büyük bir hata yapmış olur. Ama
nâfile
ibâdetler, mümkün olduğu kadar gizli olmalı ve sadece Allâh'ın rızası
gözetilerek yapılmalıdır. Âlimler, zekâtı, herkesin göreceği şekilde
vermeyi,
sadakayı ise gizlice vermeyi tavsiye etmişlerdir. Böylece insanlar, hem
o
kişinin zekât verdiğine şâhit olmuş olurlar ve onun hakkında sû-i zanda
bulunarak ileri geri konuşmazlar; hem de diğer insanlara, Allâh'ın bir
farzı
hatırlatılmış olur. Bu durum, bütün farz ibadetlerde böyledir. Aynı
şekilde
insan, bütün haramlardan da alenî bir şekilde uzak durmalıdır. Hem
haramları
işleyip hem de "Ben aslında içimdeki iyiliği örtmeye çalışıyorum."
veya "Allah biliyor, insanlar da bilse ne olur ki?!" demek doğru
değildir. Günahlarla ilgili Allâh'ın bir müjdesi vardır; insan,
günahlarını
gizli yaptığı müddetçe bunları ortaya dökmedikçe Allâh'ın da onları
örtüp
affetme ihtimali vardır. Ama insan, günahlarına diğer insanları şâhit
tutunca,
artık Allah, o günahlara adâleti ile muâmele edecektir. Günahları
âşikâr
yapmanın bir vebâli de, insanlara kötü örnek olmak ve onlara yanlış yol
göstermektir. Rabbimiz, bizleri hayırları işlemede öncü kılsın ve bizi
her
türlü günah ve haramdan muhafaza buyursun. Aslında bütün Müslümanların
hedefi,
Allâh'ın dinini en güzel bir şekilde yaşamak için birbiriyle yarış
olmalıdırlar.
Çünkü âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, kullarını üç kısma ayırmış ve şöyle
buyurmuştur:
"Sonra
Kitâb'ı, kullarımız arasından seçtiklerimize verdik. Onlardan (insanlardan)
kimi kendisine zulmeder, kimi ortadadır, kimi de Allâh'ın
izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır. İşte büyük fazilet budur. (Onların
mükâfât) içine girecekleri Adn cennetleridir... (el-Fâtır, 32-33)
Demek
ki,
hayırda öncülük için yarışanlar, asıl fazilet sahipleri ve onların
ahretteki
mekânları da Adn cennetleri..."
"-Hocam,
daha önce sormuştum. Ama yeri gelmişken bir kere daha tekrar edeyim:
Ben namaz
kılmak istiyorum, fakat bir türlü içinden gelmiyor. Biraz önce siz
namaz
kılarken gördüm. Ne kadar içten, uzun uzun namaz kıldınız. Gerçekten
ben de
içimden geldiğinde böyle tadına vara vara namaz kılmayı istiyorum.
Herhalde
bunun için biraz daha zaman geçmesi gerekiyor değil mi? Meselâ sizin
yaşınıza
gelmem falan gerekiyor."
"-Ben
çok
mu yaşlıyım öyle?" diyor Sâcide Hanım gülerek...
Âmine de
gülüyor, ama biraz da mahcup bir şekilde:
"-Hayır,
hocam... Öyle demek istemedim."
"-Biliyorum
Âmine, takıldım sadece... Hani sana dedim ya, insanın içinde bir nefis,
bir de
ruhu vardır diye... İşte nefis, insanın hiçbir zaman ibâdet etmesini
istemez.
Bizim, «Canım istemiyor.» dediğimiz, biraz da bu kötü tabiatlı
nefsimizin
isteksizliğidir. Ben sana sorsam meselâ, «Senin canın ne zaman namaz
kılmak
ister?» diye, ne cevap verirdin?"
"-Herhalde
yaşlanınca ister."
"-Eğer
öyle olmuş olsaydı, bütün yaşlıların, namaz kılıyor olması gerekmez
miydi? Hem
bütün hayatın boyunca alışmadığın bir şeye, yaşlanınca nasıl
alışacaksın?"
"-Doğru,
ama..."
"-Kulluk,
bir eğitimdir. Namaz, bir eğitimdir. Bir çiftçi, tohumu zamanında
ekmezse,
vakti geldiğinde ürün bekleyebilir mi? Her tohumun bir mevsimi vardır.
Vaktinde
dikilmeyen tohum, bitki vermez. Bak, rahmet ve merhamet Peygamberi ne
diyor; «Yedi
yaşına geldiğinde, çocuklarınızdan namaz kılmalarını isteyiniz. On
yaşına
geldiklerinde şâyet namaz kılmazlarsa, onları hafifçe dövünüz ve kız
çocuklarla
erkek çocukların yataklarını ayırınız.» (Ebû Dâvud, Hadis no: 490)
Demek
ki, çocukların biraz zorla da olsa namaza alıştırılması, gerçekte bir
merhamet
gereği... Çocuğuna merhamet eden anne babalar, onları cehennem
azabından
korumaya çalışır. Kendileri ibâdet ederken, çocuklarının göz göre göre
ebedî
ateşe düşmesini istemez herhalde...
Bizim
insanımız, bu hadis-i şerifin baş tarafını değil, genelde son kısmını
duyuyor.
Çocukları, küçük yaşta namaza alıştırmıyor da büyüdüklerinde namaz
kılmadıklarında, "Benim çocuğum âsî oldu, bir türlü dediğimi dinleyip
namaz kılmıyor!.." diye baskı ve şiddet uyguluyorlar. Hâlbuki Peygamber
Efendimiz, namaz eğitiminin 7 yaşında başlamasını istiyor.
Anne-babalar,
çocuklarının kalbine namaz tohumunu küçük yaşlarda atmaya
başlayacaklar. Çocuk
namaz kılanları görecek, daha küçücükken onlar gibi yapmaya
çalışacak... Sonra
yedi yaşına gelince nasıl kılınacağını gösterecek ve her defasında onun
yanında
sen de namaz kılacaksın. Böyle 3 yıl örnek olacaksın. 10 yaşına
geldiğinde, o
çocuk artık bunu bir alışkanlık olarak yapmaya başlayacak. İşte
Peygamberimizin
çocuk yetiştirme usûlü bu... Ama biz ne yapıyoruz; âilede, çocuğumuzun
yanında
hiç namaz kılmıyoruz, ona da "Onbeş-yirmi yaşına kadar hiç namazını kıl
yavrucuğum!" demiyoruz. Yirmi yaşına geldiğinde, "Bizim çocuk bir
türlü namaz kılmıyor!" diye şikâyet ediyoruz, onu cezalandırmaya
çalışıyoruz. Zamanında onun kalbine ne ektik ki, onu biçelim?
En büyük
merhamet, çocuğumuzu, ebedî ateşten koruyan ve ona ebedî mutluluk veren
merhamettir. Bunun aksi, katı kalplilik, bencillik ve
vurdumduymazlıktır. Eğer
bir anne-baba, bu durumun farkında değilse, ya evlâdını hiç sevmeyecek
kadar
kalbi katılaşmıştır veya iman ettiği şeyin ne olduğunu bilmeyecek kadar
câhil..."
"-Benim
anne-babam, beni de, ablamı da çok seviyorlar. Bir dediğimizi iki
etmiyorlar.
Ama..."
"-En
büyük
sevgi, âhireti kazandıran sevgidir. Bırak, bir gün evlâdın aç kalsın,
ama bir
vakit namazını kaçırmasın!.. Biz, bütün hayatımızı, dünyevî istikbali
elde
etmek üzere kurmuşuz. Evlâdımız, aman aç kalmasın, aman hasta olmasın,
aman
işsiz-güçsüz kalmasın, aman akranlarının yanında mahcup ve boynu bükük
durmasın
diye gecemizi gündüzümüze katıp çalışıyoruz da, aman âhirette namazı,
orucu,
ibâdeti eksik olmasın diye gayret etmiyoruz!.. Bu, bizim en büyük
kaybımız!..
İnsan ölümle karşılaşınca, dünyaya tekrar dönmek isteyecek;
ibadetlerini
arttırmak, kılamadığı namazları kılmak ve daha fazla sadaka verebilmek
için...
Ama ölüm perdesi kapandıktan sonra artık geriye dönüş yok!.. Geriye
dönüp
ibadetleri, sevapları arttırma imkânı da yok. Ne yaptıysan o... Bu
yüzden
aslında dünyanın bir dakikası, âhiretin binlerce senesinden daha
kıymetli...
Çünkü burada o bir dakikalık vakitte yapabileceğin şeyleri, âhirette
yüzbinlerce senede yapamayacaksın. İş işten geçmiş olacak... Âhirete
gittikten
sonra geri dönüp hatalarını düzeltme imkânın da yok. Tevbe kapısı
kapanmış
olacak... O yüzden gün bugün; vakit bu vakit... Kâfirler de, o dünyanın
hakikatini, cennet ve cehennemi gördükten sonra dünyaya dönmek için çok
yalvaracak; ama onlara da:
«Biz,
size
dünyada aklınızı başınıza alacağınız kadar bir vakit vermedik mi?»
denilecek!..
Onların geri dönüş talebi de reddedilecek!.. (Bkz: el-En'âm, 27-28;
el-Mü'minûn, 99-108; es-Secde 11-14)
İşte
böyle...
Âhiret pişmanlıklar yurdu... Mü'minler, «Keşke daha fazla ibâdet
etseydim ve
sadaka verseydim!» diye pişman olacak (Bkz: el-Münâfikûn, 10); kâfirler
de
"Keşke iman etseydim de ebedî cehennem yerine ebedî cennete
girseydim." diye...
Hani
bebekler,
ilk doğduklarında açlıktan ağlarlar, ama annesini emmeyi de
bilmedikleri için
emmeyi reddederler; tecrübeli hemşireler, bebeğin ağzına annesinin
memesini
zorla verirler. Bebek, sütün tadını alınca bir daha bırakamaz. Bizim
ruhlarımız
da tıpkı açlıktan ağlayan bebekler gibi, feryatlar içinde... Nefsimizi,
ibâdetlerin tadını alana kadar zorlamalıyız. İbadetler bir alışkanlık,
bir zevk
hâline dönünce artık onları bırakmak insana zor gelmeye başlayacak...
İşte o
âna kadar kötülüğü emreden nefsimize muhalefet edeceğiz. "
"-Hocam,
kalbimde yerleşmiş birçok kayayı yerinden oynattınız. Size teşekkür
ederim. Geç
oldu, ben müsaade alayım. Sizi de zaten bu saatlere kadar ayakta
tuttum.
Hakkınızı helâl ediniz."
Sâcide
Hanım,
Âmine'nin ellerini tuttu:
"-Olmaz,
kesinlikle bu saatte seni dışarıya bırakmam. Annenleri arayalım, bende
kalacağını haber verelim. Hem bana arkadaş olmuş olursun." dedi.
Âmine'nin
annesi, kızlarının geç saatlere kadar arkadaşlarıyla dışarıda olmasına
alışmıştı. Ama Sâcide Hanım'dan gelen telefon onları hem şaşırtmış, hem
de
sevindirmişti. Kendilerinin bir türlü söz geçiremediği kızlarına,
Sâcide
Hanım'ın tesiri dokunursa ne güzel olurdu.
Sâcide
Hanım,
Âmine'ye kalacağı odayı ve yatağı gösterdi. Kendisi de odasına çekildi.
Kısa
bir müddet sonra ışığı kapandı. Evde büyük bir sessizlik olmuştu.
Âmine, Sâcide
Hanım'ın söylediklerini zihninde evirip çeviriyordu. Konuşulanları, kâh
âilesiyle, kâh arkadaş çevresiyle mukayese ediyordu. Duydukları,
tamamen
yabancı olduğu şeyler değildi. Şimdiye kadar çeşitli vesilelerle buna
benzer
şeyler duymuştu, ama bugün dinledikleri nedense kalbinin derinlerine
kadar
nüfuz etmişti. Acaba ilk defa ne söylediğini iyi bilen birisi ile
karşılaştığı
için mi etkilenmişti? Belki de söylediklerini, hayatına tamamen
yansıtmış
birisi ile tanışmış olması onu bu kadar sarsmıştı. Aklına güzel bir söz
geldi;
"Kalpten çıkan, kalbi bulur." Aslında bütün söylenenlerin özü buydu
galiba... Biraz rahatlamış bir şekilde gözlerini kapadı.
* * *
Sabah
ezânı
okunuyordu. Sâcide Hanım, gözlerini araladığında bir sürprizle
karşılaştı.
En Güzel Ev SahibiÂmine'nin odasında önce bir tıkırtı olmuş, sonra ışığı açılmıştı. Sâcide Hanım, hiç kıpırdamadan Âmine'yi beklemeye başladı.
Âmine,
sabah ezanının sesi ile irkilerek uyanmıştı.
Ayaklarını karnına doğru çekti. İlk defa sabah ezânını bu kadar uyanık
ve huzur
dolu bir ruhla dinliyordu. Yataktan doğruldu, etrafına bakındı. Sâcide
Hanım'ın
evinde olduğunu hatırladı. Işığı yaktı, sessizce lavaboya yöneldi ve
elini-yüzünü yıkadı. Durdu, aynada kendine bir daha baktı. Akşam Sâcide
Hanım'ın söyledikleri aklına geldi. İçinden:
"-Mademki
kalktım, bari bir namaz kılıp öyle
yatayım." dedi.
Abdestini
aldı. Sabah namazı için salona girdi. O sırada
Sâcide Hanım'ın pencerenin önünde, loş ışıkta, bir seccâdenin üzerinde
diz üstü
oturduğunu gördü. Gülümseyerek yanına yaklaştı ve:
"-Hayırlı
sabahlar." dedi.
Sâcide
Hanım karşılık verdi:
"-Sana
da hayırlı sabahlar..."
"-Açıkçası
sizi burada bulacağımı düşünmemiştim.
Yoksa siz hiç uyumadınız mı?"
"-Uyudum.
Yarım saat kadar önce kalktım. Seni de
sabah namazına kaldırıp kaldırmama hususunda tereddütlüydüm."
"-Olur
mu Sâcide Ablam!.. Akşam o kadar güzel
anlattınız ki, hâlâ söyledikleriniz kulaklarımda çınlıyor. Ben de
abdest alıp
namaz kılmaya gelmiştim. İnanır mısınız, bunca yıldır ilk defa sabah
ezanının
ilk tekbiri ile uyandım ve sonuna kadar büyük bir dikkatle dinledim.
Yine aynı
heyecanla sabah namazı için yatağımdan fırladım."
"-Âmineciğim,
bu sana Rabbinin hediyesi... Allah
bazen kullarını böyle uyandırır, «Kalk kulum!» dercesine insanı sarsar.
Sonra
da kendisine dâvet eder: «Ben, hayır ve ikram kapılarımı sana ardına
kadar
açtım. Haydi, buyur gel namaza!.. Secdeye var, bana yaklaş, yaklaş ve
yüksel!.." der âdetâ... Kimi kulu kalkar, tuvâlete gider, sonra da bu
çağrıyı duymaksızın hemen yatağına döner. Sanki hal ve hareketleriyle:
«Kusura
bakma Rabbim, şimdi çok uykum var; başka zaman buluşuruz!..» dercesine
döner
arkasını gider. Rabbinin en özel davetini terk eder ve gafletle sabaha
kadar
uyur. Bu, fâsık ve gâfil insanların hâlidir. Bunu o kadar tabiî olarak
tekrar
eder dururlar ki, hiç pişman olmazlar, vicdanları bile sızlamaz. Âh, ne
kaçırdıklarını bir bilseler!..
Başka
bir kul da geceleyin böyle âniden uyandırılır.
Bu uyanmanın görünüşteki sebebi, bazen bir rüyadır, bazen harâret,
bazen de
tuvalet ihtiyacı... Ama o kullar, niçin uyandırıldığını çok iyi
bilirler ve
vakit geçirmeden Rableri ile buluşmaya koşarlar. Ya teheccüde ya da
sabah
namazına niyetlenirler. Bazen en Sevgili olan Rablerini zikreder, bazen
de
O'nunla konuşma hasretlerini gidermek için Kur'ân okumaya başlarlar.
Onların
içlerinde şöyle bir düşünce geçer; «Rabbim, o sebep-bu bahane beni
kendisi için
uyandırdı. Milyarlarca uyuyan kul içinden bu gece beni seçti ve
huzuruna dâvet
ediyor. Demek ki beni seviyor. Demek ki bana gelmiş ve gönül kapımı
tıklatıyor...»
İşte o
ân, hemen şeytana rest çekip eûzü besmele
çekmeli ve yataktan fırlamalı... Eğer «Bir dakika sonra kalkayım»
dersen, bu
özel dâveti kaçırırsın, bir de bakarsın güneş doğmuş!.. Besmeleden
sonra hemen
abdest alıp seccadeye varmalı... Namazı güzelce îfâ ettikten sonra da
ellerimizi açıp; «Teşekkür ederim Rabbim, bugün beni özel bir kulun
olarak
seçtiğin ve huzuruna kabul ettiğin için!.." demeli... Sonra secdede,
dile
ne dilersen, o yerin ve göğün hazinelerinin sahibinden... İşte o secde,
en
tatlı secdedir; hiç kalkamaz istemezsin. Pek lezzetlidir. Sonra kıvrıl
seccadene uyu, işte o, en tatlı, en ballı uykudur. Sabah uyandığında
mânen
dolmuş, kuş gibi hafiflemiş olursun, için dışın enerji dolmuş olur."
Sacide
Hanım, bu anları yaşarcasına kendini kaptırmış
anlatıyordu, o sırada bakışları Âmine'ye döndü. Âmine, sessiz bir
şekilde
gözyaşları dökmeye başlamıştı.
"-Canım,
bunları, seni ağlatmak için
söylemedim!" dedi.
"-Hocam,
bugün ben uyuyan milyarlarca insan
içinden özel olarak seçildim, öyle mi?" diye sordu. Demek ki, şimdiye
kadar Rabbim defalarca benim gönül kapımı tıklattı da ben hep arkamı
dönüp «Çok
uykum var, sonra kılarım.» diye ona arkamı döndüm, öyle mi? Ama bundan
sonra
inşâallah, ben de onun dâvetine icâbet edeceğim!.." dedi.
"-Tabiî
ki icabet edeceksin! Sen gönlünü Allâh'a
çevirip bir adım attın. Rabbimiz «Kulum, bana bir adım atarsa, ben ona
on adım
gelirim. Kulum bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak gelirim."
buyuruyor. Bak, Âmineciğim! Rabbimizin bütün farzları, Peygamberimize
Cebrail
vâsıtası ile bildirilmiş emirlerdir. Sadece namaz öyle değildir!..
Namaz,
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gece Mekke'deki
hânesinde
uyurken Rabbimizin özel ikram ve dâvetiyle, âdetâ az önce anlattığım
gibi tatlı
uykusundan uyandırılarak Mirac'a daveti ile, yüceler yücesi bir makamda
ilâhî
bir hediye olarak verilmiştir. Yani Rabbimiz, kullarına namazı bir yük
olarak
değil, "en güzel ev sahibi" olarak "en güzel
misafir"ine sunduğu "pek kıymetli bir hediye" olarak
takdim etmiştir. Peygamberimiz, bu lezzeti, ümmetinin de tatmasını
istedi.
Bunun üzerine Rabbimiz, namaz esnasında kullarının gönül dillerine
sürüverir bu
namaz lezzetini... Bu tadı alan, bir daha Allâh'ın izni ile bırakamaz.
Ama bu
lezzeti tatmayana, şeytan, o mübârek hediyeyi büyük bir yük olarak
gösterir.
İşin sırrı işte burada... Namaz, bir yük değil, bir hediyedir. Rabbe
kavuşma
ânı, vuslat hediyesi... Haydi bakalım, hediyeni almaya!.." dedi Sacide
Hanım büyük bir heyecanla...
Sonra da
namaz için hazırlanan Âmine'yi odada yalnız
bırakıp:
"-Ben
kendi odamda kılacağım. Haydi, şimdiden
mîrâcın mübarek olsun!" dedi.
Âmine,
seccadeye doğru vardı. En sonda yapmayı
düşündüğü duâyı, gözyaşları içinde secdeye kapanarak yapmaya başladı:
"-İşte
geldim Rabbim!.. Beni seçtiğin için,
huzuruna kabul ettiğin için çok teşekkür ederim Rabbim!.." diyerek
dakikalarca ağladı. Ağladıkça hafifledi. Sanki döktüğü gözyaşları,
içindeki
manevi kirleri yıkayıp atıyordu.
Namazını
kılınca, seccadenin üzerinde yana kıvrıldı.
Bir süre öylece yattı. Yastıksız uyuyamayınca, koltuğun üzerindeki süs
yastığı,
başının altına koydu ve rüyalar âlemine doğru süzüldü gitti.
Uyandığında
gerçekten kuş gibi hafiflemişti. İçinde
tarifi imkânsız bir mutluluk vardı. Gözlerinde uykudan eser kalmamıştı.
Gece
geç yattığı, sabah namazına da kalktığı hâlde zindeydi. Odasına dönüp
yatağını
topladı, üzerini giydi. Bir not bıraktı, kapıdan çıkmadan önce:
"Âcilen
çıkmalıyım. Hayatımdaki en tatlı uyku
için teşekkürler. Sizi arayacağım. Âmine"
Sessizce
evden çıktı, Fâtih Yokuşu'ndan Balat'a,
sahile doğru indi. Sahilde bir çocuk sevinci ile yavaş yavaş yürümeye
başladı.
Derin derin nefes alıyor, sahilden gelen deniz havasını alabildiğine
içine
çekiyordu. Hava açık, martılar mavi gökyüzünde nazlı nazlı uçuyorlardı.
Arada
bir martıların serenatları, yavaş yavaş başlayan sabah trafiğinin
gürültüsünü
delip geçiyordu. Burnuna sıcacık simit kokusu geldi. Hemen birkaç simit
aldı ve
acele ile bir dolmuşa bindi. Uzaktan Eyüp Sultan Hazretleri'nin
bulunduğu o
sükûnet beldesini görünce:
"-Mutlaka
bir gün gelip burayı ziyaret etmeliyim.
Bunun için özel bir zaman ayırmalıyım." Dedi ve uzaktan da olsa, Eyüp
Sultan Hazretleri'nin rûhuna bir Fâtiha-i Şerife okudu.
Hayat,
şimdi daha çok değer kazanmış gibiydi. Her şey
sanki yerli yerine oturuyordu. Şu sekiz-on günde ne de çok şey
değişmişti
hayatında... Füsun'u kaybetmesi, onların evinde yaşadıkları,
mezarlıktakiler ve
Sâcide Hanım'la tanışması... Hepsi bu kadarcık kısa bir zamana
sıkışmıştı.
Şimdi artık işyerine dönmesi gerekiyordu. Kullandığı izinler bitmişti.
Bugün
işbaşı yapması gerekiyordu. Minibüsten indi, çalıştığı bankaya doğru
yürümeye
başladı. Kalbi pır pır atıyordu. Bankanın kapısını açar açmaz, yüksek
bir
sesle:
"-Herkese
günaydın!.." dedi ve çalıştığı
masaya yöneldi.
Arkadaşları,
Âmine'nin bu tavrına şaşırmışlardı. Onun
en sevdiği arkadaşını kaybettiğini, bunun için izin aldığını
biliyorlardı.
Şimdi bu aşırı enerjik hâllerine şaşırmışlardı. İçlerinden bir tanesi
dayanamadı, Âmine'nin masasına yaklaşıp göz kırptı ve:
"-Hayırdır
kızım, ne bu hâl?! Gören de âşık
olduğunu düşünecek!.."
"-Sorma
Tuğçe, gerçekten içimde bir aşk var. Ama
tarifi zor..."
"-Kime
âşık oldun kız?"
"-Nasıl
desem bilmiyorum, en tatlı birisine...
Yeni tanıştığım, aslında hep yanımda olan, hep beni düşünen, hep beni
seven...
Meğer ben onu bilmiyormuşum..."
"-Oooo,
kızım sen uçmuşsun ya... Nerelerdesin,
kimlerden bahsediyorsun?"
"-Merak
etme, yakında bol bol konuşuruz."
Mesai
başlamıştı. Herkes masalarına döndü. Gelenler
gidenler, borçlar, alacaklar, ödemeler, krediler... O gün öğle
paydosuna kadar
büyük bir enerji ile devam eden Âmine, öğle ezanı okununca saatine
baktı.
"-45
dakikam var; abdest almalıyım. Şimdi
namazımı nerede kılacağım? Câmiye gitsem yemek yiyemem. Yemek yiyecek
olsam,
câmiye yetişmem zor. Hepsini birden nasıl yetiştireceğim?" dedi. Sonra
da
içinden, "Nasıl olsa namazın vakti daha çok, yemeğimi yiyeyim, bir ara
kılarım."
diye geçirdi.
Yemekte
arkadaşları ile buluştular. Arkadaşları,
hasret kaldıkları Âmine'yi dinlemek için sabırsızlanıyordu. Bazıları
cenâzeye
gelmiş, ama birçoğu o günden sonra olup bitenleri birinci ağızdan
dinlemek
istiyordu. Bilhassa yakın arkadaşları Tuğçe ile Reyhan, Âmine'yi sözünü
kesmeden uzun uzun dinlediler. O da en baştan itibaren anlattı. Sonunda
da
akşamleyin Sâcide Hanım'da kaldığını ekledi. Tuğçe:
"-Kız,
bu hoca, seni de kendine benzetmesin
sonra!.." diye takıldı Âmine'ye... Âmine, biraz da sitemli bir şekilde:
"-Niye
öyle diyorsunuz ki... Gerçekten bir
tanısanız, dünyalar güzeli bir hanım... Âdeta ağzından bal damlıyor.
Bir de
benim iç dünyamı o kadar güzel okuyor ki... Neredeyse kalbimden
geçenleri, ben
dile getirmeden ortaya döküveriyor. Sonra da bir güzel üstesinden
geliyor."
Reyhan
da lafa karıştı:
"-Kızım,
bu hoca seni büyülemiş. Bırak bu
işleri... Bak, sonra demedi deme, bunlar senin başını belaya sokar.
Şimdi her
şey iyi, güzel... Sonra paçanı kurtaramazsın. Seni işinden de, yuvandan
da
uzaklaştırırlar."
Âmine,
onların söylediklerine biraz alındı:
"-Ya,
siz hiç görmeden, tanımadan nasıl böyle
önyargılı oluyorsunuz." İkisi birden:
"-Biz
biliriz böylelerini!.." dediler.
Artık
konuşulacak bir şey kalmamış gibiydi. Kalktılar.
Âmine saatine baktı, öğle paydosunun bitimine birkaç dakika kalmıştı.
Aceleyle
hesabı ödeyip lokantadan ayrıldılar. Âmine, bir taraftan Sâcide
Hanım'ın
söylediklerini düşünüyor, bir taraftan da arkadaşlarının
yakıştırmalarına
sinirleniyordu.
"-Ne
kadar ayrı dünyalarda yaşıyorlar."
dedi.
Ama
sabahki namazın lezzetini unutamamıştı. Öğle vakti
gelmiş, mesai başlamış ve o hâlâ öğle namazını kılamamıştı. Şefin
yanına gidip
izin almayı düşündü. Sonuçta o da nâzik, kibar, anlayışlı birisiydi.
Odasına
gitti ve:
"-Âdem
Bey, müsaadeniz olursa birkaç dakikalık
işim vardı; alt kattaki hademe odasında abdest alıp namaz kılabilir
miyim?"
"-Nasıl
olur, Âmine Hanım. Şimdi paydos vakti
bitti, müşteriler sıra aldı sizi bekliyor. Lütfen gecikmeyelim. Hem
çalışmak da
ibadet değil mi? Geçin yerinize lütfen, aldığınız maaşın hakkını verin.
Sonra
yediğimiz lokmanın da helâl olması önemli, değil mi?"
"-Şey,
ama..."
"-Tamam,
birkaç saat sonra, ortalık biraz
tenhâlaşsın; gider kılarsınız. Ama bir kereye mahsus tamam mı? Yoksa
burası
câmi değil!.. Durmadan herkesin, bir de günde beş defa namaza gitmesi
demek,
bütün işlerin alt üst olması demek... Ortada düzen mi kalır? Ben hangi
birinizin peşine koşacağım? Namazı birleştirip akşamleyin hepsini
birden
kılarsınız canım. Suçu-günahı varsa, benim üstüme olsun. Benim de dedem
hacca
gitmişti. Gençlikte çalışmak lâzım, ihtiyarlayınca da ibadet..."
Âmine,
masasına büyük bir vicdan azabı ile oturdu. Ne
yapacaktı? Tam kara kara düşünürken, bir müşteri geldi, parayı uzattı
ve:
"-Doğalgaz
borcunu ödeyecektim." dedi.
Ardından
bir diğeri kredi kartı borcunu ödedi, başkası
maaşını çekti. Derken Âmine, işine dalıp gitti. O telâşe esnasında
ikindi
ezanının okunduğunu da fark etmedi. Gün sonu hesaplarını yapıp kasaları
toplarken okunan akşam ezanı ile kendine geldi.
"-Eyvah,
namazlar gitti!.."
Bunu o
kadar aniden ve ürkerek söylemişti ki, Tuğçe
masasından kalkıp yanına kadar geldi:
"-Ne
oldu, Âmine? Birden sıçradın..."
"-Bugün
hiç namazlarımı kılamadım da..."
"-Aman
kızım, üzüldüğün şeye bak!.. Burada nasıl
namaz kılacaksın? Yer mi var, zaman mı? Burası ibadet yapmak için uygun
bir yer
değil... Evde olursun, işin gücün olmaz, rahat rahat kılarsın. Hem
şimdi namaza
başlasan, «Başını ört!» derler. Ona başlasan, «İşini bırak!» derler. Bu
işler
bize göre değil kızım... Kafanı takma... Allah büyük... Bütün günahları
affeder. Hocanı çok seviyorsan, emekli olunca git yanına... Sarıl,
kucaklaş.
Hatta istersen beraber gidelim. Ama gözünü seveyim, kendini bir an önce
topla!.. Gençsin, güzelsin, hayatını yaşa... Bu hurafeleri bırak bir
yana..."
Reyhan
da yanlarına geldi:
"-Ne
oldu yine?"
Tuğçe:
"-Namazlarını
kılamamış da ona üzülüyor."
diye alaylı alaylı konuştu.
Reyhan,
Âmine'ye dönerek:
"-Bak,
kızım aklını başına devşir. Bu devirde
böyle maaşı nereden bulacaksın. Hem kaç yıl okullarda, üniversitelerde
okumuşsun.
Şimdi evine gidip sabahtan akşama evde mi oturacaksın? Yazık değil mi,
senin
gibi birisine... Namaz mı kılmak istiyorsun, akşamları eve gidince
hepsini
birden kıl. Bak, ben aklıma geldikçe kılarım. Hem bu işlerde kalbin
temiz
olması önemli... Birkaç gün namaz kılmayınca, için acır, ama sonra
unutur
gidersin. Boşver bunları... Hadi, hayatını yaşamaya bak. Hem yarın
akşam,
Bora'nın evinde parti var. Sen de gel, açılırsın hem..."
Âmine,
onlara cevap vermek bile istemedi. Dinledi
sadece... Eşyalarını topladı. Otobüse bindi ve evinin yolunu tuttu.
Eve
vardığında, kalbini yokladı; sabahki enerjisinden
hiçbir şey kalmamıştı. Çok yorgundu. Bir taraftan Sâcide Hanım'ın
söyledikleri,
bir taraftan işyerindeki arkadaşlarının söyledikleri... Kafasında bir
savaş var
gibiydi. Vücudu külçe gibi olmuştu. Annesinin hazırladığı akşam
yemeğini yedi
ve nefsini zorlaya zorlaya yatsı namazını kıldı, akşamı da kazâ etti.
Ama öğle
ile ikindiyi kazâ etmek gözünde büyüdü. Mecâli kalmamıştı, yatağına
kıvrıldı.
Sabahleyin
gözlerini açtığında, saat 7:30 olmuş, güneş
çoktan doğmuştu. Sabah namazının vakti geçmişti. Bu gece uyanamamıştı.
"-Demek
ki, bugün özel olarak seçilmedim."
diye üzüldü.
Sonra
da, "Ben Rabbime bir adım atmadım ki, O,
bana on adım atsın!.." dedi.
Sonra
arkadaşı Tuğçe'nin dedikleri sinsice dolaştı
içinde...
"-Tuğçe
de haklı, benim hayat tarzım dini
yaşamaya uygun değil ki!.. Ben ne yapayım?" diye nefsini haklı
çıkarmaya
çalıştı.
İşe
giderken içindeki bir ses, Sâcide Hoca'yı
aramasını söylüyordu. Diğer ses ise, "Ararsan, bildiklerini yaşamak
zorunda kalırsın. Boş ver sonra ararsın. Zaten şimdi çok erken, belki
kalkmamıştır. Hem onu aramaya ne yüzün var, namazlarını bile doğru
dürüst
kılamıyorsun!.." diyordu.
İçindeki
sesler, o kadar çok ve birbiriyle kavga
halinde idi ki, âdeta başını ağrıtıyorlardı. Bankaya varınca masasına
oturdu.
Arkadaşları yavaş yavaş geliyorlardı.
"-Bugün
de şansımı deneyeceğim!" dedi.
Devam edecek...Halil Demireşik
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder