73.
YETMİŞ ÜÇÜNCÜ MEKTUP
Allahü teâlâ,
Muhammed Mustafânın "aleyhissalâtü vesselâm" parlak
olan yolunda yürümekle şereflendirsin! Yavrum! Bu dünyâ, imtihân
yeridir. Dünyânın görünüşü, yalancı yaldızlarla süslüdür. Kötü kadına benzer.
Yüzünü saçlar, kaşlar, ben ile boyamışlardır. Görünüşü tatlıdır.
Tâze, güzel, körpe sanılır. Fekat aslında, güzel koku sürülmüş bir ölü
gibidir. Sanki bir leşdir ve böcekler, akrebler dolu bir çöplükdür. Su gibi
görünen bir serâbdır. Zehrlenmiş şeker gibidir. Aslı
harâbdır, elde kalmaz. Kendini sevenlere, arkasına takılanlara, hiç acımayıp,
en kötü şeyleri yapar. Ona tutulan aklsızdır, büyülenmişdir. Âşıkları delidir,
aldatılmışdır. Onun görünüşüne aldanan, sonsuz felâkete düşer. Tadına,
güzelliğine bakan nihâyet- siz pişmânlık çeker.
Server-i kâinât, Habîb-i Rabbil'âlemîn "aleyhi ve alâ
âlihissalevât vettehıyyât" buyurdu ki,
(Dünyâ ile âhıret birbirinin zıddıdır, birbirine uymaz. Birini râzı edersen,
öteki gücenir). Demek ki, bir kimse, dünyâyı
râzı ederse, âhıret ondan gücenir. Ya'nî, âhıretde, eline bir şey geçmez.
Allahü teâlâ, bizi ve sizi, dünyâya düşkün olmakdan ve dünyâyı ele
geçirmek için insanlık vazîfelerini çiğneyenleri sevmekden
muhâfaza eylesin!
Yavrum! Bu, pek kötü olduğunu anladığın
dünyâ, nedir biliyor musun? Dünyâ, seni, Allahü teâlâdan uzaklaşdıran şeyler
demekdir. Kadın, çocuk, mal, rütbe,
mevkı' düşüncesi, Allahü teâlâyı unutduracak kadar aşırı olursa, dünyâ olur.
Çalgılar, oyunlar, (Mâlâ-ya'nî) ile,
ya'nî fâidesiz, boş şeylerle vakt geçirmek, [kumarlar, kötü
arkadaş, kötü filmler, mecmû'a ve romanlar],
hep bunun için dünyâ demekdir. Âhırete fâidesi olmıyan ilm-
ler, dersler de, hep dünyâdır. Hesâb, hendese [ya'nî matematik ve
geometri], astronomi, mantık, eğer Allahü teâlânın gösterdiği yerlerde
kullanılmazsa [ya'nî kâfirlerle mücâdele ve onlardan üstün olmak için ve
insanlara hizmet etmek için kullanılmazsa] bunlarla uğraşmak, boşuna vakt
öldürmek olur ve dünyâ olur. Bu bilgileri bütün
derinliği ile, incelikleri ile okumak, yalnız
başına işe yarasaydı, eski Yunan felsefecileri [ve son zemânlardaki
Avrupanın, Amerikanın fen adamları, mütehassısları] se'âdet
yolunu bulur, âhıretdeki ebedî azâbdan kurtulurlardı.
[Liselerde, üniversitelerde okunan ulûm-i
akliyye, ya'nî tecribî ilmler, ya'nî fen
bilgileri ve yabancı diller, islâmiyyete ve mahlûklara hizmet etmek niyyeti
ile öğrenilirse ve bu yolda kullanılırsa, fâideli olur. Bunlara çalışmak lâzım
olur ve sevâb olur. Bunun içindir ki, ecdâdımız, Şâm, Bağdâd,
Semerkand ve Endülüs müslimânları her dürlü fende ve güzel
san'atda pek ileri gitmiş, dünyâ birinciliğini ellerinde
tutmuşlardı. Avrupanın ilm ve fen adamları,
asrlar boyunca, islâm fakültelerine gelip ihtisâs kazanırlar ve bununla
öğünürlerdi. Müslimânların o parlak medeniyyetlerinin eserleri,
bugün meydândadır ve dünyâ münevverlerini hayrân bırakmakdadır.
Bugün liselerde, üniversitelerde okutulan
ve insanın bütün gençlik hayâtına mal olan bilgiler, Allahü teâlânın emrlerine
uyarak kullanılırsa, fâideli olur ve
dünyâ ve âhıretin kazanılmasına sebeb olur.
Medeniyyet demek, yalnız ilm ve fen demek
değildir. İlm ve fen, mede- niyyet için, ancak
bir âlet, bir vâsıtadır. İlmde, fende çok ileri olan milletlere, fen
vâsıtalarını ne yolda kullandıklarını incelemeden, medenî demek büyük
gafletdir. Pek yanlışdır. Fabrikaların, motorlu vâsıtaların, gemi, tayyâre,
atom cihâzlarının çok olması, gözleri kamaşdıran yeni buluşların artması,
medeniyyeti göstermez. Bunları medeniyyet sanmak, her silâhlıyı gâzi, mücâhid
sanmağa benzer. Evet, mücâhid olmak için en yeni harb
vâsıtalarına mâlik olmak lâzımdır. Fekat, bunlara mâlik olan, eşkıyâ-
lık da yapabilir.
Medeniyyet, ta'mîr-i bilâd ve terfîh-i ibâddır. Ya'nî, beldeleri,
memleketleri i'mâr etmek ve bütün insanları, rûh, düşünce ve beden
bakımlarından râhat yaşatmakdır. Bu iki gâyeye vâsıl
olmak, ancak ve yalnız ahkâm-ı is- lâmiyyeye,
ya'nî Allahü teâlânın emrlerine ve yasaklarına uymakla olur. İs-
lâmiyyetden ayrıldıkca medeniyyet geriler. İşte liselerde,
üniversitelerde öğrenilen bilgiler, bütün fen vâsıtaları,
fabrikalar, ağır sanâyı', memleketleri i'mâr için, insanları râhat etdirmek
için kullanılırsa, fâideli olur, sevâb olur.
Memleketleri tahrîb, insanların hürriyyetini ellerinden almak, köle
yapmak için kullanılırsa, fâidesiz olur, günâh olur. Bunların
fâideli olması, medeniyyete hizmet etmesi ancak ve yalnız islâm dînine uygun
kullanmakla olur. Avrupa, Amerika, asrlardan beri, islâm ahlâkını, islâm hukû-
kunu inceliyor. İslâm dîninin emrlerini, yasaklarını alıp,
kendilerine mal ediyor. Onların bugünkü ilerlemesi, kanûnlarında bile yer verdikleri,
islâmî kıymetler ve esâslar sâyesinde olduğu açıkça görülmekdedir. Demek ki,
bir milleti, bir gemiye benzetirsek, islâm ahkâmı, ya'nî Allahü teâlânın
emrleri ve yasakları, bu geminin güverte ve kaptan
teşkilâtıdır. Bütün ilmler, fen bilgileri, endüstri kolları, ağır sanâyi' de
bu geminin, çarkçı, makinist kısmı
demekdir. Gemide kaptan da, makinist de lâzımdır. Biri bulunmazsa, gemi işe yaramaz, helâk olur.
demekdir. Gemide kaptan da, makinist de lâzımdır. Biri bulunmazsa, gemi işe yaramaz, helâk olur.
O hâlde,
dedelerimizin "rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma'în" dünyâ çapındaki
başarılarını, üstünlüklerini, yine elde etmek için, islâm bilgilerinin
her iki kısmını, ya'nî hem dînimizi iyi öğrenmemiz ve ona
sarılmamız, hem de ulûm-i akliyyeyi, asrımızın bütün
teknik buluşlarını öğrenmeğe ve en iyi şeklde
yapmağa çalışıp, bunları islâm ahkâmına uygun olarak kullanmamız lâzımdır.
Bunu başarınca, maddî, ma'nevî olgunlaşacak, bütün milletlere örnek olacak,
bütün dünyâca sevilerek, hâkim ve hâmî seçileceğiz.
Hadîs-i
şerîfde, (El Cennetü tahte zılâlissüyûf) buyuruldu.
Ya'nî (İslâ- miyyet, kâfirlerdeki silâhların hepsini yapmakla ve
bunları iyi kullanmak ile sağlam kalır). Bunun için, fen
bilgilerine çok çalışmamız, atom bombası, roket, radar, füze yapmamız
lâzımdır. Aksi takdîrde din yıkılır. Bindört- yüz
bu kadar sene evvel, bugünün kurtuluş yolunu, bu hadîs-i şerîf, bizlere
göstermişdir. (İnsanların
(milletlerin) dinleri, kendilerini idâre edenlerin
dinleri gibi olur!) hadîs-i şerîfi de, müslimânların çalışarak,
kâfirlerden üstün olmasını emr buyurmakdadır. Bu hadîs-i
şerîfleri iyi anlamalı ve dört el ile
sarılmalıdır].
Peygamberimiz "aleyhissalâtü
vesselâm" buyurdu ki: (Bir kimsenin mâlâ-ya'nî
ile, ya'nî fâidesiz şeylerle uğraşması, boş vakt geçirmesi, Allahü teâlânın
onu sevmediğine işâretdir!) Fârisî
beyt tercemesi:
Ne
varsa güzel, Allah sevgisinden başka, hepsi câna zehrdir, şeker bile olsa.
Yıldızlarla
uğraşmak, ya'nî astronomi ilmi, nemâz vaktlerini anlamağa
yarar demişlerdir. Bunun ma'nâsı, nemâz vaktlerinin bilinmesine
yarıyan ilmlerden biri de, ilm-i nücûmdur demekdir.
Yoksa kozmoğrafya bilinmezse, nemâz vaktleri anlaşılamaz demek değildir.
Astronomiden haberi olmı- yan çok kimseler
vardır ki, nemâz vaktlerini, bu ilmleri bilenlerden dahâ iyi
anlar. Mantık, hesâb ve diğer lise dersleri, hep böyle olup, bunların hepsi
islâmiyyetin gösterdiği yerlerde kullanılırsa ve ilm-i kelâm da, islâmiy-
yetin tek se'âdet ve medeniyyet yolu olduğunu isbât etmek için
kullanılırsa câiz olur [ve çok sevâb olur].
Mubâh olan
şeyleri yapmak, vâciblerin, farzların yapılmasına mâni' olursa,
bunlarla uğraşmak, yine mubâh olur mu olmaz mı? Elbet olmaz! İn-
sâf etmek lâzımdır. Dîni, îmânı, farzları, harâmları öğrenmeden
önce, lise bilgileri ile uğraşmak da bu zarûrî
bilgileri öğrenmeğe mâni' olmakdadır.
- 113-
|
[(Kimyâ-i
se'âdet) kitâbı ilm kısmında buyuruyor ki: Her mü'minin, en
önce, Ehl-i sünnet i'tikâdını, kısaca öğrenmesi farzdır. Bundan
sonra, iki şey öğrenmesi lâzım olur. Biri kalb için
olan, ikincisi beden için lâzım olan
bilgidir. Beden için olan bilgi de ikidir. Biri yapacağı emrler, ikincisi
sakınacağı yasaklardır. Emrleri öğrenmek şöyle olur: Sabâh vakti,
yeni müs- limân olan kimsenin, öğle vakti gelince
abdestin ve nemâzın farzlarını öğrenmesi, hemen farz olur. Sünnetlerini
öğrenmesi de sünnet olur. Akşam olunca, akşâm
nemâzının üç rek'at olduğunu öğrenmesi farz olur. Rame- zân
gelince, orucun farzlarını öğrenmesi farz olur. Zengin olunca, bir se-
Mektûbât Tercemesi: - F:8
ne sonra, zekâtı öğrenmesi farz olur.
Haccı öğrenmesi, hacca gideceği ze- mân
farz olur. İşte, herşeyi zemânı gelince öğrenmesi farz-ı ayn olur. Meselâ
evlenmek istediği zemân, nikâh bilgilerini, kadın, erkek haklarını,
kadınların özr hâllerini öğrenmesi farz olur. Bir san'ata,
ticârete başlayınca, bunlardaki emr ve yasakları, fâizi öğrenmesi lâzım olur.
Hangi san'a- ta başlıyacaksa zemânın ona âid fen
bilgilerini de mektebde öğrenmesi farz olur.
(Meselâ diş tabîbi olacaksa, liseyi ve dişçi mektebini bitirmesi, staj ve
ihtisâs yapması farz olur. Her san'at, ticâret, zirâ'at da hep
böyledir. Herkese kendi san'atını okuması, öğrenmesi farz olur. Başka san'at
bilgilerini öğrenmesi farz olmaz. Harb zemânında da askerliği ve yeni
silâhları yapmak, kullanmak, korunmak için, fen bilgilerini kısaca öğrenmek,
her müs- limâna farz-ı ayn, bunlarda ihtisâs kazanmak
ise farz-ı kifâyedir).
Harâmları öğrenmek
de, herkese başka dürlü farz olur. Meselâ, erkeklerin ipek giydiği bir yerde
bulunanların, ipek giymenin harâm olduğunu öğrenmesi
ve bilenlerin bilmiyenlere öğretmesi farz olur. (Sun'î ipek giymek erkeklere
de harâm değildir). Alkollü içkiler içilen, domuz eti yinilen,
başkasının hakkı, fâiz, rüşvet alınan, kumar oynanan yerde
bulunanların, bunların harâm olduğunu öğrenmesi farz olur.
Kadın erkek birlikde oturanların da mahrem ve nâmahrem olan kadınları, ya'nî
bakmak câiz olan ve olmıyan kadınları
öğrenmesi farz olur. [Kadınların, kızların açık gezdiği, erkeklerin de dizden
yukarısını açdığı yerlerde bulunan müslimânların, örtmesi
farz olan yerlerini öğrenmeleri lâzımdır. Bu yerlerini açmak ve başkasının
açık yerine bakmak günâh olduğu gibi, bunu bilmemek de ayrı gü-
nâhdır.]
Kalbe âid bilgileri, ya'nî ilm-i ahlâk
öğrenmek, her erkeğe ve kadına farz-ı
ayndır. Meselâ (Hıkd) "ya'nî
kin bağlamak", (Hased) [Başkasında
bulunan ni'metin onda olmayıp, kendinde olmasını istemekdir. Onda
olduğu gibi, kendisinde de olmasını istemek hased değildir. Buna
(Gıbta) etmek, imrenmek denir ki sevâbdır],
(Kibr) [Kendini büyük bilmek, üstün görmekdir. Kibrli olana
karşı kendini büyük göstermek, kibr olmaz. Sadaka
vermek gibi sevâb olur], (Sû'i zan) etmek [İyi
insânı fenâ bilmek] gibi şeylerin harâm
olduğunu öğrenmek, her mü'mine farz-ı ayndır. Görülüyor ki, îmânı, ya'nî Ehl-i
sünnet i'tikâdını kısaca öğrenmek ve iyi ve kötü
huyları öğrenmek, farz-ı ayndır. Ya'nî, herkesin öğrenmesi farzdır.
Abdesti, guslü, nemâzı ve orucu ve harâmları da, her müslimânın
öğrenmesi farz-ı ayndır. Cenâze nemâzını, ölüye hizmeti ve san'at ve ticâret
bilgilerini (ve bugünün silâhlarını yapmak ve kullanmak için, fen bilgilerini
iyi) öğrenmek farz-ı kifâyedir. Ya'nî lâzım olan kimselerin öğrenmesi
farz olup, başkalarına farz olmaz. Fekat, lüzûmu kadar kimse
öğrenmezse, bütün müslimânlar, hükûmet ve millet, büyük günâha girer. Meselâ,
doktor olacak kimsenin lise ve tıbbiyyede okuması farz olup,
mühendis olacak kimsenin tıbbiyyede okuması farz değildir. İbni Âbidîn
"rahmetulla- hi aleyh"
(Dürr-ül-muhtâr) şerhinde, ön sözde diyor ki: (Ulûm-i nakliy-
yeden ya'nî din bilgilerinden kendine lâzım olanları öğrenmek
farz-ı ayndır. Bundan fazlasını öğrenmek ve ulûm-i akliyyeden fâideli olanları
öğrenmek farz-ı kifâyedir). Nemâzda kırâ'eti anlatırken diyor ki: (Bir âyet
ezberlemek, herkese farz-ı ayndır. Fâtihayı ve üç âyet veyâ bir
kısa sûre ezberlemek vâcibdir. Kur'ân-ı kerîmin
hepsini ezberlemek farz-ı kifâye- dir. Kendine
lâzım olmıyan fıkh bilgilerini öğrenmek, hâfız olmakdan da-
hâ iyidir). Beşinci cildde buyuruyor ki: (Başkalarına öğretmek
için ilm öğrenmek, kendi işlemesi için öğrenmekden dahâ sevâbdır).]
Yavrum! Hak teâlâ, sana çok lutf ve ihsân ederek, bu genç yaşda tevbe
etmekle ve islâm âlimlerinin yolunda bulunan birinin sohbetine
kavuşdur- makla şereflendirmişdi. Bilemiyorum ki, nefs
ve şeytânın ve din bilgisi ol- mıyan kötü
arkadaşların arasında, o temiz hâlde kalabildin mi? Din düşmanları her yoldan
gençleri aldatmağa uğraşırken, değişmeden, akıntıya karşı
durmak kolay değildir. Gençlik zemânıdır. Para bol, nefsin her arzû-
sunu yerine getirmek kolay ve arkadaşların çoğu da uygunsuz!
Fârisî beyt tercemesi:
Kıymetli oğlum! Mubâhların fazlasından
sakınmalısın. Mubâhları, lüzû- mu kadar
kullanmalısın. Bunları da, Allahü teâlâya kulluk etmek niyyeti
ile yapmalısın. Meselâ, birşey yirken, Allahü teâlânın emrlerini
yerine getirmek için kuvvetlenmeğe, giyinirken avret yerini örtmeğe ve
soğukdan, sıcakdan korunmağa niyyet etmeli ve her
mubâh için [ve ders çalışırken böyle] gerekli niyyetler yapmalıdır.
Büyüklerimiz azîmet ile hareket etmiş, ruhsatdan elden geldiği kadar
kaçınmışdır. Mubâhları, zarûret mikdârı kullanmak da azîmetdir. Bu devlet, bu
ni'met ele geçmezse, mubâhlardan dışarı çıkmamalı, harâm ve şübhelilere
taşmamalıdır. Allahü teâlâ kullarına çok merhamet
ve ikrâm ederek, mubâh olan şeylerle zevklenmeğe izn ver-
mişdir. Pekçok şeyleri mubâh etmişdir. Halâl olan bu sayısız
zevkleri, lezzetleri bırakıp da, harâm edilen birkaç zevke sapmak, Allahü
teâlâya karşı, ne kadar edebsizlik olur. Hem de, harâm etdiği lezzetleri, dahâ
fazlası ile mubâhlarda da yaratmışdır. Halâl olan
çeşid çeşid ni'metlerin zevkleri bir yana, insanın işinden, Rabbinin râzı
olmasından dahâ büyük zevk olur mu? Bir
kimsenin işini, efendisinin beğenmemesinden dahâ büyük cefâ, sıkıntı olur mu?
Cennetde Allahü teâlânın râzı olması, Cennet ni'metlerinin
hepsinden dahâ tatlıdır. Cehennemdekilerden Allahü teâlânın râzı
olmaması, Cehennem azâblarından dahâ acıdır.
Biz kuluz. Sâhibimizin emrindeyiz. Başı boş
değiliz. Her istediğimizi yapmağa serbest değiliz. İyi düşünelim! Uzağı gören
akl sâhibi olalım! Kıyâ- met günü utanmakdan,
pişmân olmakdan başka, ele birşey geçmez. Gençlik çağı, kazanc zemânıdır. Merd
olan, bu vaktin kıymetini bilip, elden ka- çırmaz.
İhtiyârlık herkese nasîb olmaz. Nasîb olsa da, râhat, elverişli vakt
ele geçmez. Vakt de bulunsa, kuvvetsizlik, hâlsizlik zemânında,
yarar iş yapılamaz. Bugün, her vaz'ıyyet elverişli iken, ananın babanın
varlığı büyük ni'met iken, geçim derdi olmayıp fırsat elde
iken, güç kuvvet yerinde iken, hangi özr
ile, hangi sebeble, bugünün işi yarına bırakılabilir? Peygamberimiz "sallallahü
aleyhi ve sellem", (Yarın yaparım diyen helâk oldu,
ziyân etdi) buyurdu. Eğer dünyâ işlerini yarına bırakırsan ve
bugün hep âhıret işlerini yaparsan
güzel olur. Fekat, bunun aksini yaparsan çok çirkin olur.
Gençlik zemânında, insanı üç din düşmanı olan,
nefs, şeytân ve kötü insanlar aldatmağa uğraşmakdadır. Bunlar karşısında az
bir ibâdet pek kıymetli olur. İhtiyârlıkda yapılan, bundan katkat fazla
ibâdetlerin bu kadar kıymeti olmaz.
Düşman hücûm etdiği zemân, askerin ufak bir hareketi, çok
kıymetli olur. Sulh zemânında yapılan büyük ta'lîmlerin,
manevraların, bu kadar kıymeti olmaz.
Oğlum, bütün varlıkların hülâsası, özü olan insan, eğlence için, oyun
için, yiyip içmek, gezmek, yatmak, keyf sürmek
için yaratılmadı. Kulluk vazîfe- lerini yapmak
için, Rabbine itâ'at, tevâzu', kuvvetsizliğini, ihtiyâcını göstermek, Ona
sığınmak ve yalvarmak için yaratıldı. Muhammed aleyhisselâmın
bildirdiği ibâdetlerin hepsi, insanlara fâideli şeylerdir.
İnsanlara yaradığı için emr edilmişdir.
Yoksa, hiçbir ibâdetin Allahü teâlâya fâidesi yokdur. Candan teşekkür ederek,
minnet ile ibâdet yapmalı. Tâm teslîm olarak, emrle- ri
yapmağa ve yasaklardan kaçınmağa çalışmalıdır. Allahü teâlâ hiçbirşe-
ye muhtâc olmadığı hâlde, kullarını emr ve yasaklar vermekle
şereflendirdi. Herşeye muhtâc olan, biz kulların, bu büyük ihsâna, bol bol
teşekkür etmemiz, bunun için de, emrleri yapmağa, cândan sarılmamız lâzımdır.
Ey Oğlum! İyi biliyorsun ki, dünyâda
biri, mevkı', rütbe sâhibi olsa, emrinde bulunanlardan birine, mühim bir vazîfe
verse, bu vazîfenin yapılmasında, emr verene de fâide olduğu hâlde, bu işçi,
bu vazîfeye ne kadar çok ehemmiyyet ve kıymet
verir. Bu vazîfeyi, bana büyük bir zât verdi diye öğü- nür
ve seve seve, zevk ile yapmağa çalışır değil mi? Yazıklar olsun! Alla-
hü teâlânın büyüklüğü, yüksekliği, bu kimsenin büyüklüğü kadar
değil midir de, islâm dîninin istediklerini
yapmağa, böyle çalışılmıyor. [Allahü teâlânın
emrleri vazîfe bilinmiyor ve (vazîfe mukaddesdir! Önce vazîfe, sonra nemâz)
gibi şeyler deniyor. Hâlbuki, Allahü teâlânın emrleri birinci va-
zîfe olmak lâzımdır.]
Utanmak lâzımdır. Gaflet uykusundan uyanmamız
lâzımdır. Allahü teâlânın emrlerini
yapmamak, iki sebebden ileri gelir:
1- Allahü
teâlânın emrlerine, yasaklarına inanılmamışdır. [Bu ibâdetler
arablar içindir. Çöldeki insanların sağlam olması içindir. Bugün
İsveç hareketleri, spor, fiziko-terapi, masaj, nemâzın işini görmekde, duşlar,
banyolar, plâjlar, abdestden dahâ modern temizlemekdedir denilmesidir.]
2- Allahü
teâlânın emrlerine ehemmiyyet vermemekdir. Bu emrlerin büyüklüğünü, mevkı',
kumanda sâhibi kimselerin büyüklüğünden aşağı gör- mekdir.
Her iki sebeb ile de, ibâdet etmemenin şenâ'atini, çirkinliğini düşünmemiz
lâzımdır.
Ey evlâdım! Yalancılığı çok def'a görülmüş olan
birisi, düşman bu gece, filan yerden baskın yapacak dese, idâreciler,
akllılar, karşı koyma güçlerini düşünmez mi? O kimsenin yalancı olduğunu
bildikleri hâlde, tehlü- ke bulunan işlerde,
ihtiyâtlı, tedbîrli, uyanık bulunmak lâzımdır demezler mi?
Muhbir-i sâdık, ya'nî hep doğru söyleyici,
doğruluğu ile şöhret bulmuş "aleyhissalâtü
vesselâm", tekrâr tekrâr, açıkça, âhıretin sonsuz azâblarını
bildiriyor. Buna inanmıyorlar. İnanılsa da, tedbîr, kurtulma
çâresi düşünmüyorlar. Hâlbuki, Muhbir-i sâdık, kurtuluş yolunu da,
göstermekdedir. O hâlde, Muhbir-i sâdıkın sözlerine, bir
yalancının sözleri kadar kıymet vermemek, nasıl bir îmândır? Îmânım var demek,
müslimânım demek, insanı kurtarmaz. Kalbin inanması, yakîn hâsıl etmesi
lâzımdır. Hâlbuki, yakîn nerede? Zan bile
yok. Belki vehm bile değil. Çünki, tehlükeli zemânlarda vehm
edilen şeye karşı da, tedbîr almak, akl îcâbıdır.
Hucürât sûresi, onsekizinci âyetinde meâlen,
(Allahü teâlâ, yapdıkları- nızı hep görmekdedir) buyurulduğu
hâlde, harâmları, yapıyorlar. Hâlbuki, herhangi bayağı bir kimse, bu çirkin
işleri görecek olsa, belki görmek ihtimâli
olsa, yapmakdan vazgeçerler. Bu hâlin iki sebebi olabilir: Yâ, Al-
lahü teâlânın verdiği habere inanmıyorlar. Yâhud da, Allahü
teâlânın görmesine ehemmiyyet vermiyorlar. Harâmları, bu iki sebeb ile
işlemek, îmânı mı gösterir, kâfir olmağı mı gösterir?
Yavrum, yeniden îmânını tâzelemelisin!
Peygamberimiz "aleyhissalâtü vesselâm"
buyurdu ki, (Lâ ilâhe illallah, diyerek, îmânınızı yenileyiniz!)
Sonra, Allahü teâlânın râzı olmadığı işlerinden tevbe etmelisin. Yasak etdiği,
harâm eylediği şeylerden sakınmalısın. Beş vakt nemâzı cemâ'at
ile kılmalısın. Gece nemâz kılabilirsen, teheccüde kalkabilirsen, büyük
se'âdet olur.
[Cum'a, Arefe, Bayram, Kadr, Berât, Mi'râc,
Aşûre, Mevlid ve Regâ- ib gecelerinde
ibâdet etmek çok sevâbdır. Mevlânâ Muhammed Rebhâmî "rahmetullahi
aleyh" (Rıyâd-un-nâsıhîn) kitâbının, Hind basması,
yüzyet- mişikinci sahîfesinde buyuruyor ki, büyük
islâm âlimi, imâm-ı Nevevî "rahmetullahi
aleyh", (Ezkâr) kitâbında buyuruyor ki, gecenin
oniki kısmından bir kısmını (ya'nî bir sâat kadar) ihyâ etmek, ya'nî okumak,
kılmak, düâ etmek, bütün geceyi ihyâ etmek olur. Yaz
ve kış geceleri için hep böyledir. (İbni
Âbidîn)in dörtyüzaltmışbirinci (461) sahîfesindeki yazıdan
da, böyle olduğu anlaşılmakdadır. (Hakâyık-ı
manzûme)de diyor ki, (fıkh kitâblarında,
sâat demek, bir mikdâr zemân demekdir. Nevevî, şâfi'î mezhebinde müctehiddir. Hanefîlerin
de, geceleri, böyle ihyâ etmeleri uygun olur).
(Hakâyık-i manzûme) kitâbı, Mahmûd-i Buhârînin olup iki cilddir
ve (Manzûme-i Nesefî)nin
şerhidir. Kıymetli fıkh kitâbıdır. Mahmûd-i Buhârî,
671 [m. 1271] senesinde, Buhârâda vefât etmişdir.]
Zekât vermek de, islâmın beş şartından biridir.
Zekât vermek elbette lâzımdır. [Birçok kitâblar, meselâ Murâd Molla
kütübhânesinde, (1113) numaralı
(Surre-tül-fetâvâ) kitâbı ondördüncü sahîfesinde, (Zekât vermek
lâzım olup da, (o sene vermeyip), özrsüz gecikdiren günâha girer ve şehâde-
ti kabûl olmaz) buyurmakdadır.] Zekâtı kolayca verebilmek için,
altından ve gümüşden ve ticâret eşyâsından,
fakîrlerin hakkı olan kırkda biri, senede bir kerre [meselâ her Ramezân-ı
şerîf ayında] zekât niyyeti ile ayrılıp, saklanır.
Bütün sene içinde, istediği zemân, zekât vermesi câiz olanlardan,
dilediğine verir. Her verişde, ayrıca zekât için, niyyet etmeğe
lüzûm yok- dur. Ayırırken, bir kerre niyyet etmek
yetişir. Herkes, fakîrlere ve zekât- dan
hakkı olanlara, bir senede ne kadar vereceğini bilir. Buna göre zekâtından
ayırıp saklar. Ayırırken, niyyet etmezse, fakîrlere verdikleri zekât
olmaz. [Nâfile sadaka olur.] İşte böylece, hem zekât verilmiş
olur, hem de, her zemân muhtâclara yapdığı yardım, yerini
bulur. Bir sene içinde, fakîr- lere yapdığı
yardım, zekât için ayrılandan az olursa, artan zekâtı, yine
kendi malından ayrı saklamalı, gelecek sene ayrılacak olan zekât
ile karış- dırıp vermelidir. Her sene, böyle ayırıp,
yavaş yavaş vermek câizdir. Yavrum! İnsanların nefsi bahîldir, cimridir,
tama'kârdır. Allahü teâlânın emr- lerini
yapmamakda inâdcıdır. Onun için, biraz aşırı yazdım. Yoksa, malı da,
cânı da, mülkü de, hep O vermişdir. Onun verdiğine el uzatmağa
kimin hakkı vardır? O hâlde zekâtı ve uşru seve seve vermek lâzımdır.
Her ibâdeti seve seve yapmalıdır. Kul
hakkına dokunmamağa, hakkı olanları ödemeğe,
titizlikle çalışmalıdır. Üzerimizde kimsenin hakkı kalmamasına çok dikkat
etmeliyiz! Hakkı dünyâda ödemek kolaydır. Nezâket ile, yumuşaklıkla hakdan
kurtulmak mümkin olur. Fekat, âhıretde, iş böyle
değildir. Orada, hak altından kurtulmak çok gücdür, çâresi bulunmaz.
[Kâfirlerin haklarını da gözetmek
lâzımdır. Kâfir memleketlerindeki kâfirlerin de mallarına, canlarına ve
nâmûslarına saldırmamalıdır. Kâfirlerin kanûnlarına
da karşı gelmemelidir.] İslâmiyyeti, dînini iyi bilen ve âhıre-
ti düşünen doğru âlimlere sorup öğrenmelidir. Böyle mubârek
insanların sözleri ve kitâbları, te'sîrli olur.
Bunların nefeslerinin bereketi ile, sözlerini yapmak kolay olur. [Para kazanmak
için, rey kazanmak, mevkı' almak için, din
kitâbı yazan, nutk söyliyen, müslimânları aldatmak için yüzlerine
gülen, din hırsızlarının yanından ve kitâblarından kaçmak
lâzımdır.] Doğru âlim, güvenilir kitâb bulunamayan yerlerde, bu gibilerden
ancak, çok lü- zûmlu şeyler sorulabilir. Va'zları, nutkları
dinlenmez.
Ey oğlum! Bizim gibi fakîrlerin, yukarıda
ta'rîf etdiğimiz, alçak dünyâ düşkünleri
ile, ne işimiz vardır ki, onların gidişlerinin iyiliğine, kötülüğüne
karışalım? Allahü teâlânın Peygamberi "sallallahü aleyhi ve sellem"
lâzım olan nasîhatları, açıkça bildirmiş, söylenmedik birşey kalmamışdır. Fe-
kat bu yavru, bu fakîrlere gelip, nasîhat ve yardım istemiş
olduğu için, bu yavrunun nasıl, ne yolda bulunduğu sık sık
kalbe gelmekdedir. Bu bağlılık bu satırların yazılmasına sebeb olmuşdur. Evet,
bu yavrunun böyle sözleri çok işitmiş
olduğunu biliyorum. Fekat, yalnız işitmekle, birşey kazanılmaz. Duyduklarını,
öğrendiklerini yapmak lâzımdır. Bir hasta, ilâcını öğrenebilir. Fekat, ilâcı
kullanmadıkça, iyi olamaz. İlâcı bilmek, onu iyi edemez.
Bütün Peygamberlerin "aleyhimüsselâm" ve âlimlerin "rahime-
hümullah" milyonlarca sözleri ve binlerle kitâbları, hep
işlemek içindir. Bilmek, kıyâmetde fâideli değil, şefâ'atcı değil, azâb
yapılması için huccet ve şâhid olacakdır.
Peygamber "sallallahü aleyhi ve sellem" efendimiz buyurdu ki,
(Kıyâmet günü, azâbın en şiddetlisine, en kötüsüne düşecek olan, il-
•
• (IA • 1 •••• • •
1« • •( • Al» 1 • \
Yavrum, o zemânki tevbenin, bağlılığın bir netîce vermediğini sen de
biliyorsun! Çünki, Allahü teâlâyı seven ve unutmıyanlardan uzak kalman, o
se'âdet tohumunun açılıp büyümesine mâni' oldu. Fekat, o tohumun
çürü- memiş olması, bu yavrunun yetişmeğe
elverişli, nefîs bir cevher olduğunu göstermekdedir.
O tevbenin, o bağlılığın bereketi ile, Allahü teâlânın, bu
yavruyu, ergeç, sevdiği, seçdiği yola kavuşduracağı ümmîd olunur.
Herne behâsına olursa olsun, Allah yolunda
bulunanlara olan sevgiyi elden kaçırmayınız! Bunlara sığınmak, bunlarla
berâber olmak iştiyâkını kalbinize yer- leşdiriniz!
Bu büyüklere olan sevginiz sebebi ile, Allahü teâlânın, kendi sevgisini
içinize yerleşdirmesini ve kalbinizi, bu dünyâ çerçöplerine bağlamak-
dan kurtarıp, büsbütün kendisine çekmesini isteyiniz! Fârisî
beytler terce- mesi:
Hakdan
gayrıyı katl için (LÂ)
kılıncı çek,
(LÂ)
dedikden sonra, birşey kaldımı bir bak.
(ÎLLALLAH)dan başka ne varsa, hepsi
gitdi;
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder