Cemre-i
Şehrâyin
Fethin
550. yılı
münâsebetiyle Söz Ola Dergisi'nin düzenlediği fetih yarışmaları
çerçevesinde,
hikaye dalında ikincilik alan eser
hikaye dalında ikincilik alan eser
Sene 1454…
Baharın,
tazeliğini sıcak günlere terk etmeye hazırlandığı günlerde, ıhlamur
ağaçlarını kırlangıçlar doldurmuş, iğde kokuları tüm sokaklara
yayılmıştı.
Denizin mavisi bu mevsime öylesine yakışmıştı ki, "İstanbul'da bahar
mavidir!" denmeye başlamıştı. Şehir alabildiğine sâkindi. Gönüller hamd
ile temâşâda idi. İşte bu sükûneti delirtip gönül deryâlarını hakikat
fırtınalarına
mezceden bir gün; Feth-i Mübin'in sene-i devriyesi...
Baharla
şenlenen mübarek şehre, o gün latîf bir heyecan hâkimdi. Çobanından
sultanına serâpâ herkeste bir hamd hâli... Gönüller titrek, gözlerde
akmayı
bekleyen yaşlar... Konstantiniyye'de, İstanbul'da, Hünkâr'a akıyordu
gönüller.
Âlemler ona duâda.. Arştan üzerine düşense yalın bir rahmet nazarı...
Sultan
Mehmet, herkes gibi istiğrâk hâlinde idi, öyle ki; gece boyunca hiç
uyumamıştı.
Derûnî bir hazla fethi anıyor; heyecanı ve sabırsızlığıyla geçen
yılları;
bitmek tükenmek bilmeyen, iki asra bedel o iki ayı düşünüyor, secdelere
kapanıyor, lâyık olabilmeyi diliyordu. Sabah namazının ardından, şehrin
bekçisi
ve kutlu sahibi ziyaret edilecekti. Sultana eşlik eden kalabalık
cemaat, Eyyûb
Sultan'a gidiyordu. Atından inen Fâtih en önde, üstâdı, demir yüreğini
örsüne
koyduğu hocası Akşemseddin yanıbaşında, yürüyorlardı. Diller, rûhlar bu
lâhûtî
havayla feyizyâb olmuş, eller sadırlarda, salevâtla ilerleniyordu. Bu
güzel
kumandan, güzel asker ve fetih şühedasının rûhâniyeti, kutlu fethin
müjdesine
nâiliyyet ümîdini âbideleştiren Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri'nin
huzûrunda
buluşmuş, üzerlerindeki rahmet bulutlarından gelen sekînet sağanağı
altında
mânevî bir huzur iklîmine girmişlerdi.
Öğle
namazını bekleyiş, minarelerden yükselen ulvî bir ezanla sona erdi.
İstanbul semâları sanki ilk kez ma'kes oluyordu bu dâvete! Tüm gözler
Sultan'daydı... O ise semâya bakıyordu.
* * *
Ve
Ayasofya; fethin en büyük ganimeti; Fatih'in ganimet taksiminde:
"-Bütün
Konstantiniyye mülkü size, Ayasofya bana!" buyurduğu, fethin
gülşeni... İmam yine O! Hayret!!! Yine üç tekbir!!! Bir tarih böyle
yaşanır!
Heyecanlar taptaze nasıl kalır ey Hünkar!!! Bu namaz bambaşkaydı...
Yalnız
gözyaşı, yalnız hamd vardı. İnsanlık hayran bu manzaraya... Dervişâne
bir dua:
"-Rabbimiz!
Bizleri O en büyük Fâtih'e lâyık kıl! Kibrin zerresinden dahî
uzak tut!"
"-Âmin"
dedi cemaat, "-Âmin" dedi melekler,
"Âmin" dedi, fethin müjdecisi Sallallâhu aleyhi ve sellem…
Kelâm
yok; kimse yanındakine neler olduğunu sormuyordu. Herkes geçen baharla
hemdem... Sükût, müştâk olmuş ruhlara bu kadar yakışmış mı hiç? Kısa
bir
ferman:
"-Dileğim
odur ki; Belde-i Tayyibe'ye yakışa duâmız. Dileğim odur ki; bu
gece hiç sönmeye hânelerin kandilleri!.."
Nice
ulvî hissiyatla geçen günün
sonunda halk evlerine çekildi, uyumak yoktu bu gece evlerde. Güzel
Kumandan'a
ittibâ ediyordu herkes, bir asker edâsıyla...
* * *
Yatsı namazından sonra ulemâ meclisi huzurda... Yaşlı-genç hâfızlar kenarlara dizilmişlerdi. Fethin mâneviyât kardeşleri yanyana... Sultan boynunu bükmüş, bambaşka bir âlemde tefekkür diyarına uzanmıştı.
Yatsı namazından sonra ulemâ meclisi huzurda... Yaşlı-genç hâfızlar kenarlara dizilmişlerdi. Fethin mâneviyât kardeşleri yanyana... Sultan boynunu bükmüş, bambaşka bir âlemde tefekkür diyarına uzanmıştı.
Fetih
Sûresi aksediyordu dillerden gönüllere, satırlardan sadırlara… Saatler
sonra dışarıda bir hareketlilik... Sessizliği yaran ihtiyar bir ses
muhâfızları
aştı.
"-Buyursun!"
dendi içeriden. Uzun yoldan geldiği anlaşılan bir toprak
insanıydı, hayret ve merak nazarları arasında içeri giren. Uzun boylu,
zayıf
bir adam... Mütevâzî duruşundan zarîf bir heybet yükseliyordu. Küçücük
gözlerinden belli belirsiz birer gözyaşı yatağı uzanıyordu çenesine ve
kırlaşmış bıyıklarına. Damarları çıkmış yorgun, nasırlı ellerinden
birinde bir
kağıt parçasını sımsıkı tutuyordu.
"-Buyur
baba! Ne istedin? Seni böyle yorup buralara getiren derdin ne ola
ki?!." Adam gözlerini Sultan'ın gözlerine dikti. Koskoca bir okyanusla
irkildi Fâtih:
"-Bak
sultanım! Bende bir emânetin var!..."
Meclis
şaşkın; Bu muammâ da neydi böyle? Vezirlerden biri Sultan'ın işaretiyle
mektubu aldı.
"-Oku."
dedi Fâtih. Yaşlı ziyaretçi bir anda ileri atıldı:
"-Sultanım!
Bilmezsin ki, bu bir şehid mektubudur. Bir şehid mektubunu
okumaksa ancak bir fâtihe yakışır!"
Hayret
dolu Hünkar, gayr-i irâdî kalktı, vezirinden kağıdı aldı. Sonra
meclisin
ortasına dizleri üstüne oturdu. Kırmızı bir ipekle bağlanmış,
mumlanmamış
mektup açılırken meclise hoş bir râyiha yayıldı. Zarif bir yazı, inci
gibi
parlak... Sultan Mehmed bir an ihtiyara baktı. Adam başını müsâade
edercesine
salladı ve Fâtih, güzel bir rüyaya dalarak elindekini seslendirmeye
başladı:
"-Saf ve
pak selamımla... Ey benim nâzenin Hünkarım! Bendeniz Bursalı
Mehmed; Feth-i Mübarek'te şehâdete eren, Efendimiz -sallallâhu aleyhi
ve
sellem-'in müjdesine mazhar olanlardanım. Sürûrumuz Şehriyârım! Dedem,
Sultan
II. Murat zamanında Emir Sultan Hazretleri ile dilber şehrin
kuşatmasına
katılmış. Orada şehid düşmüş. Ben doğanda babam senin adını koymuş,
sana asker
olam diye... Hünkarım! Ben doğdum doğalı bu mübarek müjdeye yazıldı her
lahzam!
Bursa'da Akbıyık Sultan derler, bir derviş baba vardır. Çocukken onun
önünde
diz kırar, canımı kanımı coşturan Konstantiniyye'yi dinlerdim. Duâmız
tek,
şehâdetti! Delikanlı olunca "Ne zaman, ne zaman?" der dururdum hocam
Akbıyık Sultan'a. Bu bekleyiş çok uzamıştı sanki. Anla ki Sultanım;
şehâdete,
Konstantiniyye'ye dost olmuştum. Bu öyle bir özlemekti ki; hani insan
baba
ocağından ırak kalır da ana yemeğini özler ya... Her tattığı o hasreti
bir daha
pişirir ya... İşte öyle Hünkarım! Nihayet, gün geldi Ulubatlı Hasan'a
yeniçeri
oldum. Babam derdi ki:
"-Oğul!
Şehâdeti arzulamaksa derdin, Sultan Mehmed'e yaraşır bir er ol!
Onun çabasını, duâsını duymaktayız. Teb'asının duâsı da onadır. Kim ki
onla
hemhâl ola, duâsına ortaktır! Babamı saydım; bereketin büyüklerle
beraber
olduğunu bildim!.. Sultanım! Senin ilmine, hâline yetişmek ne mümkün!
Lâkin, Allâh
bilir ya, o tahammül-fersâ arzu damla damla aktı içime... Anam ardımdan
çok
ağladı!
"-Gidişime
ağlama, ana! Sana koskoca bir nam bırakıyorum; şehid anasısın
bundan gayrı!!!" Kuşatmanın o dayanılmaz uzunluğunu da bildim. Cânâna
yakın olup da kavuşamamanın adamı canından bezdirdiğini de... Ama bir
seferinde, ak atını dalgalı denize sürüp kılıcını çekerek:
"-Ya ben
bu şehri alırım, ya da bu şehir beni, deyû haykırışın vardı ya
Pâdişâhım; işte ben en çok o zaman ağladım! En çok o zaman dağladı
yüreğimi, hasret
atının toynakları. Hani zemherinin ayazında eve girer de insan, ocağın
yanıbaşında donmuş elleriyle kaşıklar da sıcacık tarhanayı, içi
yanıverir ya...
İşte o kadar tatlı bir yangındı nefesime mil çeken. Binlerce erat her
sabah:
"-Artık
ya şehid olup cennete veya zaferle Bizans'a gireceğiz."
diyordu. Ben hep:
"-O
müjdenin şehidleri olarak cennete, fethin şâhidleri olarak da Bizansa
gireceğiz." demekteydim.
Devletlüm!
Birgün sabah namazının ardınca ümidim dizüstü çöktüğünde:
"-Bu ne
acep bir hâldir!" dedim kendime. Sonra Akbıyık Sultan'ımı
gördüm. Yanında Akşemseddin hazretleri olduğu halde yürüyordu.
Şaşırdım.
Koştum, eline sarıldım! Alnımdan öptü beni. Heyecanla Şeyh
Akşemseddin'in elini
öptüm de, başımı eğdim önünde! Nenem anlattıydı; O mübarek, beşikte
seni
görmeden dahî Sûre-i Feth'i okurmuş. Yüreğim ağzımda, işâret
bekliyordum.
Birden elini kalbime koydu da:
"-Ah
Fâtih'imin şehidi!!!" buyurdu... Ellerini ellerime alıp öptüm,
bir daha, bir daha öptüm... Rabîulevvel'in 19'u akşama vardığında bir
haber
salındı askerlere:
"-Sultanımız
buyuruyor ki, "Askerimiz yarın oruç tutalar ve dahî
günde beş defa abdest alıp namazlarda zafer için el açalar..." Bizim
bölük
yüzbaşısı Ulubatlı Hasan, kalkıp su dağıttı imsak öncesi. Sıra bana
gelince:
"-Efendim,
bugün şehidlik sırası bendedir." deyiverdim.
"-Ve
dahî bendedir." buyurdu! Kader kalemi ardarda dikmiş
damatlığımızı... Gün 20 Rabîulevvel'e doğduğunda kılıçlarımızı salât-ü
selâmla
salladık. Ateşler yağıyordu üstümüze; her bir kor, gül gibiydi billâh!
Harbin en
keşmekeş anında Yüzbaşım:
"-Haydi
yiğitler!" deyince benimle beraber otuz delikanlı yiğit
fırladı. Hedefi anlamıştık. Ulubatlı'nın elinde bayrak, surlara
tırmanıyorduk.
Birer birer vurulduk, oklar saplandı kollarımıza, sırtımıza. Kaleden
kızgın
yağlar dökülüyordu. Birbir tatlı şerbeti içiyordu kardeşlerim. Surların
üzerine
çıkabildim ki sultanım; Hasan'ım bayrağı dikmiş, yere düşmek üzere!
"-Allâhu Ekber!" dedi...
"-Elhamdülillâh." dedim yalınız... O an serin serin aktı içime nur... Bir rahatladım ki Devletlüm... Birden karşımda Ebû Eyyub -radıyallâhu anh-'ı gördüm. Nasıl anladın dersen birşey diyemem; lâkin ne güzel ağlıyordu! Birini işaret etti bana; baktım; bir eliyle sancağı tutmuş, bir eliyle Ulubatlı'nın başını okşuyor...Ve Hasan'ım haykırıyor:
"-Sultanım! Gözün aydın; Rasûlullâh surların üstünde... Duydun mu onu Hünkârım?!. Duyup da ağladın mı?!. Efendime baktım. O mütebessim çehre bana bakıp, mübarek eliyle:
"-Gel!" deyince anladım ki; dilber şehrin mehri olmuşuz çoktan. Şehriyârım! Rûhuma cemre gibi düşen bu hasret visâlimle son buldu. Elhamdülillâh! Elhamdülillâh! Elhamdülillâh!"
* * *
Sultan Mehmed kendine geldi... Başını kaldırdı; bu bir rüya değildi. Meclisteki herkes ağlıyordu... Sonra mektubu getiren adama baktı... Titreyen sesi, merakla sordu:
"-Baba! Kimsin sen? Nereden geldi bu sana?"
"-Hünkarım! Bu benim oğlumdur. Anlatmış ya, daha doğmadan İstanbul'a adadığımız oğul! Anacığının gözü yaşlıdır hâlâ! Ana ya; özler durur işte kuzusunu! Geçenlerde rüyasına buyurmuş bizim oğlan:
"-Ben iyiyim, tasalanma!" diyesiymiş. Bu kağıdı uzatıp:
"-Sultanımın emanetidir!" demiş. Hatunum gözü yaşlı uyanınca bunu elinde bulmuş. Kuşluk vaktinde çıktım yola... Şimdi gidiyorum... Devletlüm! Allâh senden râzı olsun! Duâmız hep seninle. Babam da, oğlum da İstanbul şehididir. Bana ise bir güvercin misali elçilik düştü. Nasip! Buna da şükür!.. Rabbim, gayrı sana uzun ömür versin! Selâmetle kal Mehmed Sultanım!.. İhtiyar, ırmak misali çağlayıp duruldu... Irmak denize, deniz Sultan Mehmed'e, aktı... Kimse tek laf edemeden, çıktı gitti adam!.. Bakışlar yine derin, düşünceli... Fâtih, yarım bıraktığı mektuba döndü yine:
"-Allâh yolunda öldürülenlere ölüler demeyiniz; bilakis onlar diridirler." (el-Bakara, 154) Her dem sizinleyiz... Ayasofya'da kılınan her namaza Fethin melekleriyle iştirak ediyoruz... Gönlünüz ferah olsun Efendim... Allâh'ın yardım ve nusreti sizinledir! Nice Mehmedler, Hasanlar fedâ olsun bu devlete, bu yola!.. Devletlüm! Sabırla, inanarak gayret edin ki, cihan yürüye yolunuzca... Selâmetle Sultanım! Her dâim duâcınız, köleniz Mehmediniz!"
Fatih Mehmed kadîm bir dosttan almışcasına mektubu bağrına bastırdı. Daha fazla dayanamadı bu duygu çağlayanına... Şükür secdelerine kapandı. Huzurda bulunanlar, bu Rabbânî hadiseye şâhid olanlar, bu sırra hayran oldular. Fâtih dakikalarca kaldı secdede... Saray müezzini tekbir okumaya başlayınca dışarıdan, gecenin sonunun yaklaştığını anladı herkes.
Tüm şehir, minarelerinden yükselen "Allâhu Ekber!" sadâlarını dinlerken, fethin hatıra gecesi İstanbul'u terk ediyordu. Birden müthiş bir râyiha yayıldı meclise. Bu cennet yağmuru misali ruhları mest eden koku Sultanın doğrulmasıyla anlaşıldı. İdrakler hayrette... Gözyaşıyla ıslanmış mektuptaki inci yazılar ağır ağır kayboldu... Yazılanlardan geriye ancak bir satır kaldı. Bomboş kağıtta kalan öyle bir satırdı ki bu, Feth-i Mübîn'in ve diğer tüm zaferlerin en girift olaylarının müsebbibini âfâka iten bâb-ı esrârı aralıyordu;
"Allâh yolunda öldürülenlere ölüler demeyiniz; bilakis onlar diridirler..."
Kübra Akbet
Şebnem Dergisi, Sayı 5
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder