46.
KIRKALTINCI MEKTUP
Bu mektûb, yine nakîb seyyid şeyh
Ferîde "rahmetullahi teâlâ aleyh" yazılmışdır.
Allahü teâlânın var ve bir olduğu ve Muhammed aleyhisselâ-
mın Onun resûlü olduğu bedîhîdir, pek meydândadır. Düşünmeğe
bile, lü- zûm olmadığını bildirmekdedir:
[Bu mektûb,
çok mühim olduğundan, (İslâm Ahlâkı)
kitâbının 553. sa- hîfesinin başına da
yazdık. Lütfen oradan da okuyunuz!] Allahü teâlâ sizi, kerîm olan
babalarınızın yolundan ayırmasın. Onların en üstünü olan birincisine ve geri
kalanların hepsine, bizden düâlar ve selâmlar olsun! Allahü teâlânın var
olduğu ve bir olduğu, hattâ Muhammed aleyhisselâmın, Onun
resûlü olduğu ve hattâ onun getirdiği her emrin ve haberlerin, doğru olduğu,
güneş gibi meydândadır. Düşünmeğe, isbât etmeğe hiç lüzûm
yokdur. Kalbin bunlara inanması için, kalbin bozuk olmaması,
ma'nevî hastalığı bulunmaması lâzımdır. Kalb hasta ve bozuk olunca, kalbin
inanması için, akl ile düşünmek, incelemek lâzım olur. Ancak bu sûretle kalb
(tasfiye) bulur,
ya'nî hastalıkdan kurtulur. (Basîret)den
ya'nî kalb gözünden ma'nevî perde kalkarsa, bunlara seve seve inanılır.
Meselâ, safrası bozuk kimse, şekerin tadını duymuyor. Şekerin tatlı olduğunu
ona anlatmak, isbât etmek lâzım olur. Fekat, safra hastalıkdan kurtulunca,
isbât etmeğe lüzûm kalmaz. Hastalıkdan dolayı isbât etmek lâzım olması,
şekerin tatlılığına bir kusûr vermez. Şaşı olan, bir
şeyi iki görür ve iki kişi var sanır. Şaşıdaki göz hastalığı, karşısındaki bir
şeyin, iki olmasını îcâb etdirmez. O
iki gördüğü hâlde, görünen yine birdir. Bunun bir olduğunu isbât etmek
çok zordur. [Doppelsehen denilen göz hastalığı olanlara ahvel
denir.] [Müslimân olmak için, yalnız kalbin îmân
etmesi, inanması lâzımdır. Fekat, her
müslimânın kalbine, dâhilî düşmanı olan nefsinden ve hâricî düşmanları olan
şeytânlardan ve kötü arkadaşlardan hastalık gelmekdedir. Nefs,
yaratılışda ahkâm-ı islâmiyyeye düşmandır. Kalbin hasta olması,
[nefse uyması demekdir, ya'nî islâmiyyete uymak istememesidir. Ya'nî,
islâmiyye- tin emrlerinin tadını duymamak, yasak
etdiklerinden zevk almakdır.] Bu yasaklara
(dünyâ) denildiği, yüzdoksanyedinci mektûbda yazılıdır. Dünyâya
düşkün olmak, kalbdeki îmânı za'îfletmekdedir. Bir kimse, nefsleri-
nin esîri olan gâfil insanların sohbetlerinden, sözlerinden,
yazılarından, ki- tâblarından,
radyolarından, televizyonlarından uzaklaşırsa ve nefsi
(tezkiye) olursa,ya'nî inkâr hastalığından kurtulursa, bu
dâhilîve hâricî düşmanlardan kalbe hastalık gelmez. Mevcûd hastalık da,
islâmiyyete uyarak, (is- tigfâr okuyarak)
tasfiye edilince, kalb hakîkî îmâna kavuşur. Nefsin cibillî
hastalığından tezkiyesi ve kalbin hâricden gelen hastalıkdan
tasfiyesi, mür- şid-i kâmilin sohbetinde bulunmakla,
kitâblarını okumakla ve ahkâm-ı is- lâmiyyeye
uymakla nasîb olur. Kırkikinci ve elliikinci mektûblara bakınız!
Mürşid-i kâmil, bütün sözleri, bütün işleri, islâmiyyete uygun olan,
Ehl-i sünnet âlimi demekdir. İslâmiyyeti iyi bilmesi, derin âlim olması
lâzımdır.]
Din bilgilerini, akl ile isbât ederek
[kalbe] inandırmak, kolay değildir. Yakînî,
vicdânî bir îmân elde etmek için, isbât yoluna gitmekdense, kalbi
hastalıkdan kurtarmak lâzımdır. Nitekim, safra hastasını, şekerin
tatlı olduğuna inandırmak için, isbât etmeğe kalkışmakdansa, onu hastalıkdan
kurtarmak lâzımdır. [Safrası bozuk olan hastaya] şekerin tatlı olduğu, ne kadar
isbât edilirse edilsin, yakîn hâsıl edemez. Çünki, şeker ağzına acı gel-
mekde, vicdânı acı olduğunu bilmekdedir.
[Seyyid Abdülhakîm "kuddise sirruh"
buyurdu ki: (Müdrike) ya'nî bir şeyi
(anlamak) kuvveti üçdür: Üçünün de doğru anlıyabilmeleri için, bulundukları
uzvların hasta olmamaları lâzımdır. Birincisi, görünen
(his organlarındaki kuvvetler) olup, görme, işitme, koklama,
gıdânın lezzetini alma
ve sıcaklık, sertlik anlama. Bu kuvvetler, insanda bulunduğu gibi, hayvanlarda
da vardır. Bu kuvvetler olmasaydı, insanlar, taş gibi, odun gibi olurdu.
İkincisi, (akl
kuvvetleri) olup, hiss-i müşterek, hâfıza, vâhime, mütesar-
rıfa ve hazânet-ül-hayâl denilen görünmiyen beş organdaki
kuvvetlerdir. Bu kuvvetler, insanların dimâgında
[beyninde] bulunur. Hayvanlarda yok- dur.
Bir şeyin varlığını, bu kuvvetler, güvenilen bir haberi işitmekle veyâ
tecrîbe ile yâhud hesâb ile anlar. İyiyi fenâdan, fâideliyi
zararlıdan ayırırlar. Fen bilgileri, hesâb, bu kuvvetlerle yapılır.
Üçüncüsü, (kalb
kuvveti) olup, müslimânların havâssına, ya'nî yüksek
olan seçilmiş kimselere mahsûsdur. Kalbdeki bu ma'nevî anlama
kuvvetine (Basîret) denir. Bu kuvvet ile anlaşılan din
bilgileri, akl ve his kuvvetleri ile anlaşılamaz. Akl kuvvetleri ile anlaşılan
şeyleri, insan, hayvanların en üstünü olan ata,
senelerce uğraşsa, anlatamaz. Bunun gibi, kalb kuvvetleri ile anlaşılan
bilgileri [din bilgilerini ve meselâ ma'rifetullahı], bu seçilmişler, başka
insanlara senelerce söylese, onlar anlıyamaz. Bunlardan da-
hâ yüksek seçilmişlerin seçilmişleri vardır. Bunlardan da dahâ
üstün Ne- bîler, Nebîlerden dahâ üstün Resûller,
bunlardan da üstün Ülül'azm dereceleri vardır. Bunların üstünde de Kelîmiyyet,
Rûhiyyet, Hullet ve Mah- bûbiyyet mertebeleri
vardır ki, bu en üstün derece, Muhammed aleyhisse- lâma
mahsûsdur. Kalb [gönül] denilen kuvvet, yürek dediğimiz et parçasında bulunur.
Elektriğin ampulde, miknâtisin elektrik tellerinin makarasında hâsıl olması
gibidir.
İnsanlarda bulunan nefs-i emmâre, din bilgilerine
inanmamakda, tabî'a- ti, yaratılışı,
islâmiyyete uymamakdadır. [Bunun için, islâmiyyete uymak,
nefse acı gelmekde, ona uymak istememekdedir. Kalb ise, yaratılışında
temizdir, sâlimdir. Fekat, nefsin islâmiyyete uymak istememesi hastalığı, kalbe
sirâyet ederek, kalb de islâmiyyete uymak istemiyor. İslâmiyyete inanıyor ise
de, uyması acı geliyor.] İslâmiyyetin doğruluğunu isbât için, ne kadar
uğraşılırsa uğraşılsın, hasta olan kalbde buna yakîn hâsıl olması, çok
güç olur. [Kalbde yakîn hâsıl olması için, dâhilden ve hâricden
hastalık gelmemesi, gelmiş olanın da tasfiyesi lâzımdır. Bunun için, nefsi
(tezkiye) et- mekden, ya'nî
cibillî olan inkâr hastalığından ve kalbi şeytândan ve fenâ
arkadaşdan kurtarmakdan başka çâre yokdur. Nefsi tezkiye, ahkâm-ı
islâ- miyyeye uymakla, sonra (kelime-i tevhîd
denilen Lâ ilâhe illallah zikrini çok
söylemekle), sonra bir Velînin sohbeti ile, sonra râbıtası ile, sonra hayât
hikâyesini okumakla olur. Kalbin tasfiyesi, ibâdet yapmakla, bilhâssa
farz nemâzları kılmakla ve çok istigfâr okumakla olacağı,
(Herkese Lâzım
Olan Îmân)
kitâbının 1999 târîhli baskısının dokuzuncu sahîfesinde ve
(Se'âdet-i Ebediyye)
64.cü sahîfesinde ve (Hak Sözün Vesîkaları)
125.ci sahîfesinde yazılıdır. Kalb böyle
temizlendiği gibi, nefsin de, (Kelime-i Tev- hîd)
okumak ile temizleneceği 52. ve 78.ci mektûblarda yazılıdır. Mekteb,
meslek arkadaşı, öğretmen, gazete, televizyon, radyo,
islâmiyyete, ahlâka muhâlif ise,
bunların fenâ arkadaş oldukları anlaşılır. Kalb, bu üç düşmâ-
nın [Nefsin, şeytânın, kötü arkadaşın] şerrinden, hücûmundan
kurtulunca, (tasfiye) bulur, ya'nî harâmları sevmek
hastalığından kurtulur. Allah sevgisi,
kendiliğinden yerleşir. Suyu boşalan şişeye havânın dolması gibi
olur.]Veşşemsi sûresi dokuzuncu âyetinde meâlen,
(Nefsini tezkiye eden kurtuldu. Nefsini günâhda, cehâletde, dalâletde bırakan,
ziyân etdi) buyu- ruldu.
(Mevâkib
tefsîri)nde diyor ki, (Nefs tezkiye edilince, kalb tasfiye bulur.
Ya'nî nefs, kötü isteklerden kurtarılınca, kalbin mahlûklara,
harâmlara bağlılığı kalmaz.Fârisî beyt tercemesi:
Nefsin kötülükleri,
pislikleri demek, islâmiyyetin beğenmediği, harâm etdiği
şeyler [ya'nî, dünyâ] demekdir). Şimdi ba'zıları, Allahü teâlânın fe-
nâ dediği, yasak etdiği şeylere, moda, asrîlik, ilericilik diyor.
Allahü teâlâ- nın beğendiği, emr etdiği şeylere gericilik,
câhillik diyor. Harâm işleyenlere san'atkâr, aydın, ilerici insan,
müslimânlara mürtecî, yobaz, gerici diyenler oluyor. Bunlara aldanmamalı.
Dîni, Ehl-i sünnet âlimlerinin ki- tâblarından
öğrenmelidir.]
Görülüyor ki, bu açık, parlak islâmiyyete
ve temiz, doğru yola inanmı- yan kimsenin kalbi,
şekerin tadını anlıyamıyan safralı gibi, hastadır. Fârisî mısra' tercemesi:
- 81-
|
Seyr ve sülûkdan [ya'nî tesavvuf yolunda
ilerlemekden] maksad, nefsi tezkiye ve kalbi
tasfiye etmekdir. Ya'nî nefsi ve kalbi hastalıklardan kur-
tarmakdır. Bekara sûresinde,
(Kalblerinde hastalık vardır) meâlindeki dokuzuncu
âyet-i kerîmede bildirilen hastalık tedâvî edilmedikçe, hakîkî
îmân ele geçmez. Bu âfetler var iken, akl yolu ile kalbde hâsıl
olan îmân, îmânın sûretidir. Çünki nefs, bu îmânın
tersini istemekde, küfründe inâd ve isrâr
etmekdedir. Böyle îmân, safra hastasının, şekerin tatlı olduğuna
îmân etmesi gibidir. Herne kadar inandım dese de, vicdânı, şekeri
acı bil- mekdedir. Safrası düzeldikden sonra, şekerin
tatlı olduğuna hakîkî îmân hâsıl olur. Îmânın hakîkati de, nefsin
tezkiyesinden ve kalbin itmînânından sonra
kalbde hâsıl olur. [İtmînân, hakîkî inanmak demekdir.] İşte böyle hakîkî îmân
yalnız Evliyâda bulunur ve elden gitmez. Yûnüs sûresinde,
(Biliniz ki, Allahü teâlânın Evliyâsı için, azâb korkusu, ni'metlere kavuşmamak
üzüntüsü yokdur!) meâlindeki altmışikinci âyet-i kerîmedeki
müjde, böyle îmân sâhibleri içindir. Allahü teâlâ,
hepimizi bu kâmil, hakîkî îmânla şereflendirsin! Âmîn. [63.cü mektûbu okuyunuz!]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder