41.
KIRKBİRİNCİ MEKTUP
Hak teâlâ,
zâhirimizi ve bâtınımızı [dışımızı, içimizi] sünnet-i seniyye-i
Mustafâviyyeye "alâ sâhib-i hessalâtü vesselâmü
vettehıyye" uymakla zînet- lendirsin!
Muhammed Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", mahbûb-i
Rabbil'âlemîndir. Ya'nî Allahü teâlânın sevgilisidir. Herşeyin en
iyisi, en güzeli, sevgiliye verilir. Bunun içindir ki, Nun sûresi dördüncü
âyetinde me- âlen, (Elbette
sen, en büyük, en yüksek olarak yaratıldın) buyuruldu. Ya-
sîn sûresinin üçüncü âyetinde meâlen, (Elbette
sen, Peygamberlerimden birisin ve doğru yoldasın) buyuruldu.
En'âm sûresi, yüzelliüçüncü âyetinde meâlen,
(Onlara söyle: Benim gitdiğim yol, doğru yoldur. Bu yolda yürüyünüz, başka
dinlere, nefslerinize uymayınız. Doğru yoldan ayrılmayınız!) bu-
yuruldu. Onun dînine, (Doğru
yol) buyuruyor. Onun dîni dışında kalan yollara, felâket yolu
deyip, bu yollardan kaçınınız buyuruyor.
O Server
"aleyhissalâtü vesselâm", Allahü teâlâya şükr etmek ve insanlara hakîkati
bildirmek için, (Yolların en hayrlısı, doğrusu,
Muhammedin "aleyhisselâm" yoludur)
buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Rabbim beni en güzel
edeble, edeblendirdi) buyurdu.
İnsanın bâtını, zâhirini temâmlamakdadır.
Zâhir ile bâtın, birbirinden kıl kadar ayrılmaz.
Meselâ, ağız ile yalan söylememek islâmiyyetdir. Yalan söylemek
arzûsunu, zahmet çekerek, uğraşarak, kalbden çıkarmak tarîkat-
dir. Yalan söylemenin kalbe gelmemesi de hakîkatdir. Görülüyor
ki, bâtın işi, ya'nî tarîkat ve hakîkat, zâhir işini,
ya'nî islâmiyyeti temâmlamakdadır. Tarîkat
yolcularına, yolculuklarında islâmiyyete uymıyan şeyler görünür
ve gösterilirse, bunlar, o ândaki serhoşlukdan ve hâl denilen
şü'ûrsuzluğun artmasından dolayı olur. Sâliki [tesavvuf
yolcusunu], bu makâmdan geçirir, uyandırırlarsa, islâmiyyete uymayan birşey
kalmaz. Meselâ, ba'zıları, sekr hâlinde iken,
Zât-ı ilâhînin bu âlemi ihâta etdiğini, kapladığını sanmış-
dır. Hâlbuki, Ehl-i sünnet âlimleri böyle söylemiyor. Allahü
teâlânın, kendi değil, ilmi herşeyi kaplamışdır diyor ki, âlimlerin sözü dahâ
doğrudur. Söfiyye-i aliyye, bir tarafdan, Zât-ı
teâlâya hiçbir şeyle hükm olunamaz, hiçbir ilm Ona yetişemez diyor. Bir yandan
da, herşeyi ihâta etmiş, herşeye si- râyet
etmişdir, diyor. Sözleri, birbirini tutmuyor. Sözün doğrusu, Allahü te-
âlâ, bîçûn ve bî-çigûnedir. Ya'nî, hiçbirşeye, düşüncelere
benzemez ve nasıl olduğu bilinemez. Ona kavuşan, hayrân,
şaşkın ve Ona câhil olur. Orası, mahlûklar için, cehl diyârıdır. İhâta,
sereyân gibi sözlerin, o mukaddes makâmda ne işi
var? Böyle şeyleri söyliyen, eğer Zât-i ilâhî yerine, te'ay-
yün-i evveli söyliyoruz derse, sözü o kadar çirkin olmaz.
Te'ayyün-i evveli, Zât-i ilâhîden ayrı bilmedikleri için, buna zât diyorlar.
Te'ayyün-i evvele vahdet de derler. Mahlûkların hepsinde sârîdir, mevcûddur.
Bunun için, Zât-i ilâhî, herşeyi kaplamışdır diyorlar.
Ehl-i sünnet âlimleri, Zât-i ilâhî, her
düşünceden uzakdır. Hiçbirşey, O değildir. Ondan başkadırlar. Te'ay-
yün-i evvel diye birşey varsa, Zât-i ilâhîden ayrıdır. Bunun
ihâta etmesine, Zât-i ilâhînin ihâtası denemez diyor.
Görülüyor ki, âlimlerin görüşü, söfiy- yenin
görüşünden dahâ ince, dahâ yüksekdir. Söfiyyenin Zât-i ilâhî dediklerini,
âlimler, zâtdan ayrı bilmekdedir. Zât-i ilâhînin yakın olması, berâ-
ber olması da böyledir.
Bâtının, ya'nî tarîkat ve hakîkatin ma'rifetleri, zâhirin, ya'nî
islâmiyye- tin bilgilerine, tâm uygun olduğu makâm,
Sıddîklık makâmıdır ki, vilâyet derecelerinin
en üstünüdür. Bu makâmdaki ma'rifetler, islâmiyyetden kıl
kadar ayrı olmaz. Sıddîklık makâmı üstünde, yalnız nübüvvet,
ya'nî Peygamberlik makâmı vardır. Peygambere "aleyhisselâm" vahy ile
ya'nî melek ile gönderilen ilmler, Sıddîklara "rıdvânullahi teâlâ aleyhim
ecma'în" ilhâm ile bildirilmekdedir. Bu iki ilm
arasındaki fark, yalnız, vahy ve ilhâm arasındaki
farkdır. O hâlde, hiç ayrılık olamaz. Sıddîklık makâmının altındaki makâmların
hepsinde az çok, sekr [şü'ûrsuzluk, dalgınlık] vardır. Sekrsiz
olan, tâm uyanıklık, yalnız Sıddîklık makâmındadır. Peygamberlik ile Sıddîklık
bilgileri arasında, ikinci bir fark da, vahy elbette doğrudur.
İlhâm ise, zan iledir. Çünki, vahy, melek ile gelir. Melek,
ma'sûmdur. Ya'nî öyle yaratılmışdır ki, yanlışlık
yapamaz. İlhâm yeri de, yüksek ise de, ya'nî
ilhâm yeri olan kalb, âlem-i emrden olup, yüksek ise de, akl ve nefs
ile birlikde bulunduğu için, yanılabilir. Evet, nefs mutmeinne
olmuş ise de, Fârisî beyt tercemesi:
Nefs, mutmeinne oldukdan sonra,
sıfatlarının, kendisinde bırakılmasında, nice fâide vardır. Sıfatları yok
edilseydi, insan, yüksek derecelere iler- liyemezdi.
Rûhu, melek gibi olurdu. Kendi makâmında kalırdı. Rûh, ancak
nefse uymamakla yükselebilmekdedir. Nefsde azgınlık kalmasaydı,
nasıl ilerliyebilirdi. Kâinâtın efendisi
"aleyhi minessalevâti etemmühâ ve minet- teslîmâti
ekmelühâ", kâfirlerle cihâddan geri dönünce, (Küçük
muhârebe- den döndük, büyük cihâda geldik) buyurdu. Nefs ile
savaşmağa, (Cihâd-ı ekber) dedi. Din büyüklerinin
nefslerinin azması demek, çok az (Terk-i
azî- met) ve (Muhâlefet-i evlâ)
etmesi demekdir. [(Azîmet),
islâmiyyetin izn verdiği şeyleri de yapmamak, (Evlâ)
da, herşeyin en iyisini yapmakdır. Nefs, azîmeti
ve evlâyı istemiyor.] Büyüklerin nefslerinde, yalnız bu terki istemek vardır.
Yoksa azîmeti ve evlâyı terk etmezler. İşte, nefslerinin, yalnız
bu istemesinden dolayı, cenâb-ı Hakka o kadar çok yalvarırlar, o
kadar çok pişmân olur, sızlarlar ki, başkalarının bir
senede kazandıkları mertebelere, bir ânda yükselmelerine sebeb olur.
Yine sözümüze dönelim! Sevgilinin ahlâkı,
sıfatları, her nerede bulunursa orası da sevilir. Âl-i İmrân sûresinde,
(Benim izimde yürüyünüz! Alla- hü teâlâ, sizi sever) meâlindeki
otuzbirinci âyet, bunu işâret etmekdedir. O
hâlde, Ona "aleyhissalâtü vesselâm" uymağa çalışmak, insanı, Mahbû-
biyyet makâmına kavuşdurur. Aklı olanların, iyi, doğru
düşünebilenlerin zâhirleri ile,
bâtınları ile Habîbullaha "aleyhissalâtü vesselâm" tâm uymağa
çalışması lâzımdır.
Mektûb uzunca oldu. Afv buyurunuz! Her
bakımdan güzel olanı anlatan söz, güzel olacağı için, uzadıkça, güzelliği
artar. Sûre-i Kehf, yüzo-
nuncu âyet-i kerîmesinde meâlen, (Rabbimin
kelimelerini yazmak için, deniz mürekkeb olsa, Rabbimin kelimeleri bitmeden
deniz biter. Bir deniz da-
hâ getirsek o da biter) buyuruldu. Vesselâm.
Sözü başka tarafa çevirelim. Düâlarımı
bildiren mektûbumu size getiren Mevlânâ Muhammed Hâfız, ilm sâhibi olup, çoluk
çocuğu fazladır. Geçim darlığından askere gitdi. Eğer yardım elinizi uzatır,
emîr nakîb Seyyid Şeyh Ciyuya
"rahmetullahi aleyh"
maâş alması için veyâ yardım etmesi için
söylerseniz kerem etmiş olursunuz. Dahâ fazla yazıp başınızı ağrıtmı-
yayım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder