BURS

BURS

15 Mayıs 2012 Salı

Çok Güzeldi, Ölüm Ona Yakışmaz



Çok Güzeldi, Ölüm Ona Yakışmaz ki
Genç kız, uzun uzun çalan telefonun sesi ile uyandı. Bedeni yatağa âdeta yapışmıştı.
"-Sabahın köründe kim bu arayan?!" diye söylenirken başucundaki saat 14: 30'u gösteriyordu. Gece ikide eve geldiğini hatırladı. Telefona yetişemedi. Aradan birkaç dakika geçince tekrar çalmaya başlayan telefon, iyice sinirlerini bozmuştu. Çantasında telefonu arıyor, ama bir türlü bulamıyordu. Çantasını önüne döktü. Telefonun onuncu defa çalışında ancak açabildi.
Ahizeden sadece çığlıklar ve ağıtlar duyuluyordu. Daha kimse konuşmadan önce, genç kız, tepeden tırnağa ürpermişti.
"-Alo, kimsiniz, kimsiniz?" diye sormaya başladı.
Karşı taraf biraz ağırdan alıyordu. Nihayet sesi duyuldu:
"-Alo, ben Reyhan."
"-Ne oldu Reyhan, neden ağlıyorsunuz?"
"-Âmine!.. Dün akşam, dün akşam Füsun trafik kazası geçirmiş. Şimdi ölüm haberini aldık. Hemen gel!.."
Şimdi şaşırma sırası Âmine'ye gelmişti. Karşı taraf telefonu kapatmış, Âmine, telefon elinde donakalmıştı. Daha dün gece birlikteydik, diye düşündü. Yedik, içtik, eğlendik, sinemaya gittik. Ne kadar güzel bir gece geçirdik, hep birlikte... Dün kanlı canlı olan kız, şimdi ölmüştü, öyle mi?! Aklı bir türlü almadı.
"-Ölmüş olamaz!.." dedi, bir anda... "Ölmüş olamaz, daha 19 yaşındaydı. Hem ölüm ona yakışmaz ki!.."
Neden sonra kendine geldi, toparlandı. Hemen üstünü giydi, çantasını yerleştirdi ve yola çıktı. Füsunların evine gidiyordu. Herhalde bütün arkadaşlarına haber vermiş olmalıydılar. Aceleyle bir taksiye bindi ve kısa zamanda cenaze evine ulaştı. Şimdiye kadar koştura koştura gelen ayakları, nedense binanın önüne geldiğinde adeta yere çakılı kalmıştı. Bir türlü ayağını kaldıracak güç ve cesaret bulamıyordu. Orada Füsun'un cesedi ile karşılaşmak korkusu içten içe kendisini kemiriyordu. Aslında tam olarak dile getiremese de, ona ürkütücü gelen, ölümün bu kadar yakınına kadar gelmiş olmasıydı.
Cenâze evinden yükselen ağıtlar, daha apartmanın girişinden duyuluyordu. Kendine biraz cesaret telkin etti, ben, Füsun'un bunca yıllık arkadaşıyım. Onu, ölümün kollarında yalnız bırakmamalıyım, dedi ve yavaş yavaş merdivenleri çıktı. Zile bastı. Kapı açıldığında, içerideki mâtem havası âdeta dışarıya taştı. Ağlayanlar, sızlayanlar, feryatlar, ağıtlar... Birbirinin omzuna yaslanıp gözyaşlı dökenler, ne yapacağını bilmez şekilde çaresizce bir köşeye büzülmüş olanlar... Genç kızlar bir araya toplanmıştı. Hiçbirinin ağzını bıçak açmıyordu. Daha dün gece bir aradaydılar. En genç ve en alımlı olanlarıydı Füsun... Gülücükleriyle, esprileriyle neşe saçıyordu, arkadaş grubuna... Ama şimdi, üstüne beyaz bir örtü örtülmüş ve öylece, kaskatı bekliyordu. Annesi feryadı, bütün duvarlarda çınlıyordu:
"-Gelinlik giyecekken kefen mi giydin?! Kalk, bu elbise sana hiç yakışmadı... Gençliğine yazık oldu, güzelliğine yazık oldu!.."
Bir müddet sonra âilenin erkekleri geldi ve Füsun, tabuta yerleştirilerek evden çıkartıldı. Tabut, cenâze arabasına kadar omuzlarda kaya kaya gitti. Cenâze, câmiye götürülecekti. Ezan okunana kadar bir saat kadar zaman vardı. Bu yüzden Mevlid okutmak için bir hocahanım çağırmışlardı.
Âmine, iyice kenara büzülmüş, dün geceden beri olup bitenleri zihninden süzüp duruyordu. O bambaşka bir âleme dalmıştı. Ne kapının çaldığını, ne de gelen hocahanımın sohbete başlamasını hiç fark etmedi. Hocahanım, Mevlid okumak için getirilmişti, ama Mevlid'e başlamadan kısa bir sohbet yapmak istediğini söylemiş, sonra da Kur'ân-ı Kerim okumaya başlamıştı.
Âmine, Kur'ân okuyuşunu duyana kadar kendi dünyasına dalıp gitmişti. Hocahanımın okuyuşunu dinledikçe ruhu biraz tesellî buldu, ama içinde fırtınalar kopuyordu. İçten içe bir isyan büyüyordu; gençti, güzeldi, hayatının baharındaydı, neden öldü, başka kimse yok muydu? Daha gençti, çok güzeldi. Beraberce geçirecekleri daha çok günleri vardı. Neden, neden? Bir türlü bu sorulara cevap veremiyordu. Düşünmekten başı ağrımaya başladı.
Hocahanım, Kur'ân okumayı bitirmiş ve "el-Fâtiha" demişti. Sonra yumuşak bir üslupla sohbetine başladı. Önce cenâze evine, anne ve babasına, yakın ve arkadaşlarına tâziyede bulundu. Sonra sözlerine şöyle devam etti:
"-Sevgili dostlar, Füsun, benim de akrabamdı. Amcamın kızı idi. Onun arkasından ağlamalarımız, feryat ve figanlarımız artık onu geri getirmez. O dönülmez bir yolculuğa başladı. Şu andan sonra ona faydalı olmak istiyorsak, onun için Kur'ân okuyacağız, sadakalar vereceğiz. Artık o, dünya sahnesindeki perdesini kapattı, ununu eledi, eleğini astı. Sırada belki de bizler varız. O, vefatıyla bizimle konuşmaya başladı; bakalım, biz onun öldükten sonra bize söylediklerini duyabilecek miyiz? Sessizce bize nasihat eden ölümün kelimelerini duyabilecek miyiz? Ölüm, diyor ki; ben her yaşta, her seviyedeki insana gelebilirim. Genç, de, yaşlı da, çocuk da benim elimden kurtulamaz. Kimin vadesi gelmişse, onu bir an bile bekletmem. Zenginlere de uğrarım, fakirlere de... Hastalara da uğrarım, zinde ve sağlıklı olanlara da... Ben, her an evinize gelip misafiriniz olabilecek biriyim; siz beni ağırlamaya hazır mısınız? Benim gibi sürpriz bir misafir için hazırlıklı mısınız?"
Hocahanımın, bu sözleri üzerine ağlayanlar önce birbirlerine baktılar, sonra başlarını önlerine eğip düşünmeye başladılar. Deminki ağıtlar yükselen ev gitmiş, daha sessiz, daha mütevekkil bir ev gelmişti sanki...
Âmine ise, iç dünyasında gelgitler yaşamaya devam ediyordu. Ya ölen Füsun değil de, kendisi olsaydı? Füsun'u farklı kılan neydi? Onu alan ölüm, kendisine ne zaman uğrayacaktı? Ya o da genç yaşındayken ölecek olursa? O zaman hayata dair bütün planları, hedefleri, hayalleri alt üst olacak demekti. Sahi, Füsun'un hayallerine ne olmuştu? Şimdi o yapmak istediklerinin ne kadarını yapabilirdi? Âmine, iç dünyasında bu düşüncelerle boğuşurken, dinleyiciler arasından birisinin sesini duydu:
"-Hocam, ben ölümden çok korkuyorum, ölmek istemiyorum!.."
O anda dinleyicilerin hemen hepsi, o cümleyi söyleyen kimseyi tasdik edercesine başlarını salladılar. Sanki hepsi, evet, biz de ölümden çok korkuyoruz der gibiydiler.
Hocahanım, bunun üzerine mevzuya başka bir açıdan yaklaşmaya karar verdi:
"-Mevlânâ Hazretleri, şöyle buyurmaktadır:
"Evlat, herkesin ölümü kendi rengindedir, insanı Allâh'a kavuşturduğunu düşünmeden ölümden nefret edenlere ve ölüme düşman olanlara, ölüm korkunç bir düşman gibi görünür. Ölüme dost olanların karşısına da dost gibi çıkar."
"Ey ölümden korkup kaçan can! İşin aslını, sözün doğrusunu istersen, sen aslında ölümden korkmuyorsun, sen kendinden korkuyorsun."
"Çünkü ölüm aynasında görüp ürktüğün, korktuğun, ölümün çehresi değil, kendi çirkin yüzündür. Senin rûhun bir ağaca benzer. Ölüm ise, o ağacın yaprağıdır. Her yaprak, ağacın cinsine göredir."
Demek ki, ölüm, sadece kendisini unutanlara korkunç geliyor. Ölümü devamlı hatırlayan, ona göre hazırlık yapanlar için ölüm, âdeta sevgili gibi hasretle beklenen bir dosta dönüşüyor. Peygamberimizin ashâbından birisi gelmiş ve O'na:
"-Ey Allâh'ın Rasûlü!.. Mü'minlerin en faziletlisi kimdir?" diye sormuş. Peygamber Efendimiz de:
"-Ahlâkça en güzel olanlardır!" cevâbını vermiş. Bu sefer o zât:
"-Peki, mü'minlerin en akıllısı kimdir?" diye sordu. Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-:
"-Ölümü en çok hatırlayan ve sonrası için en güzel şekilde hazırlık yapanlardır. İşte (gerçek) akıllılar bunlardır." buyurdu.(İbn-i Mâce, Zühd, 31)
O hâlde gerçek akıllılar, sadece ölüme hazırlananlardır. Çünkü ölüm, kaçınılmaz bir şekilde herkese uğruyor. Er geç bize de gelecek... Kimse ölmekten kurtulamamış ve yine kimse, öldükten sonra tekrar eski hayatına dönememiş. O hâlde ölümü ve onun ardındaki hayatı iyi öğrenmeliyiz. Sonra da ona göre hayatımızı gözden geçirmeli ve sonsuz bir hayat için hazırlık yapmalıyız."
Hocahanım, sözlerini bu şekilde tamamladı ve usûlen kısa bir Mevlid okuyarak sohbeti bitirdi. Evdekiler, yavaş yavaş toparlandılar ve cenaze merâsimi için bir kısmı câmiye, bir kısmı da mezarlığa doğru hareket etti.
Âmine, yerinde kalakalmıştı. Gözleri, evin içinde biraz önce Füsun'un hareketsiz yattığı yerdeydi. Arkadaşlarının koluna girip kendisini kapıya doğru sürüklemeye çalıştıklarını fark edince kendine geldi. Arkadaşlarıyla beraber arabaya binmişler, mezarlığa doğru gidiyorlardı. O aralıksız düşünmeye devam ediyordu; ölüme hazırlanmak... Ben hayatım boyunca hep bir şeylere hazırlandım. Yarım saatlik bir yemek için saatlerce mutfakta hazırlık yaptım. Üniversite sınavında başarılı olabilmek için yıllarca dershanelere gittim, ek dersler aldım, hazırlandım. Dün sinemaya gitmek için seçeceğim elbiseye karar vermek için bile saatlerce aynanın karşısında hazırlık yaptım. Ya ölüme hazırlık? Arkadaşlarımın bazıları namazlarını kılıyorlar, bazıları da benim gibi sadece yılda bir defa oruçlarını tutuyor. Başka? Evet, ilkokulda yazın câmide Kur'ân okumayı öğrenmiştim. Ama sonra hiç vaktim olmadı, tekrar edemedim. Şimdi nedense hatırlamıyorum bile... Ablama hiç benzememişim. O rahatça başını örttü, namazını da düzenli kılıyor. Ama bunu yapmak o kadar da kolay değil ki... Çevrem var, arkadaşlarım, kurulu bir düzenim... Sonra ben üniversite okudum, başını örtenler, işe girmek için daha çok uğraşıyor. Zaten örtünmek bana göre değil ki... Sonra içinden bir ses, ölmek de Füsun'a göre değildi, dedi.
Gerçekten Füsun ile ölümü yan yana hiç düşünemiyordu. Arkadaşı o kadar hayat doluydu ki, sanki hiçbir zaman ölmeyecek gibiydi. Ölüm, yaşlılara, hastalara yakışıyordu belki ama arkadaşına hiç yakışmamıştı.
Mezarlığa gelmişlerdi. Füsun'un tabutu daha gelmemişti. Onlar, mezarlığın yüksekçe bir yerinde beklemeye başlamışlardı. Âmine, göz ucuyla mezarlığa şöyle bir bakındı. Burası, Füsun'un yeni evi, kabirdekiler de yeni arkadaşları öyle mi, diye geçirdi içinden... Şimdi o can arkadaşımız, bu akşamı, burada, yeni evinde ve yeni arkadaşlarıyla geçirecek öyle mi? Bir anda ürperdi, toprağın soğukluğunu iliklerine kadar hissetti. Sonbahar da yaklaşmıştı. Yerler de ıslak gibiydi. Birkaç gündür yağmur yağmıştı, zaten... Şimdi Füsun, o gencecik beden, toprağa bırakılacak ve geriye dönüp gidilecekti. Herkes, sanki hiçbir şey olmamış gibi, Füsun sanki hiç yaşamamış gibi işlerine güçlerine dönüp kaldıkları yerden hayatını yaşamaya devam edeceklerdi.
"-Hayat, çok garip..." dedi, kendi kendine...
"-Çok seviyorsun, hadi gel, yanına yatıver!.." desen, Füsun'un yanına yatacak, ona mezarda arkadaşlık edecek kimse yok... Feryatlarla yeri göğü inleten annesi bile mezarda biricik kızını yalnız başına bırakıp gidecek... Yazık... Çok yazık.
Âmine, biraz ileride Hocahanımı fark etti. Dalıp gittiği düşünceleri sebebiyle yarım yamalak dinlediği sohbetinden istifade ettiğini düşündü. Ama soruları vardı. Yanına yaklaşıp sormak istedi. Arkadaşlarının arasından sıyrıldı. Hocahanıma doğru yaklaştı.
"-Hocam, müsaitseniz birkaç sorum olacak." dedi.
Hocahanım, Âmine'nin düşünceli hâline baktı ve başını sallayarak:
"-Cenâze gelene kadar birkaç dakikamız var, buyur seni dinliyorum." dedi.
"-Hocam, neden Füsun? Daha çok gençti, hayat doluydu. Niye yaşlı başlı insanlar değil de o?"
"-Öncelikle ölüm herkes için... Her insan, doğduğu andan itibaren ölüm adayı... Hatta bazıları daha dünyada tek bir nefes almadan, anne karnında ölüveriyorlar. Ölümün yaşı yok. Kime, nerede, ne zaman geleceği belli değil. Onun için hepimizin, her an ölüme hazır olması lâzım. Neden gençlere ve çocuklara da ölüm gelir, dersen birinci hikmeti, ölümün bu hazırlıksız gelişini hatırlatmak olmalı... Böylece insanlar her an, kendilerini âhirete hazırlasınlar; nasıl olsa yaşlanınca öleceğim diye düşünüp rehavete kapılmasınlar. İkincisi insan ya ibâdet üzere yaşar ya da günah ve isyan üzere... Genç iken ibâdet dolu bir hayat geçirenler, böylece tertemiz bir şekilde Rabbine kavuşmuş olurlar. Genç olduğu hâlde günahlara dalanlar ise, daha fazla günah işlemeden Rablerine dönmüş olurlar. Ama yine de gençlerin ölümü hep acı gelmiştir. Yunus Emre bile:
Yalancı dünyâya konup göçenler,
Ne söylerler ne bir haber verirler!..
Üzerinde türlü otlar bitenler,
Ne söylerler ne bir haber verirler!..
Kiminin başında biter ağaçlar,
Kiminin başında sararır otlar,
Kimi mâsûm kimi güzel yiğitler
Ne söylerler ne bir haber verirler!..
Toprağa gark olmuş nâzik tenleri,
Söylemeden kalmış tatlı dilleri,
Gelin duâdan unutman bunları
Ne söylerler ne bir haber verirler!..
Kimisi dördünde, kimi beşinde,
Kimisinin tâcı yoktur başında,
Kimi altı, kimi yedi yaşında,
Ne söylerler ne bir haber verirler!..
Kimisi bezirgân, kimisi hoca,
Ecel şerbetini içmek de güç a!
Kimi ak sakallı, kimi pîr koca
Ne söylerler ne bir haber verirler!..
Yûnus der ki gör takdîrin işleri
Dökülmüştür kirpikleri kaşları
Başları ucunda hece taşları
Ne söylerler ne bir haber verirler!..
demiştir. O hâlde insan, aklını kullanabildiği andan itibaren her an ölüme hazırlanmalı ve onun kendisine ergeç geleceğinin farkında olmalıdır."
Âmine, bir taraftan hocahanımı dinliyor, bir taraftan mezar taşlarını seyrediyordu.
Kabir Koridorundan Geçerken
O esnada gözü, bir mezar taşına ilişti. Mezar taşında, "Ahmet Selçuk Tuncay (02.02.2000-10.02.2000) Ruhuna el-Fâtiha" yazıyordu. Şöyle bir düşündü, bu tarihler doğruysa o mezarda yatan, on günlük bir bebekti. Demek ki, neredeyse doğar doğmaz ölmüştü. Ne gülmüş, ne oynamış, ne annesini-babasını tanımış, ne de hayatın birçok lezzetini tatmıştı. Sonra içten içe ona imrendiğini fark etti. Ne güzel, tertemiz bir şekilde yaşamış ve hiç kirlenmeden ölmüş... Allah bilir, bu kadar kısa bir hayat yaşadığı için cennete bile uça uça gitmiştir, diye düşündü.
O sırada Hocahanım, elini, Füsun'un eline uzattı ve:
"-Bak, cenaze de geliyor."
Herkes kıpırdandı. Cenazenin geldiği tarafa yöneldi. Füsun, bir tabutun içinde, elden ele kabristanlığa doğru geliyordu.
Âmine, gözlerinden yaşlar süzüldüğünü fark etti. Ağlıyordu. Bu ağlayışı kimin içindi? Sonsuz bir yolculuğa çıkmakta olan Füsun için mi, yoksa içinde fırtınalar kopan kendisi için mi? Bir türlü anlam veremedi.
Tabut, daha önce kazılmış olan kabrin yanına getirildi. Kabir, bomboştu; iyice temizlenmişti. O sırada Âmine, kabrin bir köşesine iliştirilmiş siyah bir poşeti fark etti. Gözleriyle Hocahanıma poşeti işaret etti, o da Âmine'nin ne demek istediğini anlamıştı. Hocahanım, derin bir çekerek:
"-O poşettekiler, benim amcamın, yani Füsun'un babasının kemikleri... Onbeş yıl önce vefat etmiş ve buraya gömülmüştü. Şimdi ondan kalan parçalar, birleştirilmiş ve bir poşete konmuş. Füsun da şimdi babasının mezarına gömülecek..." dedi.
Âmine âdeta buz kesilmişti. Demek ki, on-onbeş yıl içinde bütün varlığımız küçük bir poşete girecek kemik parçalarından ibaret... Belki beş-on yıl sonra onlar da kaybolup gidecek ve geriye hiçbir şey kalmayacak!...
Âmine böyle düşünceler içindeyken bir taraftan da defin işleri devam ediyordu. Füsun'un kardeşi ve amcası, mezarın içine girdiler ve başucu ile ayaklarından tuttukları Füsun'u mezara yerleştirdiler. Sonra akrabalarının yardımıyla mezardan çıktılar. Füsun, beyaz gelinlik yerine bembeyaz kefeniyle tek başına mezardaydı. Mezara tahtalar yerleştirildi ve yine amcası ile kardeşi, ellerine aldıkları küreklerle biricik Füsun'larının üzerine toprak serpmeye başladılar. Her kürek, âdeta Füsun'u başka bir diyara, geride kalanları bambaşka bir diyara yolcu ediyordu. Artık aralarında koca bir dünya vardı.
Mezarın üstü örtüldüğünde, imam efendi euzu besmele çekti ve şöyle söze başladı:
"-Muhterem hâzirun, biz burada bir kardeşimizi sonsuzluk âlemi olan âhiret yurduna yolcu etmeye geldik. Size sadece bir hadîs-i şerifi hatırlatacağım. Peygamber Efendimiz buyurmuştur ki, «Bir insan öldüğünde kabre, onunla birlikte üç şey gelir. Bunlar, yakınları, malı ve amelleri... Bunlardan yakınları ve malı geriye döner. Vefat edenle kalan ise, dünyada yapmış olduğu iyi-kötü amelleridir.» Biz de kardeşimizi, bu amelleri ile baş başa bırakıyoruz. Allah taksirâtını affetsin. Kendisini, rızasına ve cennetine kabul buyursun. Âmin."
Bu cümleleri biter bitmez Yâsîn Sûresi'nden okumaya başladı. Herkes, olan biteni nemli gözlerle izliyordu.
Âmine, daha fazla dayanamamış ve hiç kimseye bir şey demeden, sessizce oradan ayrılmıştı. Sokaklar, olanca kalabalığına rağmen bomboş geliyordu. Sanki caddede yürüyen insanlar, o sokağı oluşturan hareketli dekorlardan ibaretti. Hiç kimse, hiçbir vitrin ve hiçbir olay dikkatini çekmiyordu. Yürüyordu. Nereye gittiğini bilmeden, düşünmeden... İradesini ve aklını devreden çıkarmış, ayaklarını serbest bırakmıştı. Bir otobüse binmiş, birkaç durak sonra evinin önünde inmiş ve alışkanlık icabı elini çantasına atarak çıkardığı anahtarla evin kapısını açmıştı. Anahtar sesi duyulur duyulmaz, ablası kapıda karşıladı Âmine'yi... Beti benzinin sarardığını fark edip onu kucakladı. Âmine, o âna kadar kendisini tutmuş, sanki ablasının sarılmasını bekler gibi bir anda hıçkırıklara boğuldu. Kapıda, öylece dakikalarca ağladı, ağladı. Ablası da, onun duygularını anlamış, hiç kıpırdamadan onun rahatlamasını beklemişti. O üç-beş dakika, sanki saatlere bedeldi. Âmine, şimdi biraz daha sâkinleşmişti. Birlikte içeri girdiler. Ablası, onun koluna girmiş ve odasına kadar eşlik etmişti. Yavaşça yatağına yatırdı, yine aynı sâkin hareketlerle üstünü örttü, perdeyi kapattı ve sessizce odadan çıktı. Âmine, bir anda kendisinin kapkaranlık bir kabirde olduğunu hissetti, ürperdi ve sesinin çıktığı kadar:
"-Abla, beni burada tek başıma bırakma!..." diye bağırmaya başladı.
Ablası, yanına geldi. Ellerini tuttu ve bir müddet, onun yanında yattı. Âmine biraz sâkinleyince öylece uyuyup kalmıştı.
* * *
Aradan neredeyse bir hafta geçmişti. Âmine, hayatına geri dönmeye çalışıyordu. Geceleri gördüğü kâbuslar ve odasında artık karanlıkta kalmak istememesi dışında, Füsun'un yokluğuna yavaş yavaş alışmaya başlamıştı. İnsan, hayatta nelere alışmıyordu ki...
Bir de Sâcide Hocahanımı sık sık arıyor, bazen ciddi bir şey sormak için, bazen de sırf sesini duymak için onunla konuşuyordu. Sâcide Hanım, Füsun'un evinde tanıştığı hocahanımdı. Onunla konuşmak, Âmine'yi çok teselli ediyordu. Sabah-akşam, saate hiç bakmadan telefon açıyor, o da hep aynı anlayış ve samimiyetle:
"-Buyur Âmine..." diye telefonu açıyordu.
İşte Âmine, bu hitabın ardından içini döküyor, konuşuyor, konuşuyor ve rahatlıyordu. Ama bugün farklıydı. Onunla sözleşmişler, Sâcide Hanım, Âmine'yi evine dâvet etmişti. Âmine, bir elinde adresin yazılı olduğu kâğıt, sağa-sola bakarak nihayet Sâcide Hanım'ın evini bulmuştu.
Akşam saat tam altıda Âmine, Sâcide hocahanımın ziline bastı. Sâcide Hanım, o ilk karşılaştığı andaki güleryüzüyle Âmine'yi içeriye buyur etti. Âmine, ilk defa girdiği bu evi alıcı gözleriyle süzmeye başladı. Sade, tertemiz bir evdi. Koridordan salona geçtiler. Duvarlardaki tezhibli hat yazıları, ebrular, küçük saksılardaki menekşeler, vitrin yerine kitaplıklar, evin köşesindeki halı seccâde ve önündeki rahle o kadar âhenk içinde ve insana huzur vericiydi ki... Büyük bir vecd içinde seyretti odayı... Gözü, gönlü yoracak bir fazlalık yoktu odada... Sâcide Hanım:
"-Âmineciğim, sen şurada birazcık soluklan. Mutfakta az bir işim kaldı, hemen geliyorum." dedi ve Âmine'yi bu huzur dolu odada düşünceleriyle baş başa bıraktı.
Âmine, salonu şöyle bir gezdikten sonra, kendini kitaplığın önünde buldu. Ne kadar çok kitap vardı! Gerçi kendi evlerinde de kitaplar vardı, gazetelerin, dergilerin vermiş olduğu kitaplar... Zaten evde pek kitap okunmazdı. Genelde televizyon hep açık olur ve gelenlerin hepsi, televizyonun tam karşısındaki koltuğa kurulurlardı. Şimdi odanın merkezinin televizyon olmadığı bir eve gelmişti. Burada tam ortada bir kitaplık ve onun yanında çalışma masası vardı.
Çok geçmeden Sâcide Hocahanım, elinde tepsiyle içeriye girdi ve masaya yemekleri yerleştirmeye başladı. Sonra da Âmine'yi masaya dâvet ederek:
"-Haydi, bir şeyler yiyelim. Nasıl olsa daha çok vaktimiz olacak!.." dedi.
Âmine, biraz da tereddütle:
"-Size bir şey söyleyeceğim, ama darılmayın; benim karnım değil, rûhum aç... Kaç gündür, neredeyse gözüme uyku girmedi. Düşünmek, kâbuslar görmek, Füsun'u, arkadaşlığımızı ve kendi hâlimi düşünmek beni perişan etti." dedi.
Sâcide Hanım:
"-Senin derdin, benim derdim... Tamam, konuşacağız. Gerekirse sabaha kadar konuşacağız, ama önce bir şeyler yiyelim. Senin bîtab ve hasta düşmeni istemeyiz değil mi?" dedi.
Masaya oturdular. Bir yandan havadan sudan konuşuyorlar, bir yandan da yemeklerini yiyorlardı. Yemek bitti. Masanın toplanmasına, Âmine de yardım etti. Kısa bir zamanda işlerini tamamladılar, tam koltuklara oturacaklardı ki, ezân okundu.
Sâcide Hanım, Âmine'den izin isteyip namaz için hazırlanmaya başladı. Abdestini aldı, başörtüsünü bağladı. Üstüne evdeki kıyafetinden farklı olarak geniş bir elbise daha giydi. Kolları da örtülmüştü.
Âmine, onun derin bir huşû içindeki ibadetini seyrediyordu. Annesi, babası, hattâ ablası da namaz kılıyordu; ama Sâcide Hoca'nın namazı bir başkaydı. Sanki namazdan apayrı bir zevk alıyor gibiydi. Hiç acelesi yoktu. Bir yere yetişme telâşesi ya da pek çok insanın namazında gördüğü gibi baştan savma düşüncesi yoktu. O, sanki kendi hâline bıraksalar saatlerce namaz kılacak gibiydi. Birden kendinden utandı. Üstüne başına bakındı. En uzun eteğini giymişti gelirken... Ama o bile, elleriyle çekiştirdiği hâlde dizlerine ancak geliyordu. Bluzunun kolları kısaydı, başı açıktı. Sâcide Hoca'nın kıyafetlerine bakınca kendisinin üstünde hiçbir şey olmadığını hisseder gibi oldu. Bir anda yüzü kızardı. O utançla Sâcide Hoca'ya tekrar baktı, acaba içimden geçen düşünceleri fark etti mi, dercesine... Fakat o şimdi bambaşka bir âlemdeydi. Uzun uzun rükû yapmış, şimdi de secdedeydi. Aman yâ Rabbi, ne kadar uzun duruyordu secdede... Acaba hiç sıkılmıyor muydu? Bu işin sırrını da sormaya karar verdi. Ama şimdi daha önemli soruları vardı.
Sâcide Hanım, selâm verip duâsını da tamamladıktan sonra Âmine'nin yanına geldi.
"-Şimdi başlayalım sohbetimize..." dedi. "Buyur, yüzyüze konuşmak istemiştin. Belli ki, telefondaki konuşmalarımız yetmedi. Ne iyi ettin de geldin, bana misafir oldun!.."
"-Hocam, aslında sizi rahatsız ettiğim için üzgünüm. Ama inanın, düşündükçe boğuluyorum. Ne yapacağımı bilmez bir hâldeyim. Sanki her an biraz daha çıkmaza sürükleniyorum. Pek çok sorularım var kafamda... Tam birine cevap bulduğumu zannederken bir sürü soru birden ortaya çıkıyor. Artık çaresiz kaldım. Sizinle uzun uzun konuşmak istiyorum."
"-Öncelikle hiç rahatsız etmedin, etmiyorsun. Aksine ben senin ziyaretinden çok memnunum. İnşallah sık sık görüşürüz de sorularına beraber cevaplar ararız. Ben her konuda senin yanında olacağım, bazen benim de bildiklerim yetmeyebilir. O zaman kitaplara bakarız, bilen kimselere sorarız. İçinde hiçbir tereddüt, hiçbir şüphe kalmayana kadar ben senin yanındayım, merak etme."
"-Hocam, Füsun'un cenazesi defnedilirken bir kabir taşı gördüm. 10 günlük bir bebeğe aitti. Bu bebek, neden doğdu? Neden öldü? Hiçbir şey yaşamadan, dünyanın hiçbir zevkini tatmadan birkaç gün var oldu, sonra yok oldu? Yazık değil mi ona, annesine-babasına... Madem dünyaya geldi, neden yaşamadı? Madem yaşamayacaktı, neden dünyaya geldi? Biz neden geldik dünyaya... O bebekten, Füsun'dan ne farkımız var? Onlar neden gitti, biz neden buradayız? Sonunda hepimiz, o iki metrelik yere girip yok olacaksak, bu dünya oyunu neden? Âilem dindar... En azından öyle olduklarını söylüyorlar. Namaz kılıyorlar, oruç tutuyorlar. Hatta benim de namaz kılıp oruç tutmam için çok zorluyorlar. Ama bunları yapmak hiç içimden gelmiyor. O zaman ben iki yüzlü olmuyor muyum? İstemeye istemeye yapmak iki yüzlülük değil mi? İnanın, içimden gelse, hiç terk etmem. Ama ne bileyim, alışmamışım bir kere... Eskiden, lisede okurken bir grup arkadaş gerçekten içimizden gele gele namaz kılıyorduk. O zaman hocalarımız, anne-babamız durmadan «Aman, dersine çalış, üniversiteyi kazan, ondan sonra başlarsın namaza!..» deyip durdular. Onlar büyüklerimizdi, söz dinledik. Ama üniversiteyi kazanınca, artık canımız namaz kılmak istememeye başladı. Şimdi babam tutturuyor; «Ben hacca gittim, geldim. Sen hacı kızısın; başın açık dolaşamazsın. Yoksa elâlem ne der? Bizi rezil etmeye hakkın yok!.. Namazını kılacaksın. Aksi hâlde şöyle yaparım, böyle yaparım!...» diye beni tehdit edip duruyor. Onlar böyle üzerime geldikçe ben daha da dinden uzaklaştığımı hissediyorum. Ne yapmalıyım? Nereden başlamalıyım? Bir türlü karar veremiyorum..."
Sâcide Hanım, araya girmese Âmine daha pek çok şeyi sıralamaya devam edecekti.
"-Âmine, seni anlıyorum. Füsun'un vefatı seni çok etkiledi. Ölümü hiç düşünmediğin bir zamanda, hiç beklemediğin bir şahıs üzerinden hatırlamış oldun. Bu da seni, hayat ve ölüm üzerinde düşünmeye itti. Açıkçası sana bazı konularda hak vermiyor da değilim."
Âmine, anlaşıldığını düşünerek biraz rahatlamış bir şekilde:
"-Hangi konularda hak veriyorsunuz meselâ?" diye sorusunu tekrarladı.
"-Öncelikle sana yakınlarının ibadet etme ısrarı, daha çok çevrelerindeki imajlarının zedelenmemesi açısından... Onlar sana hiç Allâh'ı, Allâh'a kulluğu, ibadetlerin birer şükür olduğunu anlattılar mı hiç?"
"-Nerede hocam... Annem ev işinden, babam dışarıdaki işlerden başını kaldıracak durumda değil ki, bizimle konuşsun, dertleşsin. Hem konuşacak olsalar da bir şey bilmiyorlar ki..."
"-Aslında bütün dertlerin başı cehâlet... Biz, en büyük cevher olan dinimizi hiç bilmiyoruz. Daha da kötüsü hiç merak etmiyor, araştırmıyor, öğrenmiyoruz."
"-Hocam, aslında ben ilkokuldayken annem birkaç defa camiye gönderdi, Kur'ân'ı öğrenmem için... Ama orada da hoca tek başınaydı. 40-50 çocukla başa çıkmaya çalışıyordu. Buna rağmen o zamanlar Kur'ân okumaya bile başlamıştım. Sonra okul hayatı ağır bastı. Ortaokul ve lise yıllarında bazı din dersi öğretmenlerimiz bir şeyler anlatmaya çalışırlardı. Ama biz onları hiç dinlemiyor ya dersi kaynatmaya ya da gece gündüz üniversite imtihanına çalışıyorduk."
"-Evet, çok dertlerimiz var. Ama ilk derdimiz, cehâlet; ikincisi de dünyayı, âhiretin önüne geçirmek... Bütün hayatımızı sadece dünyada yaşayacakmışız gibi düzenlemek... Sonra sevdiklerimizden, yakınlarımızdan birisi ölüverince alt üst oluyoruz. Çünkü hiç hesaba katmadığımız ölüm, birden karşımıza çıkıveriyor; «Ben buradayım, beni unutmayın!..» diyor. Aslında Müslüman, her ân, her davranışına âhiretin gölgesi düşen insan olmalıdır. Her ân Allâh'ın kendisinden haberdar olduğunu, bütün yaptıklarının birbir hesabını vereceğini bilmeli, hayatını hep buna göre düzenlemelidir. Meselâ bazı dükkânlarda kameralar var; oradaki işçiler, patronun devamlı kendilerini gördüğünü düşündüklerinde veya görüntülerin kayıt altına alındığını bildiklerinde işlerini daha dikkatli yapıyorlar. Aynı bunun gibi, biz de her yaptığımızın birileri tarafından kayda alındığının farkında olsak, daha az hata yapar, daha az kalp kırarız. Hatırlarsan, konuşmama başlarken sana hak verdiğimi söylemiştim."
"-Hocam, ben zaten haklı olduğumu biliyordum. Kimse bana bir şey öğretmedi, ama durmadan benden bir şeyler bekliyorlar."
"-Ama dinimizde bilmemek mâzeret değil ki... Hele ergenlik yaşına geldikten sonra, âilenin sana her şeyi uzun uzun anlatmasına da gerek yok. Allah, seni aklı başında bir muhatap olarak alıyor. Meselâ sen, 18 yaşından sonra bir suç işlesen ve kendini savunurken de, «Ne yapayım, bunun kötü olduğunu kimse bana söylemedi.» desen, kim seni affeder? Ha, bu zaten bilmiyormuş deyip senin suçunu görmezden gelirler mi? Tıpkı bunun gibi, insan büluğ çağına geldikten sonra Allâh'ın emir ve yasaklarından birinci derecede sorumlu olur. Artık ona hiç kimse bir şey öğretmemiş olsa da, o kendi akıl ve iradesiyle doğruları öğrenip iyi yolu seçmek zorunda..."
"-Hocam, doğru söylüyorsunuz ama bu hiç de kolay değil... Çünkü bizim birçok engelimiz var. Meselâ okullar var, arkadaş çevremiz, televizyon, internet, gezme tozmalar filan... Hem insan, zaten yaşlanınca Allâh'ın emirlerinin hepsini daha rahat yapmaz mı? Şimdi biz, genciz. Canımız birçok şey istiyor. Hani hep diyorlar ya, bizim kanımız deli gibi akıyor."
"-Peki, Âmine, sen ihtiyarlayacağına garanti verebilir misin? Meselâ Füsun, senin tabirinle erkenden öldü. Ya o da bütün ibâdetlerini, yaşlanınca yapmak üzere ertelemişse... O zaman insan, bir anda Azrail'i karşısında görünce ne yapar? Eli-ayağı birbirine dolanmaz mı? Hem Azrail'le ölümün vakti konusunda bir anlaşma yapan olmuş mu? O hâlde biz, her an ölüme hazırlık yapmalıyız. Ölümün bize, nerede, ne zaman geleceğini bilmiyoruz. Biz, her an ölümle karşılaşacakmış gibi hazır olmalıyız. Çünkü gerçekten ölüm, bir gün âniden karşımıza çıkıverecek... Gençlik yıllarında insanın canı birçok şey istiyor diyorsun, doğru... Ama gençlikte ibâdetin sevabı da çok, zevki de... İnsan ihtiyarlamaya başlayınca, namaz kılacak oluyor, abdest alamıyor; abdest alıyor, namaz kılmak isteyince yok beli ağrıyor, yok başka rahatsızlıkları çıkıyor. Her şey, insanın hayatının baharında güzel... Îman da, ibâdetler de... Zaten Peygamber Efendimiz, birçok hadîs-i şerifinde gençlik vaktinde yapılan ibâdetleri övmüştür. Ayrıca âhirette, bütün insanların hayatlarını nasıl geçirdikleri sorulurken ayrıca gençliğin de nerede ve nasıl hebâ edildiğinden hesaba çekileceğimizi haber vermiştir. O hâlde gençlik çok önemli... Gençlik çok kısa... Değerlendirdin değerlendirdin, yoksa bir bakıyorsun yıllar geçivermiş bile..."
"-Hocam, peki benim canım ibâdet etmek istemiyor. Niye gösteriş olsun diye ibadet edeyim ki... Annem istiyor, babam istiyor diye namaz kılınmaz ki... Böyle bir şey yapınca, kendi içimde ikilik yaşıyorum. İçimden bir ses, «Seni riyakâr! Onlar olmasa sen bu namazı kılmayacaksın. Şimdi niye kılıyorsun?» diyor. Başka bir ses de, »Başka türlü kılmayacaksın zaten, en azından bu sebeple kıl!" diyor. Hem dinimiz de «Dinde zorlama yoktur.» demiyor mu? O zaman büyüklerimiz bizi neden durmadan ibadet yapmaya zorluyor. Biz, canımız isteyince yapalım, olmaz mı?"
Sâcide Hanım gülümsedi ve:
"-Sen biraz soluklan. Bir çay demleyip geleyim, soruna ondan sonra cevap vereyim." dedi, kalktı ve mutfağa doğru gitti.
Kalpten Çıkan, Kalbi Bulur
Sâcide Hanım, bir müddet sonra elinde tepsi ile içeriye girdi. Boş bardakları masanın üstüne koydu. Yine tebessümle:
"-Gel bakalım riyakâr!.." dedi. "Demek ki, namaz kılmak isteyince, içinden bir ses sana böyle sesleniyor, öyle mi?!"
Âmine biraz mahcup olmuştu. Her şeyi içinden geldiği gibi söylediğine pişman oldu. Sâcide Hanım, onun içinden geçirdiği duyguları anlamış gibi şöyle dedi:
"-Âmineciğim, öncelikle her şeyi bana bütün samimiyetinle anlattığın için teşekkür ederim. Elbette içimizde durmadan konuşan birileri var. Birisi iyiyi, birisi kötü şeyleri fısıldayıp duruyor. İşte dinimizde bunların birisine nefis, öbürüne ruh deniyor. Nefis, âdeta şeytanın içimizdeki uzantısı... Şeytanın gücünün yetmediği yerlerde nefis devreye giriyor ve bizi kötülüğe çağırıp duruyor. İbadetlerden uzak kalmamız için sürekli bahaneler ve mâzeretler üretiyor. Yapacağımız iyilikleri hep daha sonraya ertelemenin derdinde... Kötülüklere sıra gelince, en küçüğünden en büyüğüne bütün kötülükleri teşvik ediyor; aklımızdan, vicdanımızdan fırsat bulsa, neredeyse insanı, uçurumlardan aşağı yuvarlayacak!.."
-İyi ama hocam, nefis de bizim bir parçamız değil mi? Neden bizim kötülüğümüzü istesin?"
"-Evet, o da bizim parçamız... Hem de bizim ayrılmaz parçalarımızdan birisi... Ama Allah onu, devamlı kötülüğe çağıran bir yapıda yaratmış. Tıpkı şeytan gibi... O insanı kötülüğe, yanlışlığa çağıracak; hep günahlara davet edecek... İnsan da aklına, vicdanına, Allâh'ın insanı yaratırken tertemiz kıldığı fıtratına danışarak o kötülüklerden yüz çevirecek... Bu aslında hiç bitmeyen bir mücâdele... İyilik ve kötülüğün, melek ve şeytanın insanın iç dünyasındaki kavgası..."
"-Peki, hocam, bu kavga ne zaman bitecek?"
"-Bu kavgayı ölüm bitirir. Ölüm ânı gelinceye kadar, hatta son nefeste bile bu amansız kavga devam eder. Nefis ve şeytan, en son kozunu, ölmek üzere olan insana karşı oynarlar. Eğer insan, o en son ânında nefis ve şeytanın sözlerine ve hilelerine kanarsa, bütün hayatını mahvetmiş olur."
"-Ne kadar acı bir son... Ama bu bir haksızlık değil mi? Yani bütün bir hayatın, son nefese göre şekillenmesi... Yani insan, bütün hayatı boyunca iyilik yapar da son anda nefis ve şeytana uyarsa ne olacak?"
"-Aslında son nefes, biraz da bütün hayatın neticesi... Kişi, bütün hayatı boyunca yaptıkları ile o son nefese hazırlanır. İyilik veya kötülük olarak, hayatı boyunca biriktirdiği her şey, işte o son nefesi şekillendirir. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki, «Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz ve nasıl ölürseniz öyle diriltilirsiniz.» demek ki, bir insan, öncelikle kendi yaşadığı hayat ile ölümü de, âhiret yurdunu da şekillendirmiş oluyor. Fakat şunu da unutmamalıyız ki, bu da bir garanti değil!.. Yani mü'minler, «Ben yeterince kulluk ettim, artık benim son nefesim garanti altında... Ben kolay kolay şeytana uymam!..» diyemez. Göz, kapanmayınca imtihan bitmez. Bu mânâda son nefesinin iman üzere olacağı garanti edilen tek varlık, peygamberlerdir. Onların dışında hiçbir insan, «Ben artık kesinlikle mü'min olarak ölürüm.» diyemez. Her ân her şey olabilir. Allah, bizim de ayaklarımızı kaydırmasın."
Âmine, mırıldanarak "Âmin." dedi. Sonra oturduğu yerden kalktı ve:
"-Hocam, müsaade edin; demlikleri de ben getireyim." diyerek bir çırpıda mutfağa gitti ve demliklerle geri döndü. Masanın üstündeki bardakları doldurdu ve bir tanesini, Sâcide Hanımın önüne koydu. Bir tanesini de kendi aldı ve koltuğuna oturdu. Tam bir soru daha soracaktı ki, Sâcide Hanım:
"-Şu yarım kalan sorulardan birini daha cevaplayayım!" dedi.
Âmine:
"-Hangi soru hocam?" diye sordu. "O kadar çok soru sordum ki..."
"-Hani, «Dinimizde zorlama yoktur.» Bizi neden zorluyorlar diyorsun ya..."
"-Evet, hocam... Bunlar gerçekten birbirine tamamen zıt şeyler değil mi?"
"-Eğer sözlerin hangi şartlar için söylendiğini bilmezsen öyle görünmesi normal... Meselâ sen elinde imkânın olsa, şu dünya üzerinde istediğin bir ülkede yaşayabilir misin? İstersen Amerika'ya, istersen Avrupa'ya, istersen Afrika veya Arabistan'a gidersin. Kimse sana niye oraya gittin de falanca ülkede yaşamıyorsun diye zorlayabilir mi?"
"-Hayır. Ama tabiî yeterince param olursa..."
"-İşte tıpkı bunun gibi insan, istediği dini seçmekte özgürdür. Kişi, istediği dine inanır. Fakat bir ülkeye gittiğinde, oranın vatandaşlığını aldığında nasıl o ülkenin kurallarına uymak zorunda kalırsan, seçerek bağlandığın dinin kurallarına da uymak zorundasın. Meselâ Türkiye'de yaşadığında, onun kanunları açısından suç olmayan bir şey, başka bir ülkeye gittiğinde suç olabilir. O yüzden hangi ülkede bulunuyorsan, onun kurallarını bilmek ve onlara uymak zorundasın. "Ben bunun suç olduğunu bilmiyordum." diye bir mazeret ileri sürerek kendini kurtaramazsın. Çünkü onlar, senin öncelikle aklının yerinde olup olmadığına, sonra da yaşının ne olduğuna bakarlar. Eğer aklı başında ve 18 yaşın üzerindeysen, birçok ülkede yaptığın suçun cezasını tam olarak alırsın. Hemen hemen bütün beşerî sistemler böyledir. Dinler de aklı başında olan ve büluğ yaşına gelmiş olan fertleri, muhatap olarak alırlar ve emir ve yasaklardan onları bizzat mesul tutarlar. Yine dinlerin de birtakım kuralları ve bu kurallar çiğnendiğinde bazı cezaları vardır. Bu cezaların bir kısmı dünyada, bir kısmı ise âhirette uygulanmaktadır. İşte sen, İslâmiyet'i seçerken, onun bütün esaslarını toptan kabul etmiş olursun. Onun ibâdetlerine, ahlâkına ve yasaklamalarına uymaya söz verirsin. Bunlara uymadığın nisbette de zaman zaman birtakım zorlamalarla karşılaşman da normaldir."
"-Ama zorlama kelimesi bana biraz ters geliyor. Sanki dinin özüne uygun değilmiş gibi..."
"-Elbette... Dinin özü, insanın bütün davranışları, inançları severek, isteyerek kabullenmesi ve bunu yine kendi özgür iradesiyle hayatına tatbik etmesidir. Aksi hâlde, yani içinde inanmadığı hâlde, inanıyormuş gibi yapmak münâfıklık, yani iki yüzlülüktür. Ama birçok insan, kendi nefsiyle girdiği mücadelede kendini yalnız hisseder. Nefsinin çeşitli hilelerine ve tuzaklarına kolayca mağlup olur. Bunun için dinimiz, mü'minlere, dini yaşama konusunda birbirlerine yardım etmeyi telkin etmiş ve birçok ibâdeti cemaatle veya açıkça işlemeyi tavsiye etmiştir."
"-Bir ibâdeti insanlar önünde işlediğimde, bu sefer içimdeki ses, «Bak, insanlar seni görsün diye ibadet ediyorsun. Aslında tek başına kaldığında bu ibâdeti yapmayacaktın veya bu kadar itinayla yapmayacaktın!» diyor. O zaman ibadetlerimizin hepsini gizli mi yapacağız?"
"-Güzel bir konuya temas ettin. İnsan, Allâh'ın açıkça emrettiği hususları, meselâ farzları herkesin göreceği şekilde yapmalıdır. Böylece insanların onun hakkında kötü zanda bulunmasına fırsat vermemiş olur. Zaten farzlarda riyâ olmaz. Aksine insan, «Bu ibâdeti birileri görür, ben de riyâ yapmış olurum.» der de bir farz ibâdeti terk ederse, asıl o zaman büyük bir hata yapmış olur. Ama nâfile ibâdetler, mümkün olduğu kadar gizli olmalı ve sadece Allâh'ın rızası gözetilerek yapılmalıdır. Âlimler, zekâtı, herkesin göreceği şekilde vermeyi, sadakayı ise gizlice vermeyi tavsiye etmişlerdir. Böylece insanlar, hem o kişinin zekât verdiğine şâhit olmuş olurlar ve onun hakkında sû-i zanda bulunarak ileri geri konuşmazlar; hem de diğer insanlara, Allâh'ın bir farzı hatırlatılmış olur. Bu durum, bütün farz ibadetlerde böyledir. Aynı şekilde insan, bütün haramlardan da alenî bir şekilde uzak durmalıdır. Hem haramları işleyip hem de "Ben aslında içimdeki iyiliği örtmeye çalışıyorum." veya "Allah biliyor, insanlar da bilse ne olur ki?!" demek doğru değildir. Günahlarla ilgili Allâh'ın bir müjdesi vardır; insan, günahlarını gizli yaptığı müddetçe bunları ortaya dökmedikçe Allâh'ın da onları örtüp affetme ihtimali vardır. Ama insan, günahlarına diğer insanları şâhit tutunca, artık Allah, o günahlara adâleti ile muâmele edecektir. Günahları âşikâr yapmanın bir vebâli de, insanlara kötü örnek olmak ve onlara yanlış yol göstermektir. Rabbimiz, bizleri hayırları işlemede öncü kılsın ve bizi her türlü günah ve haramdan muhafaza buyursun. Aslında bütün Müslümanların hedefi, Allâh'ın dinini en güzel bir şekilde yaşamak için birbiriyle yarış olmalıdırlar. Çünkü âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, kullarını üç kısma ayırmış ve şöyle buyurmuştur:
"Sonra Kitâb'ı, kullarımız arasından seçtiklerimize verdik. Onlardan (insanlardan) kimi kendisine zulmeder, kimi ortadadır, kimi de Allâh'ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır. İşte büyük fazilet budur. (Onların mükâfât) içine girecekleri Adn cennetleridir... (el-Fâtır, 32-33)
Demek ki, hayırda öncülük için yarışanlar, asıl fazilet sahipleri ve onların ahretteki mekânları da Adn cennetleri..."
"-Hocam, daha önce sormuştum. Ama yeri gelmişken bir kere daha tekrar edeyim: Ben namaz kılmak istiyorum, fakat bir türlü içinden gelmiyor. Biraz önce siz namaz kılarken gördüm. Ne kadar içten, uzun uzun namaz kıldınız. Gerçekten ben de içimden geldiğinde böyle tadına vara vara namaz kılmayı istiyorum. Herhalde bunun için biraz daha zaman geçmesi gerekiyor değil mi? Meselâ sizin yaşınıza gelmem falan gerekiyor."
"-Ben çok mu yaşlıyım öyle?" diyor Sâcide Hanım gülerek...
Âmine de gülüyor, ama biraz da mahcup bir şekilde:
"-Hayır, hocam... Öyle demek istemedim."
"-Biliyorum Âmine, takıldım sadece... Hani sana dedim ya, insanın içinde bir nefis, bir de ruhu vardır diye... İşte nefis, insanın hiçbir zaman ibâdet etmesini istemez. Bizim, «Canım istemiyor.» dediğimiz, biraz da bu kötü tabiatlı nefsimizin isteksizliğidir. Ben sana sorsam meselâ, «Senin canın ne zaman namaz kılmak ister?» diye, ne cevap verirdin?"
"-Herhalde yaşlanınca ister."
"-Eğer öyle olmuş olsaydı, bütün yaşlıların, namaz kılıyor olması gerekmez miydi? Hem bütün hayatın boyunca alışmadığın bir şeye, yaşlanınca nasıl alışacaksın?"
"-Doğru, ama..."
"-Kulluk, bir eğitimdir. Namaz, bir eğitimdir. Bir çiftçi, tohumu zamanında ekmezse, vakti geldiğinde ürün bekleyebilir mi? Her tohumun bir mevsimi vardır. Vaktinde dikilmeyen tohum, bitki vermez. Bak, rahmet ve merhamet Peygamberi ne diyor; «Yedi yaşına geldiğinde, çocuklarınızdan namaz kılmalarını isteyiniz. On yaşına geldiklerinde şâyet namaz kılmazlarsa, onları hafifçe dövünüz ve kız çocuklarla erkek çocukların yataklarını ayırınız.» (Ebû Dâvud, Hadis no: 490) Demek ki, çocukların biraz zorla da olsa namaza alıştırılması, gerçekte bir merhamet gereği... Çocuğuna merhamet eden anne babalar, onları cehennem azabından korumaya çalışır. Kendileri ibâdet ederken, çocuklarının göz göre göre ebedî ateşe düşmesini istemez herhalde...
Bizim insanımız, bu hadis-i şerifin baş tarafını değil, genelde son kısmını duyuyor. Çocukları, küçük yaşta namaza alıştırmıyor da büyüdüklerinde namaz kılmadıklarında, "Benim çocuğum âsî oldu, bir türlü dediğimi dinleyip namaz kılmıyor!.." diye baskı ve şiddet uyguluyorlar. Hâlbuki Peygamber Efendimiz, namaz eğitiminin 7 yaşında başlamasını istiyor. Anne-babalar, çocuklarının kalbine namaz tohumunu küçük yaşlarda atmaya başlayacaklar. Çocuk namaz kılanları görecek, daha küçücükken onlar gibi yapmaya çalışacak... Sonra yedi yaşına gelince nasıl kılınacağını gösterecek ve her defasında onun yanında sen de namaz kılacaksın. Böyle 3 yıl örnek olacaksın. 10 yaşına geldiğinde, o çocuk artık bunu bir alışkanlık olarak yapmaya başlayacak. İşte Peygamberimizin çocuk yetiştirme usûlü bu... Ama biz ne yapıyoruz; âilede, çocuğumuzun yanında hiç namaz kılmıyoruz, ona da "Onbeş-yirmi yaşına kadar hiç namazını kıl yavrucuğum!" demiyoruz. Yirmi yaşına geldiğinde, "Bizim çocuk bir türlü namaz kılmıyor!" diye şikâyet ediyoruz, onu cezalandırmaya çalışıyoruz. Zamanında onun kalbine ne ektik ki, onu biçelim?
En büyük merhamet, çocuğumuzu, ebedî ateşten koruyan ve ona ebedî mutluluk veren merhamettir. Bunun aksi, katı kalplilik, bencillik ve vurdumduymazlıktır. Eğer bir anne-baba, bu durumun farkında değilse, ya evlâdını hiç sevmeyecek kadar kalbi katılaşmıştır veya iman ettiği şeyin ne olduğunu bilmeyecek kadar câhil..."
"-Benim anne-babam, beni de, ablamı da çok seviyorlar. Bir dediğimizi iki etmiyorlar. Ama..."
"-En büyük sevgi, âhireti kazandıran sevgidir. Bırak, bir gün evlâdın aç kalsın, ama bir vakit namazını kaçırmasın!.. Biz, bütün hayatımızı, dünyevî istikbali elde etmek üzere kurmuşuz. Evlâdımız, aman aç kalmasın, aman hasta olmasın, aman işsiz-güçsüz kalmasın, aman akranlarının yanında mahcup ve boynu bükük durmasın diye gecemizi gündüzümüze katıp çalışıyoruz da, aman âhirette namazı, orucu, ibâdeti eksik olmasın diye gayret etmiyoruz!.. Bu, bizim en büyük kaybımız!.. İnsan ölümle karşılaşınca, dünyaya tekrar dönmek isteyecek; ibadetlerini arttırmak, kılamadığı namazları kılmak ve daha fazla sadaka verebilmek için... Ama ölüm perdesi kapandıktan sonra artık geriye dönüş yok!.. Geriye dönüp ibadetleri, sevapları arttırma imkânı da yok. Ne yaptıysan o... Bu yüzden aslında dünyanın bir dakikası, âhiretin binlerce senesinden daha kıymetli... Çünkü burada o bir dakikalık vakitte yapabileceğin şeyleri, âhirette yüzbinlerce senede yapamayacaksın. İş işten geçmiş olacak... Âhirete gittikten sonra geri dönüp hatalarını düzeltme imkânın da yok. Tevbe kapısı kapanmış olacak... O yüzden gün bugün; vakit bu vakit... Kâfirler de, o dünyanın hakikatini, cennet ve cehennemi gördükten sonra dünyaya dönmek için çok yalvaracak; ama onlara da:
«Biz, size dünyada aklınızı başınıza alacağınız kadar bir vakit vermedik mi?» denilecek!.. Onların geri dönüş talebi de reddedilecek!.. (Bkz: el-En'âm, 27-28; el-Mü'minûn, 99-108; es-Secde 11-14)
İşte böyle... Âhiret pişmanlıklar yurdu... Mü'minler, «Keşke daha fazla ibâdet etseydim ve sadaka verseydim!» diye pişman olacak (Bkz: el-Münâfikûn, 10); kâfirler de "Keşke iman etseydim de ebedî cehennem yerine ebedî cennete girseydim." diye...
Hani bebekler, ilk doğduklarında açlıktan ağlarlar, ama annesini emmeyi de bilmedikleri için emmeyi reddederler; tecrübeli hemşireler, bebeğin ağzına annesinin memesini zorla verirler. Bebek, sütün tadını alınca bir daha bırakamaz. Bizim ruhlarımız da tıpkı açlıktan ağlayan bebekler gibi, feryatlar içinde... Nefsimizi, ibâdetlerin tadını alana kadar zorlamalıyız. İbadetler bir alışkanlık, bir zevk hâline dönünce artık onları bırakmak insana zor gelmeye başlayacak... İşte o âna kadar kötülüğü emreden nefsimize muhalefet edeceğiz. "
"-Hocam, kalbimde yerleşmiş birçok kayayı yerinden oynattınız. Size teşekkür ederim. Geç oldu, ben müsaade alayım. Sizi de zaten bu saatlere kadar ayakta tuttum. Hakkınızı helâl ediniz."
Sâcide Hanım, Âmine'nin ellerini tuttu:
"-Olmaz, kesinlikle bu saatte seni dışarıya bırakmam. Annenleri arayalım, bende kalacağını haber verelim. Hem bana arkadaş olmuş olursun." dedi.
Âmine'nin annesi, kızlarının geç saatlere kadar arkadaşlarıyla dışarıda olmasına alışmıştı. Ama Sâcide Hanım'dan gelen telefon onları hem şaşırtmış, hem de sevindirmişti. Kendilerinin bir türlü söz geçiremediği kızlarına, Sâcide Hanım'ın tesiri dokunursa ne güzel olurdu.
Sâcide Hanım, Âmine'ye kalacağı odayı ve yatağı gösterdi. Kendisi de odasına çekildi. Kısa bir müddet sonra ışığı kapandı. Evde büyük bir sessizlik olmuştu. Âmine, Sâcide Hanım'ın söylediklerini zihninde evirip çeviriyordu. Konuşulanları, kâh âilesiyle, kâh arkadaş çevresiyle mukayese ediyordu. Duydukları, tamamen yabancı olduğu şeyler değildi. Şimdiye kadar çeşitli vesilelerle buna benzer şeyler duymuştu, ama bugün dinledikleri nedense kalbinin derinlerine kadar nüfuz etmişti. Acaba ilk defa ne söylediğini iyi bilen birisi ile karşılaştığı için mi etkilenmişti? Belki de söylediklerini, hayatına tamamen yansıtmış birisi ile tanışmış olması onu bu kadar sarsmıştı. Aklına güzel bir söz geldi; "Kalpten çıkan, kalbi bulur." Aslında bütün söylenenlerin özü buydu galiba... Biraz rahatlamış bir şekilde gözlerini kapadı.
* * *
Sabah ezânı okunuyordu. Sâcide Hanım, gözlerini araladığında bir sürprizle karşılaştı.
En Güzel Ev Sahibi

Âmine'nin odasında önce bir tıkırtı olmuş, sonra ışığı açılmıştı. Sâcide Hanım, hiç kıpırdamadan Âmine'yi beklemeye başladı.
Âmine, sabah ezanının sesi ile irkilerek uyanmıştı. Ayaklarını karnına doğru çekti. İlk defa sabah ezânını bu kadar uyanık ve huzur dolu bir ruhla dinliyordu. Yataktan doğruldu, etrafına bakındı. Sâcide Hanım'ın evinde olduğunu hatırladı. Işığı yaktı, sessizce lavaboya yöneldi ve elini-yüzünü yıkadı. Durdu, aynada kendine bir daha baktı. Akşam Sâcide Hanım'ın söyledikleri aklına geldi. İçinden:
"-Mademki kalktım, bari bir namaz kılıp öyle yatayım." dedi.
Abdestini aldı. Sabah namazı için salona girdi. O sırada Sâcide Hanım'ın pencerenin önünde, loş ışıkta, bir seccâdenin üzerinde diz üstü oturduğunu gördü. Gülümseyerek yanına yaklaştı ve:
"-Hayırlı sabahlar." dedi.
Sâcide Hanım karşılık verdi:
"-Sana da hayırlı sabahlar..."
"-Açıkçası sizi burada bulacağımı düşünmemiştim. Yoksa siz hiç uyumadınız mı?"
"-Uyudum. Yarım saat kadar önce kalktım. Seni de sabah namazına kaldırıp kaldırmama hususunda tereddütlüydüm."
"-Olur mu Sâcide Ablam!.. Akşam o kadar güzel anlattınız ki, hâlâ söyledikleriniz kulaklarımda çınlıyor. Ben de abdest alıp namaz kılmaya gelmiştim. İnanır mısınız, bunca yıldır ilk defa sabah ezanının ilk tekbiri ile uyandım ve sonuna kadar büyük bir dikkatle dinledim. Yine aynı heyecanla sabah namazı için yatağımdan fırladım."
"-Âmineciğim, bu sana Rabbinin hediyesi... Allah bazen kullarını böyle uyandırır, «Kalk kulum!» dercesine insanı sarsar. Sonra da kendisine dâvet eder: «Ben, hayır ve ikram kapılarımı sana ardına kadar açtım. Haydi, buyur gel namaza!.. Secdeye var, bana yaklaş, yaklaş ve yüksel!.." der âdetâ... Kimi kulu kalkar, tuvâlete gider, sonra da bu çağrıyı duymaksızın hemen yatağına döner. Sanki hal ve hareketleriyle: «Kusura bakma Rabbim, şimdi çok uykum var; başka zaman buluşuruz!..» dercesine döner arkasını gider. Rabbinin en özel davetini terk eder ve gafletle sabaha kadar uyur. Bu, fâsık ve gâfil insanların hâlidir. Bunu o kadar tabiî olarak tekrar eder dururlar ki, hiç pişman olmazlar, vicdanları bile sızlamaz. Âh, ne kaçırdıklarını bir bilseler!..
Başka bir kul da geceleyin böyle âniden uyandırılır. Bu uyanmanın görünüşteki sebebi, bazen bir rüyadır, bazen harâret, bazen de tuvalet ihtiyacı... Ama o kullar, niçin uyandırıldığını çok iyi bilirler ve vakit geçirmeden Rableri ile buluşmaya koşarlar. Ya teheccüde ya da sabah namazına niyetlenirler. Bazen en Sevgili olan Rablerini zikreder, bazen de O'nunla konuşma hasretlerini gidermek için Kur'ân okumaya başlarlar. Onların içlerinde şöyle bir düşünce geçer; «Rabbim, o sebep-bu bahane beni kendisi için uyandırdı. Milyarlarca uyuyan kul içinden bu gece beni seçti ve huzuruna dâvet ediyor. Demek ki beni seviyor. Demek ki bana gelmiş ve gönül kapımı tıklatıyor...»
İşte o ân, hemen şeytana rest çekip eûzü besmele çekmeli ve yataktan fırlamalı... Eğer «Bir dakika sonra kalkayım» dersen, bu özel dâveti kaçırırsın, bir de bakarsın güneş doğmuş!.. Besmeleden sonra hemen abdest alıp seccadeye varmalı... Namazı güzelce îfâ ettikten sonra da ellerimizi açıp; «Teşekkür ederim Rabbim, bugün beni özel bir kulun olarak seçtiğin ve huzuruna kabul ettiğin için!.." demeli... Sonra secdede, dile ne dilersen, o yerin ve göğün hazinelerinin sahibinden... İşte o secde, en tatlı secdedir; hiç kalkamaz istemezsin. Pek lezzetlidir. Sonra kıvrıl seccadene uyu, işte o, en tatlı, en ballı uykudur. Sabah uyandığında mânen dolmuş, kuş gibi hafiflemiş olursun, için dışın enerji dolmuş olur."
Sacide Hanım, bu anları yaşarcasına kendini kaptırmış anlatıyordu, o sırada bakışları Âmine'ye döndü. Âmine, sessiz bir şekilde gözyaşları dökmeye başlamıştı.
"-Canım, bunları, seni ağlatmak için söylemedim!" dedi.
"-Hocam, bugün ben uyuyan milyarlarca insan içinden özel olarak seçildim, öyle mi?" diye sordu. Demek ki, şimdiye kadar Rabbim defalarca benim gönül kapımı tıklattı da ben hep arkamı dönüp «Çok uykum var, sonra kılarım.» diye ona arkamı döndüm, öyle mi? Ama bundan sonra inşâallah, ben de onun dâvetine icâbet edeceğim!.." dedi.
"-Tabiî ki icabet edeceksin! Sen gönlünü Allâh'a çevirip bir adım attın. Rabbimiz «Kulum, bana bir adım atarsa, ben ona on adım gelirim. Kulum bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak gelirim." buyuruyor. Bak, Âmineciğim! Rabbimizin bütün farzları, Peygamberimize Cebrail vâsıtası ile bildirilmiş emirlerdir. Sadece namaz öyle değildir!.. Namaz, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gece Mekke'deki hânesinde uyurken Rabbimizin özel ikram ve dâvetiyle, âdetâ az önce anlattığım gibi tatlı uykusundan uyandırılarak Mirac'a daveti ile, yüceler yücesi bir makamda ilâhî bir hediye olarak verilmiştir. Yani Rabbimiz, kullarına namazı bir yük olarak değil, "en güzel ev sahibi" olarak "en güzel misafir"ine sunduğu "pek kıymetli bir hediye" olarak takdim etmiştir. Peygamberimiz, bu lezzeti, ümmetinin de tatmasını istedi. Bunun üzerine Rabbimiz, namaz esnasında kullarının gönül dillerine sürüverir bu namaz lezzetini... Bu tadı alan, bir daha Allâh'ın izni ile bırakamaz. Ama bu lezzeti tatmayana, şeytan, o mübârek hediyeyi büyük bir yük olarak gösterir. İşin sırrı işte burada... Namaz, bir yük değil, bir hediyedir. Rabbe kavuşma ânı, vuslat hediyesi... Haydi bakalım, hediyeni almaya!.." dedi Sacide Hanım büyük bir heyecanla...
Sonra da namaz için hazırlanan Âmine'yi odada yalnız bırakıp:
"-Ben kendi odamda kılacağım. Haydi, şimdiden mîrâcın mübarek olsun!" dedi.
Âmine, seccadeye doğru vardı. En sonda yapmayı düşündüğü duâyı, gözyaşları içinde secdeye kapanarak yapmaya başladı:
"-İşte geldim Rabbim!.. Beni seçtiğin için, huzuruna kabul ettiğin için çok teşekkür ederim Rabbim!.." diyerek dakikalarca ağladı. Ağladıkça hafifledi. Sanki döktüğü gözyaşları, içindeki manevi kirleri yıkayıp atıyordu.
Namazını kılınca, seccadenin üzerinde yana kıvrıldı. Bir süre öylece yattı. Yastıksız uyuyamayınca, koltuğun üzerindeki süs yastığı, başının altına koydu ve rüyalar âlemine doğru süzüldü gitti.
Uyandığında gerçekten kuş gibi hafiflemişti. İçinde tarifi imkânsız bir mutluluk vardı. Gözlerinde uykudan eser kalmamıştı. Gece geç yattığı, sabah namazına da kalktığı hâlde zindeydi. Odasına dönüp yatağını topladı, üzerini giydi. Bir not bıraktı, kapıdan çıkmadan önce:
"Âcilen çıkmalıyım. Hayatımdaki en tatlı uyku için teşekkürler. Sizi arayacağım. Âmine"
Sessizce evden çıktı, Fâtih Yokuşu'ndan Balat'a, sahile doğru indi. Sahilde bir çocuk sevinci ile yavaş yavaş yürümeye başladı. Derin derin nefes alıyor, sahilden gelen deniz havasını alabildiğine içine çekiyordu. Hava açık, martılar mavi gökyüzünde nazlı nazlı uçuyorlardı. Arada bir martıların serenatları, yavaş yavaş başlayan sabah trafiğinin gürültüsünü delip geçiyordu. Burnuna sıcacık simit kokusu geldi. Hemen birkaç simit aldı ve acele ile bir dolmuşa bindi. Uzaktan Eyüp Sultan Hazretleri'nin bulunduğu o sükûnet beldesini görünce:
"-Mutlaka bir gün gelip burayı ziyaret etmeliyim. Bunun için özel bir zaman ayırmalıyım." Dedi ve uzaktan da olsa, Eyüp Sultan Hazretleri'nin rûhuna bir Fâtiha-i Şerife okudu.
Hayat, şimdi daha çok değer kazanmış gibiydi. Her şey sanki yerli yerine oturuyordu. Şu sekiz-on günde ne de çok şey değişmişti hayatında... Füsun'u kaybetmesi, onların evinde yaşadıkları, mezarlıktakiler ve Sâcide Hanım'la tanışması... Hepsi bu kadarcık kısa bir zamana sıkışmıştı. Şimdi artık işyerine dönmesi gerekiyordu. Kullandığı izinler bitmişti. Bugün işbaşı yapması gerekiyordu. Minibüsten indi, çalıştığı bankaya doğru yürümeye başladı. Kalbi pır pır atıyordu. Bankanın kapısını açar açmaz, yüksek bir sesle:
"-Herkese günaydın!.." dedi ve çalıştığı masaya yöneldi.
Arkadaşları, Âmine'nin bu tavrına şaşırmışlardı. Onun en sevdiği arkadaşını kaybettiğini, bunun için izin aldığını biliyorlardı. Şimdi bu aşırı enerjik hâllerine şaşırmışlardı. İçlerinden bir tanesi dayanamadı, Âmine'nin masasına yaklaşıp göz kırptı ve:
"-Hayırdır kızım, ne bu hâl?! Gören de âşık olduğunu düşünecek!.."
"-Sorma Tuğçe, gerçekten içimde bir aşk var. Ama tarifi zor..."
"-Kime âşık oldun kız?"
"-Nasıl desem bilmiyorum, en tatlı birisine... Yeni tanıştığım, aslında hep yanımda olan, hep beni düşünen, hep beni seven... Meğer ben onu bilmiyormuşum..."
"-Oooo, kızım sen uçmuşsun ya... Nerelerdesin, kimlerden bahsediyorsun?"
"-Merak etme, yakında bol bol konuşuruz."
Mesai başlamıştı. Herkes masalarına döndü. Gelenler gidenler, borçlar, alacaklar, ödemeler, krediler... O gün öğle paydosuna kadar büyük bir enerji ile devam eden Âmine, öğle ezanı okununca saatine baktı.
"-45 dakikam var; abdest almalıyım. Şimdi namazımı nerede kılacağım? Câmiye gitsem yemek yiyemem. Yemek yiyecek olsam, câmiye yetişmem zor. Hepsini birden nasıl yetiştireceğim?" dedi. Sonra da içinden, "Nasıl olsa namazın vakti daha çok, yemeğimi yiyeyim, bir ara kılarım." diye geçirdi.
Yemekte arkadaşları ile buluştular. Arkadaşları, hasret kaldıkları Âmine'yi dinlemek için sabırsızlanıyordu. Bazıları cenâzeye gelmiş, ama birçoğu o günden sonra olup bitenleri birinci ağızdan dinlemek istiyordu. Bilhassa yakın arkadaşları Tuğçe ile Reyhan, Âmine'yi sözünü kesmeden uzun uzun dinlediler. O da en baştan itibaren anlattı. Sonunda da akşamleyin Sâcide Hanım'da kaldığını ekledi. Tuğçe:
"-Kız, bu hoca, seni de kendine benzetmesin sonra!.." diye takıldı Âmine'ye... Âmine, biraz da sitemli bir şekilde:
"-Niye öyle diyorsunuz ki... Gerçekten bir tanısanız, dünyalar güzeli bir hanım... Âdeta ağzından bal damlıyor. Bir de benim iç dünyamı o kadar güzel okuyor ki... Neredeyse kalbimden geçenleri, ben dile getirmeden ortaya döküveriyor. Sonra da bir güzel üstesinden geliyor."
Reyhan da lafa karıştı:
"-Kızım, bu hoca seni büyülemiş. Bırak bu işleri... Bak, sonra demedi deme, bunlar senin başını belaya sokar. Şimdi her şey iyi, güzel... Sonra paçanı kurtaramazsın. Seni işinden de, yuvandan da uzaklaştırırlar."
Âmine, onların söylediklerine biraz alındı:
"-Ya, siz hiç görmeden, tanımadan nasıl böyle önyargılı oluyorsunuz." İkisi birden:
"-Biz biliriz böylelerini!.." dediler.
Artık konuşulacak bir şey kalmamış gibiydi. Kalktılar. Âmine saatine baktı, öğle paydosunun bitimine birkaç dakika kalmıştı. Aceleyle hesabı ödeyip lokantadan ayrıldılar. Âmine, bir taraftan Sâcide Hanım'ın söylediklerini düşünüyor, bir taraftan da arkadaşlarının yakıştırmalarına sinirleniyordu.
"-Ne kadar ayrı dünyalarda yaşıyorlar." dedi.
Ama sabahki namazın lezzetini unutamamıştı. Öğle vakti gelmiş, mesai başlamış ve o hâlâ öğle namazını kılamamıştı. Şefin yanına gidip izin almayı düşündü. Sonuçta o da nâzik, kibar, anlayışlı birisiydi.
Odasına gitti ve:
"-Âdem Bey, müsaadeniz olursa birkaç dakikalık işim vardı; alt kattaki hademe odasında abdest alıp namaz kılabilir miyim?"
"-Nasıl olur, Âmine Hanım. Şimdi paydos vakti bitti, müşteriler sıra aldı sizi bekliyor. Lütfen gecikmeyelim. Hem çalışmak da ibadet değil mi? Geçin yerinize lütfen, aldığınız maaşın hakkını verin. Sonra yediğimiz lokmanın da helâl olması önemli, değil mi?"
"-Şey, ama..."
"-Tamam, birkaç saat sonra, ortalık biraz tenhâlaşsın; gider kılarsınız. Ama bir kereye mahsus tamam mı? Yoksa burası câmi değil!.. Durmadan herkesin, bir de günde beş defa namaza gitmesi demek, bütün işlerin alt üst olması demek... Ortada düzen mi kalır? Ben hangi birinizin peşine koşacağım? Namazı birleştirip akşamleyin hepsini birden kılarsınız canım. Suçu-günahı varsa, benim üstüme olsun. Benim de dedem hacca gitmişti. Gençlikte çalışmak lâzım, ihtiyarlayınca da ibadet..."
Âmine, masasına büyük bir vicdan azabı ile oturdu. Ne yapacaktı? Tam kara kara düşünürken, bir müşteri geldi, parayı uzattı ve:
"-Doğalgaz borcunu ödeyecektim." dedi.
Ardından bir diğeri kredi kartı borcunu ödedi, başkası maaşını çekti. Derken Âmine, işine dalıp gitti. O telâşe esnasında ikindi ezanının okunduğunu da fark etmedi. Gün sonu hesaplarını yapıp kasaları toplarken okunan akşam ezanı ile kendine geldi.
"-Eyvah, namazlar gitti!.."
Bunu o kadar aniden ve ürkerek söylemişti ki, Tuğçe masasından kalkıp yanına kadar geldi:
"-Ne oldu, Âmine? Birden sıçradın..."
"-Bugün hiç namazlarımı kılamadım da..."
"-Aman kızım, üzüldüğün şeye bak!.. Burada nasıl namaz kılacaksın? Yer mi var, zaman mı? Burası ibadet yapmak için uygun bir yer değil... Evde olursun, işin gücün olmaz, rahat rahat kılarsın. Hem şimdi namaza başlasan, «Başını ört!» derler. Ona başlasan, «İşini bırak!» derler. Bu işler bize göre değil kızım... Kafanı takma... Allah büyük... Bütün günahları affeder. Hocanı çok seviyorsan, emekli olunca git yanına... Sarıl, kucaklaş. Hatta istersen beraber gidelim. Ama gözünü seveyim, kendini bir an önce topla!.. Gençsin, güzelsin, hayatını yaşa... Bu hurafeleri bırak bir yana..."
Reyhan da yanlarına geldi:
"-Ne oldu yine?"
Tuğçe:
"-Namazlarını kılamamış da ona üzülüyor." diye alaylı alaylı konuştu.
Reyhan, Âmine'ye dönerek:
"-Bak, kızım aklını başına devşir. Bu devirde böyle maaşı nereden bulacaksın. Hem kaç yıl okullarda, üniversitelerde okumuşsun. Şimdi evine gidip sabahtan akşama evde mi oturacaksın? Yazık değil mi, senin gibi birisine... Namaz mı kılmak istiyorsun, akşamları eve gidince hepsini birden kıl. Bak, ben aklıma geldikçe kılarım. Hem bu işlerde kalbin temiz olması önemli... Birkaç gün namaz kılmayınca, için acır, ama sonra unutur gidersin. Boşver bunları... Hadi, hayatını yaşamaya bak. Hem yarın akşam, Bora'nın evinde parti var. Sen de gel, açılırsın hem..."
Âmine, onlara cevap vermek bile istemedi. Dinledi sadece... Eşyalarını topladı. Otobüse bindi ve evinin yolunu tuttu.
Eve vardığında, kalbini yokladı; sabahki enerjisinden hiçbir şey kalmamıştı. Çok yorgundu. Bir taraftan Sâcide Hanım'ın söyledikleri, bir taraftan işyerindeki arkadaşlarının söyledikleri... Kafasında bir savaş var gibiydi. Vücudu külçe gibi olmuştu. Annesinin hazırladığı akşam yemeğini yedi ve nefsini zorlaya zorlaya yatsı namazını kıldı, akşamı da kazâ etti. Ama öğle ile ikindiyi kazâ etmek gözünde büyüdü. Mecâli kalmamıştı, yatağına kıvrıldı.
Sabahleyin gözlerini açtığında, saat 7:30 olmuş, güneş çoktan doğmuştu. Sabah namazının vakti geçmişti. Bu gece uyanamamıştı.
"-Demek ki, bugün özel olarak seçilmedim." diye üzüldü.
Sonra da, "Ben Rabbime bir adım atmadım ki, O, bana on adım atsın!.." dedi.
Sonra arkadaşı Tuğçe'nin dedikleri sinsice dolaştı içinde...
"-Tuğçe de haklı, benim hayat tarzım dini yaşamaya uygun değil ki!.. Ben ne yapayım?" diye nefsini haklı çıkarmaya çalıştı.
İşe giderken içindeki bir ses, Sâcide Hoca'yı aramasını söylüyordu. Diğer ses ise, "Ararsan, bildiklerini yaşamak zorunda kalırsın. Boş ver sonra ararsın. Zaten şimdi çok erken, belki kalkmamıştır. Hem onu aramaya ne yüzün var, namazlarını bile doğru dürüst kılamıyorsun!.." diyordu.
İçindeki sesler, o kadar çok ve birbiriyle kavga halinde idi ki, âdeta başını ağrıtıyorlardı. Bankaya varınca masasına oturdu. Arkadaşları yavaş yavaş geliyorlardı.
"-Bugün de şansımı deneyeceğim!" dedi.
Devam edecek...

Halil Demireşik

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder