Halveti Yolunda Zikir
Aziz Mehmet Dumlu Hazretleri zikirle ilgili sohbetlerinde şöyle buyurdular :
"Hz. Peygamber
Efendimiz (s.a.v.), her gün 100 istiğfar, 100 salâvât-ı şerif ve 300
kelime-i tevhîd okuduğu hadîs kitaplarında mevcut ve sahihdir. Ancak
bazı rivayete göre 70 kelime-i tevhid okuduğu da ifâde edilmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'de pek çok âyetlerde Cenâb-ı Hak, zikirden söz etmektedir. Bunlardan birkaçını zikretmeye çalışalım:
"Ey inanan ve îmân eden kullarım! Allah'ı çok zikrediniz."(Ahzab Suresi Ayet 41)
Ulemâ-i zahir,
buradaki çok zikirden muradın namaz olduğunu söyler. Doğru olmakla
beraber Süleyman Çelebi Hazretleri ise çok zikretmeyi Mevlid-i Şerifte
şöyle ifâde etmiştir :
Her nefeste Allah adın dimudâm
Allah adıyla olur her iş temam
Allah adıyla olur her iş temam
Her nefes alıp
verdikçe derviş "Allah" der. Hiç unuttukları olmaz mı? Arada unuttuktan
elbette olacaktır. Hatırladığı zaman bir daha başlar.
"Bir yemek sadece kaynamakla pişmez. Eğer suyu kalmamışsa ona su ilâve eder ya da fazla pişiyorsa ateşini azaltırsın."
Ağlamanın da
zikrin de tefekkürün de yeri vardır. Yalnız şu çok önemlidir. Allah
dostunun, Allah yolcusunun ya dilinde Allah adı ya da gönlünde muhabbeti
vardır. Bu ikisinden biri eksik olmaz. Her zaman bu böyledir ve böyle
olmalıdır. Bu gerçeği şu özlü sözle ifâde etmiştir. Türkmen dervişi Koca
Yunus: "Allah adın dillerde sevgisi gönüllerde.",
Buna eski hükemadan "Epiktetos" ün sözünü de ekleyebiliriz:
"Allah'ı anmak, soluk almak gibi devamlı olmalıdır."
Yine mukaddes kitabımız Kur'ân-ı Kerim'de:
"Allah'ı zikredenler felah bulacaklardır." (Cuma Suresi Ayet 10)
"Kalpler, ancak zikrullah ile tatmin ve müteselli olur."
(Rad Suresi Ayet 28)
(Rad Suresi Ayet 28)
Âyet-i kerîmenin
başında "Ela" kelimesi, kesinlik ve katiyyet ifâde eder. Âyet-i kerîmede
geçen zikir lafz-ı şerifi her ne kadar "La ilahe illallah" demek ise de
bu tevhîd kelimesini açtığımızda zikrin muhabbetullah olduğunu anlarız.
Zikir kelimesinin
Türkçe karşılığı "anmak" olduğuna göre sevenin sevdiğini çok anması
doğaldır. Özellikle sevilen Allah olunca her nefes alış verişte sevenin
sevdiğini anmasından daha güzel ne olabilir.
Zikir, önceleri "La ilahe illallah" diye başlar. Sonra "Allah," "Hu," "Hak"diye
devam eder. Dilimizle yaptığımız zikir, sonraları vücûdumuzun bütün
hücrelerini kapsar. Böylece dil, bir kez aşk ile "Allah" deyince
Süleyman Çelebi'nin dediği olur:
Bir kez Allah dese aşk ile lisân
Dökülür cümle günâh misl-i hazân
Dökülür cümle günâh misl-i hazân
Eğer bir kez aşk
ile "Allah" deyişte sonbaharın yapraklarının yere döküldüğü gibi
günâhlardan arınıp durunuyorsak ve bu Allah deyiş, bir kez değil de her
nefes alıp verişteyse ve bu senelerce devam ediyorsa düşünmek gerekir
ki, yüce Allah kendisini çok anan bu sevgili kuluna dünyevî uhrevî,
maddî manevî ne hikmetler verir; ne ibretler gösterir.
Milyarlarca hücrelerin ilâhî bir coşku ile zikrettiğini büyük velî Niyâzî Mısrî Hazretleri, şöyle ifâde eder:
Gönül ol bahre daldı dilim tutuldu kaldı
Girdim anın zikrine azalarını dil oldu
Girdim anın zikrine azalarını dil oldu
Buradaki azaların
neler olduğunu zaman zaman sohbetlerimizde ifâde etmeye çalışacağız. Bu
nev'i zikrullah ile meşgul olan kişinin coşkusunu düşünmek lâzım. Onun
gönlünde bir tek sevgili vardır. Artık mâsivâ bitmiş ve günâhlar ecir ve
sevaba dönüşmüştür. O can kişi o hale gelmiştir ki, zikredenin kendisi
mi yoksa zikrin sahibi mi olduğunda hayretler içinde kalmıştır.
Zikrin hakîkatına gelince ehlullah ittifakla şöyle buyurmuşlardır:
"Zikrin hakikati odur ki: Zikir, zâkir ve mezkûr bir ola."
Kitabımız Kur'ân-ı
Kerim'de zikirle ilgili pek çok âyetler olmakla beraber konunun
anlaşıldığını düşünerek üstte zikredilen birkaç -âyet-i kerimeyle
noktaladık. Ancak ehl-i hakikate göre gerçek olan şudur: Zikir, zâkir ve
mezkûr bir olduğu zaman zikir kemâlini bulmuş olur.
Halvetiyye
tarikatı da etvâr ve ezkâr âdabı itibariyle Cehri tarikatına dahil
edilen bir hakikat yoludur. Halvetiyye tarikatında da diğer tarikatların
özünde olduğu gibi Allah'ı zikretmek, her an ve her yerde Allah
Teâlâ'yı zikrettiğimizin idrâkında ve şuurunda olmak, Allah'ın ve
Resûlü'nün ahlakıyla ahlâklanmak vardır.
Özetlemek
gerekirse: Bu gönül ocağının, bu yüce mesleğin, kelime-i tevhîd, gizli
ve açık esmâ-ı seb'a üzere zikre devam, rüya tabîr ve tevîl, hâdiselerin
kalp ve nefs üzerindeki tesirleri dikkate alarak gönlü mâsivâdan
tahliye kılmak, nefy-i vücûd, evsâf-ı cemile ve ahlâk-ı hamide sahibi
olmak esâslarına dayandığı söylenebilir. Ancak Halvetîlik'in Hz. Yahya-i
Şirvânî'den sonra çeşitli kollara, kollardan şubelere ayrılması ve
ayrılan şubelerdeki mürşitlerin zamanın ve içtimâî şartların gereğince
yaptıkları içtihatlar neticesinde etvâr ve ezkârında aslından sapmalara
taviz vermeyen ufak tefek bazı değişiklikler meydana geldiği görülür.
Ancak bu değişiklikler, ana gaye ile alâkalı olmayıp teferruattadır.
Bu durumda tarîk-i Halvetiyye'de genel olarak zikir şu şekilde talim edilmiştir:
Derviş, emmârede
abdestli olduğu halde diz çökerek kıbleye karşı oturur Rabıta alarak
samimiyetle niyet eder. Sonra yüz istiğfar, yüz salâvât-ı şerife ve bir
Fatiha okur. Başını sağ omzuna çevirip "La ilahe" (nefy) ardından sol
tarafa göğsün altındaki kalp üzerine doğru eğip kuvvetlice vurarak
"İllallah" (isbât) der ve tevhîd zikrine böylece devam eder. Eğer
levvameye terfi' etmişse buna "Lafz-ı Celil" yani "Allah" ismi,
mülhimeye terfi' ettiğinde "Hu" zikri, mutmainneye terfi' ettiğinde
"Hak" ismi, radıyyeye terfi' ettiğinde "Hayy" ismi merdiyyeye terfi'
ettiğinde "Kayyum" ismi, safiyyeye terfi' ettiğinde "Kahhar" ism-i
şerifi telkin edilir. Ancak "Kahhar" ism-i şerifi okunmaz. O ism-i
şerif, ismin sahibi olan Allah Azimüşşân'a bırakılır.
Asırlardır pîrân
tarafından Halvetiyye ezkârı, böyle icra edilegelmiştir. Yukarıda da
ifâde edildiği gibi Halvetiyye'de "Yedi esma" üzerinden seyr-i sülük
ikmâl edilir. Ancak Halveti tarîkinden yetişen pîrân, ana gövde olan
Halvetflik'ten kol açtıklarında esma üzerinde değişiklikler yapma
yetkisine sahip oldukları için yolumuzun büyüklerinden pirimiz Pîr
Şa'bân-ı Velî Hazretleri de kendinden önce tevhîd-i ef âl, tevhîd-i
sıfat ve tevhîd-i zât olarak gelen ve üç esma üzerine devam eden tarik-i
Halvetî-yi, Şa'bâniyye kolunu açınca yediye çıkarmıştır.
Bu durumda
diyebiliriz ki, Halvetiyye tarikatının Şa'bâniyye kolunda esmâullah,
Emmâre, Levvâme, Mulhime, Mutmainne, Radiyye, Merdiyye, Sâfiyye, olmak
üzere yedidir.
Birinci esma olan
emmâre, nefs-i emmâredir. Mürşidin müridine verdiği ders, kelime-i
tevhid (la ilahe illallah ) Derviş, rabıta ve mürşidândan aldığı ilâhî
feyizle coşkun coşkun sağdan sola kalbin üzerine "La ilahe illallah"
der.
Sağdan sola kalbin üzerine zikir yapmak usûldür. Usûle riâyet vuslata vesiledir. Ehlullahın buyurduğu üzere:
"Tutulmadık usûl bulmaz vusul."
Her kim ki usûle
riâyet etmedi, o vuslata eremez yani sonucu elde edemez. Onun için ne
intikâl etmişse o usûlü aynen uygulamak lâzımdır.
Bize intikâl eden
usûlde birinci esma dervişi emmârededir. Kelime-i tevhîd okur. Sağdan
alıp sola kalbin üstüne vurur. Kalbin üstüne vura vura o ölü kalbi
canlandırır. Bu uyuyan insan gibidir. Böyle ola ola mürit ilerleme
kaydeder.
Tabii dersin
başında yüz istiğfar, yüz salâvât-ı şerif, bir Fatiha Sûresi vardır.
Bunu unutmamak lâzım. İstiğfar, geçmişte bilerek ya da bilmeyerek
yaptığı hatalardan müridin gönlünü temizler. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de
Allah Teâlâ:
"Beytinizi temizleyiniz" (Ahzab Suresi Ayet 33) buyurur.
Bu âyet, Hz.
Peygamber Efendimiz'e Kâ' be'yi putlardan temizlediği zaman nüzul
etmiştir. Buradaki beytin zahiri manâsı, Mekke'deki Kâ'be'dir. Ledünnî
ve tasavvufi manâsı gönüldür.
Hz. Peygamber
Efendimiz, Kâ'be'ye girdiği zaman üç yüz atmış tane put vardı. Bunları
sildi süpürdü ve dışarıya attı. O, elle tutulan gözle görülen bu putları
atmakla ilâ yevmil kıyam izinden gelen bütün inanmış mü'minlerin
gönlünü de temizlemiştir.
"Gönül de bazen puthâneye benzer. Gönlünü Hak'tan: gayri olan sevgileri doldurma ki, orasını bir puthâneye benzetmeyesin."
Kişi ister padişah
ister âlim olsun, gönlünü zikrullah ve muhabbetullah ile bezeyip
temizlemezse yani ilâhî marifetten, zikirden ve Allah sevgisinden uzak
kalırsa o gönül puthâne gibi olur. Çünkü Hak'tan gayri olan sevgiler, o
gönlü puthâneye döndürür.
"Gönlü puthâneye dönen kişinin ne huzuru ne neşesi ne de aşkı ve şevki vardır. Çünkü o kişi, süfli işlerin peşindedir."
Dışarıdan
bakarsanız, o kişi boylu poslu, kelli felli, akıllı uslu bir insandır,
ama onun gönlü perişandır ve puthâne gibidir. Nitekim ehl-i hakikatin
mâsivâ dediği de budur. Kuşadalı Azîz (k.s.), bu konuyu şöyle
açıklamıştır:
Mâsivâllahtan mücerred oldu İbrahim bugün
Varını canana verdi gayri can istemez
Varını canana verdi gayri can istemez
Gerçi bilerek ya
da bilmeyerek bütün eşyaya sevgimiz, sonunda Allah'a dayanır. İnsan
bilse de bilmese de her neyi severse farkında olmadan Allah'ı sever.
Sevgi Allah'a aittir. Eşyadan yansır, varlığın tamamını kapsar. Bunu
bilmek ya da bilmemek söz konusudur. Derviş, yüksek idrâke eriştiği
zaman her ne olursa olsun sevilenin Allah olduğunun farkına vanr. İşte o
zaman arif, cümle varlıkta Hakk'ı müşahede eder. Onların gönülleri
mâsivâllahtan arınmıştır. Bu konuda Şemseddîn-i Sivasî Hazretleri şöyle
buyurur:
Temaşa eyledim kevn-i mekânı nûr-ı vahdetle
Görünen cümle eşyadan hemîn Mevlâ imiş bildim
Görünen cümle eşyadan hemîn Mevlâ imiş bildim
Bu güzel söze Niyazi Hazretleri'nin eş değer bir sözünü de koymak lüzumunu hissediyorum:
Ben cemâl-i Hakk'ı cümle eşyada zahir görmüşem
Bu merâyaya anın çün baktığımca hurremim
Bu merâyaya anın çün baktığımca hurremim
Put ise, gerçek
olmayan sevgi demektir. Altın, gümüş, şan şöhret, makam mevkî' v.s. hep
puttur. Ancak avam için put gibi görülen bu saydığımız nimetler,
rütbeler, makamlar, mevkî'ler, servetler ehlulah için put değildir.
Onlar, sevgiyi tevhîd etmiş kâmil insanlardır. Şeyh Esâd Efendi
(k.s.)'nin buyurduğu gibi:
Görünen cümle eşyadan Hûda'dır
Sakın sanma anı senden cüdadır
Sakın sanma anı senden cüdadır
Ehlullah için cümle varlık, Hakk'ı yansıtan bir aynadır. Onun için İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri:
Âyinedir bu âlem her şey Hakk ile kaim
Mir'ât-ı Muhammed'den Allah görünür dâim
Mir'ât-ı Muhammed'den Allah görünür dâim
buyurur.
Halifetullah olan
insana gereken, ârifıbillah olup gönlünü böyle gelip geçici şeylerle
yani mâsivâllahtan temizlemektir. Gönlünü böyle gelip geçici şeylerle
değil; geçmeyen, kaybolmayan ebedî ve ezelî olan sevgiyle doldurmak
lâzımdır.
"Mecnûn'un Leyla'yı sevmesi, önceleri mâsivâ olarak görülmüşse de işin sonunda gerçekten sevilenin Allah olduğu anlaşılmıştır."
Bu konuda tevhidin babası olan Hz. İbrahim (a.s.)'ın Allah'a yalvarışı, duası vardır. .
"Ey
Allah'ım! Ufûl eden,'sönen, bugün var yann yok olan sevgilerden benim
gönlümü kurtar. Gelip geçici sevgilere kaptırma, gönlümü onlarla
doldurma." (Enam Suresi Ayet 77)
Evi seversin
yanıverir. Altını, gümüşü seversin hırsız girip çahverir. Rütbeyi makamı
seversin, benim mevki'm makamım şudur dersin, dilin kemiği yoktur bir
yanlış söz söylersin toplumda değerin düşüverir. Senelerdir senin
etrafında olan insanlar, çekilip kayboluverirler. Bunlar gerçek sevgi
değil; ancak mâsivâdır. Bir kâmilin şöyle bir sözü vardır:
"Mâsivâ tozunu gönül gözünden tevhîd ile sildim elhamdülillah"
Yukarıda
zikrettiğimiz âyet-i kerimenin muhtevası, "gönül evini temizleyiniz"
demektir. Bununla ilgili pek çok güzel sözler vardır. Bir kâmil şöyle
der:
"Padişah inmez saraya hâne ma'mûr olmadan"
Gönülhânesi,
ma'mûr olmadan padişah yani Allah (c.c.) gönle giremez. Gönül sarayına
eğer padişahı da'vet ediyorsak o saray padişaha layık olmalıdır yani
gönlü mâsivâ denilen sevgiden arıtıp durulmalıyız. Gönül nasıl
temizlenir, terfi' ettirilir?
Diyelim ki,
evinizin önünde bir bahçe ve bahçede bir erik ağacı var. Siz bu ağacın
ekşi eriğini, olgun ve tatlı erik yaparak beğenilen, sevilen, lezzetli,
halkın itibâr ettiği bir erik olmasını istiyorsunuz ve bu ekşi erikten
kurtulalım diyorsunuz. Ne yaparsınız? O eriğin üstünde olan tatlı bir
eriğin aşısını vurursunuz.
Aşıyı da herkes
yapamaz. Onun da ehli olması lâzım. Ustaya: "Usta, gel de şu benim ağacı
ne olur aşılıyıver," der, arkasında önünde gezip peşinde koşarsınız.
Sonunda onun gönlünü yaparsınız ve usta gelir. Senin bahçendeki ekşi
erik ağacına bir tatlı eriğin aşısını yapar. O aşı tutar, artık senin
bahçendeki erik ağacı ekşi değil; tatlı meyve vermeye başlar. Bunun gibi
insanın da aşılanması lâzımdır.
Evliya kemâle ermez taşlanmayınca
Ağaç meyve vermez aşılanmayınca
Ağaç meyve vermez aşılanmayınca
Evliyanın sırtlarında sağlam yer kalmaz. Hatta bir kâmil bu konuda şöyle buyurur:
"Bir insanın
evliya olabilmesi için toplumun itibâr ettiği ilim sahibi sıddîk geçinen
hacı hoca kişilerden kırk tanesi, bir velîye zındık diyecek ki o kâmil
sıddîk olacak."
İşte yukarıdaki
beyitte söylenilen sözün içinde bu manâ vardır. Onun için evliya, halkın
kendilerini taşlamalarından kin ve nefret duymaz. O taşı atanlardan
hoşnut olurlar. Onlara karşı bir husûmet hissi beslemezler. Bu kemâlin
bir gereğidir. Hak yolu böyledir. Niyazı Mısrî Hazretleri'nin ifâde
ettiği gibi:
Aşk yolu belâlıdır her kârı cefalıdır
Candan ümidin kes cânâne erem dersen
Candan ümidin kes cânâne erem dersen
Sabır, tahammül ve teslimiyet ister. Yine Niyazı Hazretleri'nin buyurduğu üzre:
Sabretmede Eyyub ol gam çekmede Yakup ol
Yusuf gibi mahbûb ol Kenan'a erem dersen
Yusuf gibi mahbûb ol Kenan'a erem dersen
"Gam çekmede Yakup ol, sabretmede Eyyub ol, sevgide Yusuf gibi mahbub" ol ki, Kenan'a eresin."
Yakup Peygamber,
oğlu Yusuf un gamını çekti. Yusufu kardeşleri kıskandılar ve onu kuyuya
attılar. Bir gömleğini kana bulaştınp getirdiler ve Yakup'a: "Yusufu
kurt parçaladı" dediler. Babası Yakup'un ağlamaktan gözleri kör oldu.
"Eyyûb Peygamber sabır timsâlidir. O, nasıl sabrettiyse O'nun sabrını kendine şiar edinmelisin."
Eyyûb Peygamber'in
vücûdunu kurtlar istilâ etti; parçaladı. O, hiç sesini çıkarmadı. Hep
sabretti. Hatta kitaplar der ki: "Kurdun birisi kalbine doğru yaklaşmış
ve Cenâb-ı Hak buyurmuş: "Ya Eyyûb! Şikâyetin var mı?" Eyyûb Peygamber:
"Yarabbi! Şikâyetim yok, ama kurdun birisi kalbime doğru yaklaştı. Eğer
kalbimi parçalarsa sana nasıl muhabbet ederim. Ondan endişe duyuyorum"
demiş.
Buradaki kurt,
kitabî bir ifâdeyle bir tür tırtıl ya da böcek gibi bir şey olarak
düşünülür. Bunun tasavvufçası Eyyûb Peygamber'in başına gelenler,
insanlardan çektiği eza ve cefâlardır. Parçalayan kurtlar da ümmetidir.
Mürşid-i kâmile
taş kimden gelir? Müritlerin yanlış anlamasından. Onların en çok
sakındığı şey, yanlış anlaşılmaktır. Mürşid-i kâmil der ki: "Taş atan
bizdendir; attıran bizden değildir."
Hz. Nesimî'nin
derisini yüzerlerken ağyar taş atmış; Nesimî'yi tanıyanlardan birisi bir
demet gül atmış. Bunu gören Hz. Nesimî: "Yârin gülü ağyarın taşından
sert geldi," diye buyurmuş.
Taş atmak, arkasından laf lakırdı etmek yani kötü söz söylemektir. Gerçi onlara kötü söz yapışmaz. Hani derler ya:
"Cami duvanna pislik yapışmaz."
Orası daima
berraktır. Atılan sözler, atan kişilere geri gelir. Çok büyük zarar
görürler. Çünkü onlar masumdur; ismet sahibidir. Annenin kucağındaki
çocuk kadar berrak ve temizdir. Hz. Gaybî, bu gerçeği şöyle ifâde eder:
Mü'min kalbi berrak durur mesken eden Hakk durur
Onların
gönüllerini Hak mesken edinmiştir ve gönülleri bulanmayan berrak su gibi
şeffaftır. Onlara taş atmak, atan kişi için dünyada en büyük
talihsizlik ve bedbahtlıktır. Bu konuda yine Hz. Gaybî'nin sözlerine yer
veriyoruz :
Erenlere hor bakma sakın berbad olursun
Gönüllerini yıkma sakın berbad olursun
Gönüllerini yıkma sakın berbad olursun
"Derler ki:
'Arştan düşen ölmez, ama gönülden düsen parçalanır.' Hele gönülden
düştüğün kişi gönül ehliyse!.. Gönül ehlinin gönlünden düşmek, arştan
düşmekten bin kez daha şiddetli ve zordur."
Halvetiyye
Şa'bâniyye'nin eğitim zincirinin yedi esma üzerine kurulduğunu ifâde
etmiştik. Şimdi bu esmadan ve muhtevasından söz etmeye çalışalım:
"Merdivenin birinci basamağı nefs-i emmâredir. Emmâre ne demektir ve emmâredeki mürit kimdir?
Emmâre nefis,
nefsinin arzu ve isteklerine kendini kaptırmış kişidir. Nefsi ne arzu
ederse onu yapar. Gönül yıkmak; başkasının elindeki mala, ırza, namusa
kötü gözle bakıp ele geçirmek; kendisine emniyet edilmiş mukaddes
emâneti yere vurmak; bir devlet malını sû-i istimal etme yani insanlık
dışı hal ve hareketlerin dışında bulunmak emmâre nefsin işleridir. Daha
kısa bir ifâde ile hayvani bir yaşantıdır.
"Bir kişi, bir başkasına zarar veriyor ve yaptığı kötülükten de haz ve mutluluk duyuyorsa o hayvanî yaşantı içindedir."
Emmâre nefisteki
kişi, kötülük yapar ve yaptığı kötülükten haz duyar. Nefsinin kulu olan
bu kişiler için kitabımız Kur'ân-ı Kerim'de Allah:
"Ben
nefsimin kötülüklerinden beri olamam. Çünkü nefis, muhakkak şiddetle
kötülüğü emreder. Ancak Rabbim'in esirgediği nefis müstesnadır. Çünkü
Allah gafurdur ve rahimdir." (Yusuf Suresi Ayet 53)
buyurur. Yine Allah (c.c.), Kur'ân-ı Kerîm'de:
"And olsun ki, cin
ve insanların çoğu cehennemliktir. Onların kalpleri vardır ki fehm
edemezler ve onların gözleri vardır, ama gerçeği göremezler ve onların
kulaktan vardır, gerçeği anlayıp idrâk edemezler. İşte onlar
aşağılıktır. Belki de onlar, hayvandan daha aşağılıktır. Onlar
gaflettedirler." (Araf Suresi Ayet 179) buyurur.
Nefs-i emmârede
bulunan kişinin hali budur. Ondan sonra derviş, istiğfar, kelime-i
tevhîd diye diye rahmet-i ilâhî, şefâat-i peygamberi ve himmet-i pîrânla
nefs-i emmâreden yukan doğru terfi' eder. Burada derviş neden Allah'a
istiğfar ediyor, şeklinde bir soru akla gelebilir.
Derviş, geçmişte
yaptığı hataları, buna günâh da diyebiliriz, hatırlıyor ve aklı başına
geliyor. Dün o günâhları yapıp da zevk alan haz duyan kişi artık bugün
onlardan dolayı nedamet duyuyor.' Bu nedametle "Estağfurullah el azîm"
diyor. Buna gözyaşı da eklenince terfi' ediyor yani yukarıya çıkıyor. Bu
arada derviş, rüyalar görür ve gördüğü rüyaları şeyhine anlatır. Onun
gerçek yorumunu yapan şeyh efendi:"Aferin evlâdım, Allah ibâdetlerini
kabul ediyor inşallah. Şimdi o yaptığın ibâdete bir isim daha
ekliyoruz," der ve "Allah" lafz-ı celîlini verir.
"İnsan, yüksek makamdan gelmiştir."
"Allah da kulundan yanadır. Kulunun elinden tutup yukarıya çıkarmak ister. Çünkü kulun yeri yukarıdadır."
Bu neye benzer?
Yeni yürümeye başlayan çocuklar vardır. Emeklemiştir, yavaş yavaş adım
atmaya başlamıştır. Anne-baba, çocuğa oyuncak gösterir. Çocuk, bir adım
atar. Düşer kalkar bir adım daha atar. Anne, çocuk bir adım daha atsın,
bir adım daha atsın, yürüsün diye oyuncağı vermez. Çünkü çocuk, oyuncağı
almak için adım atacaktır.
İşte Allah da
kullarını çok sevdiği için bize böyle yaklaşımlar getirir ve güzellikler
verir. Biz, bu acıyı tatmaya ve günâh gözyaşlarını dökmeye devam
ederiz. Gözyaşı her esmada farklıdır. İlk gözyaşı acıdır. Çünkü derviş
üzerinden günâhı döker. Sonra o gözyaşı daha değişik lezzetlere girer.
Nefs-i emmârede
bulunan insanın hali ve bir mürşid-i kâmile biat ettikten sonra verilen
esmanın manâsı üzerinde durmaya çalıştık. Bunu, bir de Şeyhü'l ekber
Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri'nin şu güzel ve zengin sözleriyle
açıklayalım:
Evvel tevhîd ile mürşid elinden
Kurtulasın emmârenin elinden
Hemen durma tevhîd getir dilinden
Erişir canına feyz-i Hûda'nın
Kurtulasın emmârenin elinden
Hemen durma tevhîd getir dilinden
Erişir canına feyz-i Hûda'nın
Yedi sınıflı bir dersin ikinci sınıfına terfi' eden derviş, hayvanî yaşantı olan emmâreden levvâmeye çıkar.
Levvâme, levm
kelimesinden alınmıştır. Taşlamak, taş atmak, kendini taşlamak
manâlarına gelir. Hacıların kurban kestikten sonra bayramın birinci,
ikinci, üçüncü günü şeytan taşlamaları budur. O atılan taşlar, kendi
kötülüklerinedir. Hacı, bir bakıma içindeki şeytanı taşlıyordur. Oradaki
taşlar, birer semboldür.
"Onlar nefislerine mağlûp olmadılar. Sen de mağlûp olmamak istiyorsan kendi içindeki şeytânı taşla."
Koca şeytan, orta
şeytan ve küçük şeytan diye üç tane taş vardır: Koca şeytan Hz. İbrahim
(a.s.)'in nefsidir; orta şeytan Hz. Hacer validemizin nefsidir; küçük
şeytan da Hz. İsmail (a.s.)'in nefsidir. Çünkü onlar, nefislerine mağlûp
olmadılar. Hacı da nefsine mağlûp olmamak için 'daha önce yapmış olduğu
hataları, günâhları yani kendindeki şeytanı levm ediyor. Bir başka
ifâde ile dün yapıp da hoşlandığı günahlardan bugün çok yüksek seviyede
pişmanlık duyuyor: "Ben bunları yapmamalıydım, bunlar bana yakışmazdı,"
diyerek Allah'a yalvarış ve yakarış içinde niyaz ediyor: "Yarabbi, ben
nefsime uydum. Sen, merhamet etmezsen ben bu çıkmazın içinden
kurtulamam" diye gözyaşı döküyor.
Allah: "Kulum,
geçmişte yaptığı hatalardan nadim oldu, gözyaşı döküp benden afv ve
yardım diliyor. Dün beni bilmiyor ve tanımıyordu. Bilmediği ve
tanımadığı için de hatalar yaptı; günâhlar işledi. Ötekini berikini
vurdu; kırdı; döktü; yanlış yoldan gitti. Ama bugün intiba' geldi ve
mütenebbî oldu. Kendini, nefsini suçlamaya başladı," diye kulunun
geçmişte yaptığı seyyiâtin, insanlık dışı hal ve hareketlerinin tamamını
sevap olarak kaydediyor. Buradan da anlaşılıyor ki, Allah'ın kullarına
olan merhameti ve sevgisi sonsuzdur. Kur'ân-ı Kerîm'de ikinci esma ile
ilgili olarak Allah Teâlâ:
"Ancak
tevbe eden ve îmân edip de sâiih amel işleyen kimse müstesnadır. Çünkü
bunların kötülüklerini Allah iyiliğe çevirir. Allah, çok bağışlayıcıdır;
çok merhametlidir." (Furkan Suresi Ayet 70) diye buyurur.
Derviş, "illâ men
tabe" Allah dedikçe inancı tabi' oldu ve tevbe etti. "ve âmene ve amile
amelen sâlihâ" O, iyi ve güzel işler işlemeye devam etti. "fe ülâike"
Bunun sonunda o kulun, o yolcunun "yubeddilullâhü seyyiâtihim hasenat ve
kânallahu gafurân rahimâ" geçmişte yaptıkları bütün kabahat ve
günâhları, Allah yüce merhametiyle iyiliğe ve sevaba tebdîl etti. Ne
kadar çirkinlikler varsa aldı ve onların sayısınca güzellik koydu.
Allah'ın
merhametinin yüceliğini ve sevgisinin büyüklüğünü anlatmak mümkün değil.
Onun kullarına olan sevgisini Hz. Mevlânâ, şöyle dile getirmiş:
"Allah, kullarını o
kadar sever ki... Allah kullarını o kadar çok sever ki ve Allah sevdiği
kullarına o kadar çok merhametlidir ki... Eğer kullar, Allah'ın
kendilerini bu denlü sevdiklerinden haberdâr olsalar yaşlı başlı
insanlar, çocuk gibi hoplayarak zıplayarak yürürler. Ama heyhat ki,
kullar Allah'ın kendilerini bu kadar sevdiklerinden haberleri yoktur."
Özetleyecek
olursak: Derviş ikinci esmada yani levvâmede, istiğfar, salâvât-ı şerife
ve tevhide Allah ismini de ilâve eder. Çarşıda, pazarda, evde kısacası
her yerde
isterse "La ilahe illalah" isterse "Allah" der. Yine rüyalar görür. Kötülüklerden hatta kötülük düşünmekten bile sakınır. Artık çokluktan aza yani vahdete doğru gelir.
isterse "La ilahe illalah" isterse "Allah" der. Yine rüyalar görür. Kötülüklerden hatta kötülük düşünmekten bile sakınır. Artık çokluktan aza yani vahdete doğru gelir.
"Bak, hep ırmaklar denize doğru gidiyor."
La ilahe
illallah'da bir çok harf vardır. Allah'da beş harf vardır. Onun için
derviş de kesretten vahdete doğru gitmektedir. Çünkü muvahhid, birlikten
başka güç ve varlık olmadığına inanır; kabul eder. Gerçek Allah
bilgisiyle donandıkça kemâlata yükselir. Mürşid-i kâmilden duyduğu
ledünnî bilgiler gönlüne yerleşir.
Derviş, bu esmada
âfâkta ve enfiiste Allah'ın zatî ve subûtî sıfatlarını sezmeye başlar.
"Benim bir şeyim yok. Et, kemik ve bir kürek topraktan ibaret olan şu
vücûdum, senin aracın ve gerecindir," diyerek kendisinin yokluğunu
Hakk'ın varlığını yakîn derecesinde zevk eder. Allah Teâlâ, Kur'ân-ı
Kerîm'de bu gerçeği şu âyet-i kerîmeyle ifâde buyurur:
"Ey habibim de ki Allah birdir ve cümle zerrât o birliğin şahididir." (İhlas Suresi Ayet 1)
Niyâzî Mısrî Hazretleri, bu makamda:
Cümle zerreden gelir zikr-i ene'l Hak nâresi
sözüyle zerrât-ı cihanın "bir" diye, "Hak " diye bağırdığını ve hepsinin tesbihi olduğunu söyler.
Yine ikinci esmayı da İslâm dünyasının en büyük kutuplarından olan Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri'nin sözüyle noktalayalım:
İkincide vardır lafzatullahı
Hasenata tebdil eder günâhı
Sen anda görürsün sıfatullahı
Erişir canına feyz-i Hûda'nın
Hasenata tebdil eder günâhı
Sen anda görürsün sıfatullahı
Erişir canına feyz-i Hûda'nın
Turuk-i 'aliyyede
bir mürşid-i kâmile intisap etmeden ikinci esmaya terfi' etmek çok
yüksek ahlâk sahibi âlimlerin işidir. Bu da çok nâdirdir. O halde Pîr
Sultan Abdal'ın buyurduğu gibi:
Bu yol körün değil; gözlünündür
Bu gül hârın değil; bülbülündür
Başın daralırca çağır pirini
Eğer gelmez ise pîrin değildir
Bu gül hârın değil; bülbülündür
Başın daralırca çağır pirini
Eğer gelmez ise pîrin değildir
Derviş, buradan
üçüncü esma olan mülhimeye terfi' eder. Nefs-i mülhimede nefis, yavaş
yavaş tasfiye, teskiye ruh da tecliye olur. İnsanî meziyetlerle dolmaya
ve donanmaya başlar. İnsanî meziyetler nedir, diye bir soru akla
gelebilir. Cevabımızı, Hz. Peygamber Efendimiz'in bir hadîsiyle
açıklamaya çalışalım:
"Allah'ın ve Resûlü'nün ahlakıyla ahlâklanınız"
İnsanî meziyetler,
Allah'ın ve Resûlü'nün huyuyla huylanmak; ahlakıyla ahlâklanmaktır.
Kinin, ihtirasın, hasedin, münafıklığın ve diğer hayvani huyların yerini
güzel huyların almasıdır. Başka bir ifâde ile derviş, ahlâk-ı zemime
dediğimiz bu huylardan kurtulur. Bunu yapan tevhidin nurudur. Zira
üçüncü esmadaki derviş, istiğfar, salâvât-ı şerîf, kelime-i tevhîd,
lafz-ı celâlle birlikte "Hu" ismini de zikreder.
"La ilahe
illallah" da harf çoktu. Allah ismine gelince beşe düştü. Hu esmasında
tek bir harfe indi. Hu nedir? Zamirdir. Makable râcîdir. Türkçesi, "O,
bu, şu" demektir. O Allah... Buna biraz daha açıklık getirelim:
La ilahe illallah
kelimesinin sonunda he harfi kalıyor. Bu La ilahe illallahu demektir ve
buradaki Hu, hüve yazılır: Hu okunur. O demektir. O Allah... Kendisinden
başka olmayan Allah...
Muhammedü'n
Resûlullah. Onun için Hz. Muhammed (s.a.v.), Allah'ın zâtına ayna
olmuştur. Geçmiş veliyyullahtan Halvetiyye pirlerinden Ahmed Amiş Efendi
(k.s.)'ye ulemâdan birisi sormuş:
-Efendim, siz hep
vahdetten (birlikten) bahsediyorsunuz, ama kelime-i tevhîdde isneyniyyet
(ikilik) yok mu, siz nasıl vahdetçisiniz? dediği zaman o mübarek insan:
-O şudur: "La ilahe illallah hüve Muhammedü'n Resûlallah" tır.
Biri zâtı biri sıfatıdır, buyuruyor.
Biri zâtı biri sıfatıdır, buyuruyor.
Ancak şu gerçeği
de bilmek lâzım ki, Hz. Muhammmed (s.a.v.) Allah'ın kuludur. Burada
kulun tanımı, meydana çıkar. Ledünnî manâda kulluk, yokluk demektir.
"Aynadaki suret, yanında giden gölge nasıl ikinci bir varlık olsun!.."
Bu sebepledir ki,
Hz. Muhammed (s.a.v.), âyîne-i mücellâ olmuştur. Kütahyalı Ali Nutkî
Dede'nin yetiştirdiği Şeyh Galib, bu gerçeği ne güzel ifâde etmiş:
Sen Ahmed-i Mahmud u Muhammed Mustafa'sın Efendim
Hakk'tan bize mir'ât-ı mücellâsın Efendim
Hakk'tan bize mir'ât-ı mücellâsın Efendim
Burada şunun da
bilinmesinde yarar görüyorum. Hz. Peygamber (s.a.v.)'e "Efendimiz"
sözcüğünü ilk kullanan ilk büyük insan Şeyh Galib'tir.
"Hu esması bir ateştir; bir aşktır; bir deryadır."
Bu açıklamamızdan
sonra "Hu" esmasının bir özelliğini daha değinelim. "Hu" esmasını
okurken çok dikkatli olmak lâzımdır. Eğer usulünce okunursa insanın
içini yakıverir. Çünkü o, bir ateştir. O halde nasıl okumalıyız? Ağız
açık olmalı, dilin ucu üst dişlerin dibine yapışıp göbekten "Hu" diye
okunmalıdır.
Bununla ilgili başımdan geçen bir hâdiseyi sizlere bir ışık, bir tavsiye olması için anlatmayı uygun buluyorum:
Dervişlik
yıllarımda "Hu" esmasına çok önem verirdim. Bir gün yanık kokuları
duymaya başladım. Başka bir yere gidiyorum, orada da o yanık kokusu var.
Bu yangın benimle mi devam ediyor? Oradan kalkıyorum; yüz metre ileriye
gidiyorum orada da o yanık var, dedim. Sonra Kütahya'nın yetiştirdiği
büyük insan Nuri Elifoğlu'na gittim :
Efendim, bir mâruzâtım var, dedim. Tebessüm ederek:
-Nedir, Hafiz Efendi?
-Malûmunuz. Her nereye gidersem bir yanık kokusu duyuyorum ve o da benimle beraber geliyor, dedim.
O tatlı gülüşüyle güldü:
-Oğlum, o senin içinden geliyor. İçin yanıyor, dedi.
Bu makamda Niyazi Mısri Hazretleri'nin şu güzel sözünü söylemek lâzım:
Aşkın kime yâr olur dâim işi zar olur
Akar gözünün yaşı yanar içi nâr olur
Akar gözünün yaşı yanar içi nâr olur
Allah sevgisinin
bir zerresi, her kimin gönlüne düştüyse o bütün vücûdu istilâ ve işgal
eder. Zira aşk kelimesi, bize Selçuklular zamanında Farsça'dan
gelmiştir. Fars kökenli olan bu kelime, Farsça'da "Işk" olup "Sarmaşık
bitkisi" demektir.
"Sarmaşık
bitkisini diktiğin zaman o binayı nasıl çok kısa zamanda kuşatıp
kapsarsa aşkın bir zerresi de insan denilen âbide-i ilâhîyenin gönlfine
düşünce bütün vücûdu yakar tutuşturur."
Aşkın bir zerresi,
bir anda hücreleri tutuşturuverir. Onun için Selçuklular, ışk olarak
aldıkları kelimenin telefruzunu daha da güçlendirmişler ve aşk demişler.
Aşkın Arapça'sı muhabbettir. Kur'ân-ı Kerîm'de:
"Allah onlan sevdi; onlar da Allah'ı sevdi."(Maide Suresi Ayet 54)
"İmân edenlerin Allah'a sevgileri, muhabbetleri çok şiddetlidir." (Bakara Suresi Ayet 165)
buyrulur.
Burada "Eşeddü"
kelimesi kullanılmış. Herkes îmân ettik, dediğine göre herkesin Allah'a
muhabbeti yüksek mi? Hayır. Burada îmânın üç derecesi olduğunu anlamak
ve idrâk etmek lâzım:
1. Avamın îmânı: Bu îmân dilin ucundadır.
2. Havassın îmânı: Daha yukarı seviyede inançtır.
3. Ehassın îmânı: Peygamberler'in özellikle başta Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ve peşi sıra gelen evliyâullahın îmânıdır ki buna kâmil îmân denir.
2. Havassın îmânı: Daha yukarı seviyede inançtır.
3. Ehassın îmânı: Peygamberler'in özellikle başta Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ve peşi sıra gelen evliyâullahın îmânıdır ki buna kâmil îmân denir.
"Ahvâl ve şerait ne olursa olsun ehlullahın îmânı ve muhabbeti çok şiddetlidir."
Ehassın yani
peygamberlerin ehlullahın îmânı, kanının her katresine canının her
zerresine bütün hücrelerine işlemiş bir inançtır. Bu inanca sahip olan
kişi, tefrik ve temyiz kabiliyetine sahiptir. Bu îmân hakkı bâtıldan,
iyiyi kötüden, acıyı tatlıdan, küfrü îmândan ayıran bir îmândır.
İşte bu âyet-i kerimede: "İnananların Allah'a muhabbetleri çok şiddetlidir"derken
Cenâb-ı Hak, yüksek derecedeki îmânı yani ehlullahın îmânını kasteder.
Yoksa kişi, dilinin ucundaki îmânla îmân etmiş olmaz. Onun kanıtı var.
Zira Allah, "Sizi, îmân ettim demenize bırakmam. Sizi sınarım ve ne
derece îmân ettiğinizi anlamak isterim," diye buyurur.
"İmânınız,
sonbaharda yaprağını dökmeyen çam, şimşir, zeytin gibi kışın soğuğuna,
yazın sıcağına tahammül eden ağaçlar misâli olsun."
Allah nasıl sınar
ve inancımızın varlığını yokluğunu nasıl anlar? Başımıza gelen celâli
olaylar karşısındaki teslimiyetimizle anlaşılır. Kahır da lütuf da
Hak'tan gelir. Olayın ilk anında: "Yarabbi sendendir," deyip tahammül
etmemiz lâzım. İşte "habl-i metin îmân" budur. Bu makamda Yunus'un sözü
kayda değerdir:
Ey padişah-ı lemyezel ey kadir u hayy u ezel
Ey lütfü çok kahrı güzel lütfun da hoş kahrın da hoş
Hoştur bana senden gelen ya gül çiçek yahut diken
Ya libâstır yahut kefen Iütfun da hoş kahrın da hoş
Ey lütfü çok kahrı güzel lütfun da hoş kahrın da hoş
Hoştur bana senden gelen ya gül çiçek yahut diken
Ya libâstır yahut kefen Iütfun da hoş kahrın da hoş
Kahır ve lütfü hoş
görebilen insanın îmânı îmân-ı kâmildir. Velhasıl îmân ve İslâm ancak
teslimiyet demektir. Yine bu makamda Niyâzî Mısrî Hazretleri:
Kahr u lütfu şey-i vahid bilmeyen çekti azâb
Ol azâbtan kurtulup sultân olan anlar bizi
Ol azâbtan kurtulup sultân olan anlar bizi
buyurur.
Bunun ikisinin de
bir ve Allah'tan olduğunu bilmeyen azap çeker. İkisinin bir olduğunu
anlayıp o azaptan kurtulan sultanlar ariflerdir. Onlar, Hakk'ı
bilenlerdir.
Üçüncü esmanın hikmetini teferruatlı bir şekilde işledikten sonra bunun özünü kısaca şu şekilde ifâde etmeye çalışalım:
Usûlüne riâyet
ederek kalbin üstüne okunan "Hu" ismi, dervişe çok büyük aşk ve muhabbet
temîn eder; yanıklık verir. Böylece derviş kesretten vahdete iner ve
gönlü yanar. Çünkü "Hu" mazhar-ı külldür. O heptir. Allah nedir? Allahu
Allah, Allah külldür. "Allahu halûku külli şeyin" dir. Hu esmasına devam
etmekle bunun zevki nereye varır? Bunu da yine Muhyiddîn-i Arabî
Hazretleri'nin dörtlüğüyle ifâde edelim:
Üçüncü Hüvallah dersin okur
Garip bülbül gibi durmayıp şakır
Kendi vücûdunda bula gör Hakk'ı
Erişir canına feyz-i Hûda'nın
Garip bülbül gibi durmayıp şakır
Kendi vücûdunda bula gör Hakk'ı
Erişir canına feyz-i Hûda'nın
Hu esması, uzun
yıllar sürer. Yolumuzun büyüklerinden Uşaklı Hacı Ali Rıza Efendi Azîz
(k.s.)'in otuz senede bu esmayı geçtiği söylenir. Ben, on sekiz senede
geçtim. Onun otuz benim on sekiz ya da bir başkasının daha az zamanda
geçmesi bir fevkalâdelik değildir. Bu, zaman ve tecelliyât işidir. Zira
her vücûtta ilâhî bir tecellî vardır. Bu, Hakk'ın şuûnudur yani şuûnât-ı
ilâhîdir.
Bu gerçeği, Niyâzî Mısrî Hazretleri şu güzel sözleriyle ifâde etmiştir:
Gir sema'a zikr ile gel yane yane Hu deyu
Er sefâ-yı aşk-ı Hakk'a yane yane Hu deyu
Er sefâ-yı aşk-ı Hakk'a yane yane Hu deyu
Hep erenler Hu ile kaldırdılar can perdesin
Açtılar gözlerin andan yane yane Hu deyu
Açtılar gözlerin andan yane yane Hu deyu
Gördüler Hu kaplamış hep on sekiz bin âlemi
Feyz alırlar cümle Hu'dan yane yane Hu deyu
Feyz alırlar cümle Hu'dan yane yane Hu deyu
Zât-ı Hakk'ı buldular buluştular bu Hu ile
Dost göründü her taraftan yane yane Hu deyu
Dost göründü her taraftan yane yane Hu deyu
Ey Niyâzî gönlüne âşıkların hikmet dolar
Kuntu kenzin haznesinden yane yane Hu deyu
Kuntu kenzin haznesinden yane yane Hu deyu
Dördüncü makam
mutmainnedir.. Derviş, bu makamda "Hak" esmasını okur. "Hak" esması,
"Mutu" sırrıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), hadîs-i şeriflerinde:
''Ölmezden evvel ölünüz."
buyurur.
Bu esmanın sırları
bunu içerir. Ölmezden evvel ölmek ne demektir? İnsanlar, doğuştan
kanında, gelişinde hayvanı huylan taşırlar. Bu hayvani huylar, bize
yediğimiz besinler vasıtasıyla geçer. Dananın etini ya da koyunun etini
yeriz. Dananın etini yiyene dananın huyu, koyunun etini yiyene koyunun
huyu, devenin etini yiyene devenin huyu geçer. Rahm-ı maderden
başlayarak anne sütüyle beraber bu huylar insana geçer. Bu, dünya
atmosferinin gereği olarak insanda vardır. Batılı bir yazar Carilla bu
konuyu şöyle ifâde etmiştir:
"Her insan, istiridyeden file varıncaya kadar bir hayvanın huyunu taşır."
Mutu sırrı, bu
hayvani huylardan tamamen arınıp durulmak, insanî ya da ilâhî huylarla
yani Allah'ın ve Resûlü'nün huyuyla huylanmaktır. Bu makamda derviş,
"Hak" ismini okudukça Hak esmasının manâsı dervişin zevki ve hazzı olur.
Vücûdunun bütün hücreleri, diliyle beraber Hak demeye başlar.
İnsanın "La ilahe
illallah, Allah, Hû, Hak" diyen sadece ağzındaki dili olmaz. O, önce
dille başlar, fakat ilerledikçe hücreler uyanır. Zira insanda
trilyonlarca hücre vardır ve bunların hepsi uyku halindedir. Bunu, şuna
benzetebiliriz: On beş milyon nüfuslu İstanbul'u düşünün. Gece kibrit
kutusu gibi üst üste dizilmiş olan sekiz on katlı apartmanlardaki
milyonlarca insan uykudadır. Uykudaki insan canlıdır. Çünkü nefes alıp
verir, fakat uyku halindedir. Bu saydığımız on beş milyonluk İstanbul
şehri gibi hücreler de uykudadır. Hz. Peygamber Efendimiz,hadîs-i
şeriflerinde şöyle buyurur:
"İnsanlar uykudadır; öldükleri zaman uyanırlar."
İşte Hak esması,
bu uyuyan hücreleri uyarır. Uyanan hücreler de Allah'ı zikretmeye
başlar. O zaman "Hak" esmasında dervişin sadece ağzındaki dili değil;
bütün hücreleri zikirdedir. Kan, yağ, kemik, sinir, damar v.s. hepsiyle
beraber trilyonlarca hücre zikirdedir. Buna tasavvufta "Zikr-i daimî"
derler. Artık o uyurken de, ayakta iken de zikirdedir. Kur'ân-ı Kerîm'de
bununla ilgili olarak şu âyet-i kerîmede:
"Sağ
duyulu o kimseler ki, ayakta iken, otururken ve yanlan üzerine
yatarlarken de Allah'ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında
Allah'ın varlığını isbât için iyice düşünürler ve söyle derler: 'Ey
Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın. Sen bâtıl şey yaratmaktan
münezzehsin. Artık bizi cehennem ateşinden koru." (Alimran Suresi Ayet 191) buyrulur.
O, bu zikrullahı yirmi dört saat yapar.
Gönül, manâ
bahrinin, tevhîd okyanusunun zevkinin ve şevkinin içine girince azalar
dil oldu. Önce ağızdaki dille Allah derken sonra dil tutuluverdi. Bir de
baktık ve gördük ki, bütün azalar dil olmuş ve hepsi "Allah, illallah, Hu" diyor.
Buradaki dilin
tutulması büyük bir hayranlık ve mestlik, yüksek bir coşku ve tefekkürün
içine girmek manâsındadır. O, sonunda vücûdunu oluşturan hücrelerin
hepsinin Allah dediğini işitiyor.
Hak esması ile ilgili bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
"Ey itminan bulmuş nefis!" (Fecr Suresi ayet 27)
İtminan, tatmin
olmuş yani Allah'ın her zerre üzerinde gerek âfâkta gerek enfuste
varlığını ve birliğini zevk etmiş, idrâk gözüyle görmüş demektir. Neyle
görmüş? İdrâk gözüyle.
"Herkesin gözü vardır, ama bir göz vardır ki, bu idrâk edebilme gözüdür."
Dervişin bu
makamda gördüğü eşya, dışarıdaki insanın gördüğü eşyanın aynısıdır.
Ancak arada görüş farkı vardır. O da dağı, taşı, suyu, yeri, göğü görür.
Arif de bu makamda dağı, taşı, suyu, yeri, göğü görür, ama yerin ve
göğün ne olduğunu idrâk eder.
"Bir bakış vardır sadece bakmış olmak içindir, ama bir bakış daha vardır ki o görmek içindir."
Kur'ân-ı Kerîm'de
bu bakış sahiplerine ulü'l ebsâr yani yüksek görüş sahipleri denir. Yine
bu makamda dervişe Allah'ın bütün eşya üzerinde varlığı ve birliği
olduğu ayan olur. Şekk. şüphe ve tereddüd biter. Neden? Çünkü müşahede
vaki' oldu ve o her zerreden onu gördü.
"Bir insan, bir şeyi görmeden o konu hakkında sükûn ve huzura kavuşamaz. Kavuşamadığı gibi şekk ve tereddütünü izâle edemez."
Onun için görme "Hak" esmasında olur. Buradaki görme deyimi, yüksek idrâk ve sezgi demektir. Kur'ân-ı Kerîm'de:
"..... halbuki O (c.c.) idrâk gözüyle görür."
(Enam Suresi Ayet 103)
(Enam Suresi Ayet 103)
Ayetiyle ifâde
edilmiştir. Bir başka deyimle buna "Basiret gözü" de diyebiliriz. Artık
derviş, Allah'ın bütün esrarını kendinde bulur.
Bu makamda
Hallâc-ı Mansûr, "Ene'l Hak" yani "Ben Hakk'ım" dedi. O, bu sözü
söylediği için asırlar evvel onun başını kestiler. Şer'îat, o makamda
onu yapmakta haklıdır ve bunu icâp ettirir. Nitekim Hallâc-ı Mansûr,
farka geldiği zaman: "Bu söz şer'îate mugayyirdir. O halde ne
duruyorsunuz ve başımı almıyorsunuz," diye kendisi teklifte bulundu. Bu
konuda Hz. Mevlânâ şöyle buyurur:
Mansûr "Ene'l Hakk" dedi
Mansûr değil "Hakk" dedi
Mansûr değil "Hakk" dedi
O sözü yani "Hak"
sözünü söyleyen Hak kendisi oldu. Bu gerçeği de şu misâlle
açıklayabiliriz. Bir metal parçası ateşin içinde uzun bir süre durunca
aynı ateş olur. O metali, içinde bulunduğu ateşten ayrı göremezsiniz.
Ancak o metal, ateşten alınıp kenara bırakılınca soğur ve tekrar metal
olur.
Mansûr'un "Ene'l Hak" demesi ise metalin ateş olduğu makamdır. Soğuduğu, Mansûr farka avdet ettiği zaman, şer'iat devreye girmiştir.
Metal, kırmızı kor
olduğunda kendisinde metallik kalmamıştır. Mansûr "Ene'l Hak" dediği
zaman ilâhî cezbe ve makam itibariyle doğru söylemiştir. Bu söz,
Mansûr'un bulunduğu durumun gereği ve gerçeğidir.
Mevlânâ Hazretleri, yine buyurur ki: "Ene'l Hak"
demek mahviyettir; tevâzu'dur" Peki Hallâc-ı Mansûr, "Ene'l Hak"
demeseydi de batıl mı deseydi. Batıl olan ne var? "Her şey olupdurur
Hakk, yolu yanılma ahmak" diye bir kâmil sözü vardır. Evet... Her şey
Hak'tır. Bu varlık, görünen görünmeyen her şey Hakk'ın tezahürüdür.
Ancak Hak, kendi kendini gizlemiştir.
Mü'minleri âlâda bakîleri tubâda
Her sırları eşyada pinhân eden Allah'ım
Her sırları eşyada pinhân eden Allah'ım
Mansûr, bu
gizliliğin farkına vardığı zaman "Ene'l Hak" demiştir. Yalnız Mansûr mu
demiştir? Hayır... Bütün veliyyullah, bu makama uğrar ve bu makamdan
geçer. Hepsinin alenen "Ene'l Hak" demesi gerekmez. Bu, Allah'la kendi
arasında bir manâ hazzı ve zevkidir. Zaten dili dese de demese de onun
bütün hücreleri bunu söyler. Bu gerçeği Niyâzî Mısrî Hazretleri şöyle
ifâde etmiştir:
Cümle azadan gelir zikr-i ene'l Hak nâresi
Katremin içinde ummânımdır Allah Hû diyen
Katremin içinde ummânımdır Allah Hû diyen
Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri nutk-ı şeriflerinde bunu söylüyor:
Dördüncü makama nail olasın
Ene'l Hakk sırrını canda bulasın
Sen ölmezden evvel anda ölesin
Erişir canına feyz-i Hûda'nın
Ene'l Hakk sırrını canda bulasın
Sen ölmezden evvel anda ölesin
Erişir canına feyz-i Hûda'nın
Dördüncü makama
eriştin ve "Ene'l Hak" sırrını yani Allah'ın bütün azamet ve kudretini,
esrar hazinesini canda bulursun. Çünkü insan, "Sırru'l esrar" yani
sırların sırrıdır. Başka bir deyişle sırların pinhân olduğu varlıktır.
Onun için eşref-i mahlûkattır ve zirvededir.
Özetleyecek
olursak: Derviş, Hak esmasında "Mutu" sımyla ölmüştür. Artık dervişin
elinden tutan, gözünden gören, dilinden konuşan, bütün uzuvlanndan
tasarruf eden Hak olur. Kendisi yok Hak vardır. Bu makamda derviş,
Hakk'ı izhâr eder ve Hak'la bütünleşir. Buna tasavvuf deyimiyle
"Fenâfîllah" yani Allah'ta fânî olmak denir.
"Bir bardak suyu, denize dökersen bardaktaki su kaybolur amma o su, deniz olur."
Teşbihte hata
olmaz. Hakk'ın kendisini bir derya, dervişi de bu deryadan bir katreye
teşbih edersek, o bir bardak suyu denize dökmekle o su, deniz olduğu
gibi derviş de Hak esmasında Hak'la bütünleşir ve kendisine ait bir
varlığı kalmaz. Kendisini ayne'l yakînle bilmiştir. Nitekim Allah üç
türlü bilinir:
1. İlme'l yakîn: İşitmekle bilmek
2. Ayne'l yakîn: Görmekle bilmek
3. Hakk'al yakîn: Olmakla bilmek
2. Ayne'l yakîn: Görmekle bilmek
3. Hakk'al yakîn: Olmakla bilmek
Hak esmasında
derviş, ayne'l yakînle bilmiştir yani görgü tanığıdır. Gördüğü ile gören
aynıdır. Gören de görünen de Hak'tır. Artık onun ayrı bir vücûdu
kalmamıştır.
"Çeşitli cam
kaplara suyu doldurduğun zaman onu soğuk bir yere koyarsan kapların
içindeki su donar ve buz olur. Buzun ise kendisine ait bir vücudu
yoktur. Buzun aslı sudur."
Su, her kaba girme
ve her girdiği kabın hem rengini hem şeklini alma istidâdındadır. Çünkü
su asıldır. Buz olsa da olmasa da su vardır Buz, suyun soğuk bir
tabakada donmuş halidir.
Derviş, Hak
esmasında buzun donunun çözüldüğü ve aslı olan suya kavuşması gibidir.
Artık onun kendi vücûdu kalmamıştır. Su, suya karışmıştır. Onun dilinden
söyleyen, kulağından işiten, gözünden gören, bütün azalarından tasarruf
eden Allah'tır. Bu gerçeği bir hadîs-i kudsîde Allah Teâlâ şöyle
buyurur:
"Kulum bana farz
ve nafile ibâdetlerle yaklasa yaklasa, işin sonunda kulumun elinden
tutan, gözünden gören, dilinden konuşan ben olurum ve ben o kulumun
gönlünden diline hikmet pınarları akıtırım."
Bir kâmil insan
gördün ve onun sohbetindesin. O, saatlerce konuşuyor. Bitmiyor,
üşenmiyor, usanmıyor, şarıl şanl, gürül gürül akıyor. Selsebil.
Doyumsuz. Dinleyenler mest oluyor. Herkes feyz alıyor. İşte bu kulun
gönlünden diline hikmet pınarları akmaktadır. Hikmet pınan
muhabbetullahtır. Hak konuştuğu için doyumsuzdur.
"Neyden üfleyen neyzen olduğu gibi Hak esmasına erişen dervişin dilinden konuşan da Hak'tır."
Dışarıdan bakan o
kişiyi görür. Yoksa peygamberlerle, velîlerin şu insanlardan fizikî
farkları yoktur. Onlar da etten ve kemiktendir. Onlar da yerler,
içerler. Onlar da evlenir barklanırlar. Onlar da ticâret yaparlar,
sanatla uğraşırlar. Hz. Peygamber Efendimiz, Mekke şehrinde nübüvvetini
ilân ettiği zaman Mekke müşrikleri hatta çok yakın akrabaları:
-Biz yiyip
içiyoruz o da yiyip içiyor. Biz evleniyoruz o da evleniyor. Biz ticâret
yapıyoruz o da yapıyor. Bu nasıl peygamber? dediler.
"Onlar, insanı
tanımadıkları ve peygamberliği fizikî yapıda aradıkları için bu sözü
söylediler. Peki, peygamber insandan olmaz da deveden, filden mi olur?
Yaratıklar içinde insandan büyük var mı?"
Peygamberlik ve velilik gönül işidir. O gönüldedir. Çünkü Allah yere göğe sığmaz. Bir hadîs-i kudsîde Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
"Yer ve gök beni istiâb edemedi. İnanmış kulumun gönlüne tecelli kıldım."
Burada Allah'ın
gönlüne tecellî kıldığı müminin kim olduğunu anlatmak gerekir. O mümin
insân-ı kâmildir. Çünkü onun îmânı yüksek derecededir. Bu da şu
demektir. Allah, îmân-ı kâmil olan kişinin gönlüne tecellî kılar.
Tecellînin de ne olduğunu anlamak lâzım. Tecellî doğuştur. Gönüldeki
tulû'âttır. Buna Bektaşîler, "Doğan Baba" derler. Allah tecellî kılıyor
ve konuşuyor. Hatta şunun altını çizerek söylemek gerekir tecelliden
murat muhabbetullahtır.
Kur'ân-ı Kerîm
tecelliyât değil midir? Yukarıda matbaa vardı, gökyüzünde basıldı,
yukarıdan aşağıya Cebrail (a. s.) alıp Hz. Muhammed (s.a.v)'e mi
götürdü? Hayır.. Allah Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in gönlüne tecellî
kıldı. Başka bir ifâde ile bu tecellî, Hz. Peygamber' de vahiy olarak
zuhur etti.
Burada Cebrail
(a.s.)'in aracılığı var. Bu durumda Cebrail (a.s.)'in de tanımını yapmak
lâzım. Bu neye benzer? Akla benzer. Öyle mi? Her şey akılla
halledilmiyor mu? Bir de tecellîyâta mazhar olmuş akıl düşünün!... O
akıl ki peygamberlerin ve velîlerin aklıdır. Buna ehlullah "Akl-ı meâd"
ya da "Akl-ı selim" demiş. Bu akıl, oluşumu, evveliyatı ve sonu düşünen
akıldır. Kur'ân'da bu akıl sahipleri için "Kalb-i selim" diye bahsi
geçer.
"Ancak Allah'a halis ve pak bir kalp ile varan müstesna." (Şuara Suresi Ayet 89)
Onun için
peygamberliği ve velîliği fizikî yapıda arayanlar yanıldılar Çünkü
onlar, peygamberliği ve velîliği yanlış yerde aradılar. Zira insan
kelimesi ile âdem
kelimesi birbirinden farklıdır. İnsan, şu fizikî yapının adıdır. Bir misâl vermek gerekirse: Balonu şişirir, ağzını bağlar, bırakırsın. Balon yukarı doğru çıkar. Hava onun içinde saklanmıştır. Balonun içindeki havayı âdem dersek, balonun kendisi yani oksijeni muhafaza eden balon da insandır.
kelimesi birbirinden farklıdır. İnsan, şu fizikî yapının adıdır. Bir misâl vermek gerekirse: Balonu şişirir, ağzını bağlar, bırakırsın. Balon yukarı doğru çıkar. Hava onun içinde saklanmıştır. Balonun içindeki havayı âdem dersek, balonun kendisi yani oksijeni muhafaza eden balon da insandır.
İnsan, Allah'ın
esrarını taşıyor. O, Allah'ın zâtının mazhandır Yalnız zâtının değil; ef
âlinin, esmasının, asarının ve bütün sıfatlarının mazhandır. Hepsi
insanda tecemmu' etmiştir. Çünkü bu sıfatların hepsi, Allah'ın bizatihi
kendisine aittir. Bunların hepsinin toplandığı yer de insandır; şu
fizikî yapıdır. Peygemberlik ve velîlik bu fizikî yapıda değil; bu
yapının içindeki gönüldedir. Gönül, manâ için vardır. Manâ yoksa o
gönle, gönül denmez.
"Kalp dediğin nedir ki, kanı pompalayan kan devrini vücûtta oluşturan bir uzuv. Bir et parçası. O kalp, tavşanda da var."
Ehl-i dil, ehl-i manâ, ehl-i gönül sözleri de bunun için söylenmiştir. Dîvânlarda da hep gönülden söz edilmiştir:
Ey gönlümün şehrinde cevlân eden Allah'ım
Dil köşkünün tahtında seyrân eden Allah'ım
Dil köşkünün tahtında seyrân eden Allah'ım
Niyâzî Dîvânı'nda, gönül için şöyle bir ifâde kullanılmıştır:
Ey gönül gel Hakk'a giden râhı bul
Ehl-i derd olup derûnî âhı bul
Canın ilindeki şems ü mâhı bul
Ehl-i derd olup derûnî âhı bul
Canın ilindeki şems ü mâhı bul
Âdem isen semme vechullahı bul
Kande baksan ol güzel Allah'ı bul
Kande baksan ol güzel Allah'ı bul
Beşinci makam
"Radıyye" dir. Derviş, bu makamda gönülden, bütün hücreleri titreyerek
"Hayy" ismini okur. Hatta onu okumak, tırnaktan saça kadar insanı
titretir. Bu, durgun suya taş atmak gibidir. Onu hareketlendirir. Artık
ona hayât-ı cavidân yani ölümsüzlük gelmiştir. Her ne kadar zamanın
birisinde fizikî yapı olarak beşeriyet ölürse de o, ruhen ölümsüzdür.
Bir kâmilin sözünde bu gerçek ne güzel ifâde edilir:
Hayât-ı cavidânı şeyh-i kâmilden suâl ettim
Ölümden evvel ölmektir deyince intikâl ettim
Ölümden evvel ölmektir deyince intikâl ettim
Mutu sırrı,
dördüncü esmada başladı ve derviş, hayât-ı ebedîye yani ölümsüzlük
sahibi oldu. Çünkü onun ölen tarafı sadece eti ve kemiğidir. O bile
asırlarca toprakta çürümez. Toprak, onu misafir eder.
"Nasıl ki,
padişahların elbiseleri, kılıçlan senelerce müzelerde saklanıyorsa
ehlullahın vücûdunu da toprak saklar. Çünkü onun vücûdu, nur olmuştur ve
o vücût İsm-i Azam'dır."
Ehlullahın vücûdu
pastırma gibi sener, ama dağılıp parçalanmaz ve çürümez. Niye bu böyle
olur denirse cevabımız söyle olur: Onlar, Allah'ın "Hayy" ismiyle hayatiyet kazanmıştır. O nur olan vücûd-ı şerif, asırlar sonra toprağa karışır ve aslına rücû eder.
Bu makamda,
dervişe farz ile sünnet cem olur. Farz Allah'ın emri, sünnet Hz.
Peygamber'in emridir. Ancak derviş, bu makamda ikisini bir görür.
Sünneti de farz ağırlığını verir yani sünneti de farz edasıyla ifâ eder.
Çünkü ona göre ikisi de aynı şey olmuştur. Biri zâtı, biri sıfatıdır.
İkisi tevhîd olmuştur. Bu konuyu, ancak bu kadar açıklık getiriyorum.
Daha fazlasını arif olanlar idrâk ederler.
Yine bu makamda
derviş, Allah'ın hikmetlerini görür. Ne kadar? Nice binini. İşte bütün
mesele de bu hikmetleri anlayıp idrâk etmektir. Zira Allah'ın her işinde
hikmet vardır. Bu, bize ters gelebilir düz gelebilir. Kabul ederiz ya
da red ederiz, ama beşinci makama erişen dervişin nazarında abes hiçbir
şey yoktur ve her şey ilahî takdirin tezahürüdür. O, hiçbir şeye
müdâhale etmez ve dil uzatmaz. Bunu beğendim, onu beğenmedim demez.
Çünkü bu makamda dervişin kendine ait bir vücûdu kalmamıştır.
"Şuûnât-ı ilahîye,
Allah'ın kabza-i kudretindedir. Allah, murat etmeden ne bir yaprak
kımıldar ne kimse bir harf konuşur ne de kimse kimseye bir şey
yapabilir."
Bu makamda derviş,
bunların hepsinin murâd-ı ilahîye olduğunun idrâkına arif ve agâh
olduğu için artık dilini uzatmaz. Hâdiselerin içini açıp hikmetlerini
görmeye başlar. Bir hikmetin içinde binlerce hatta yüz binlerce hikmet
olduğunun bilincine erişir ve zevk eder. Nitekim Muhyiddîn-i Arabî
Hazretleri yedi esma ile ilgili nutk-ı şerifinde:
Sen anda görürsün nice bin hikmet
diyerek bu gerçeği ifâde eder. Bu durumda beşinci esma dervişinin yapacağı tek şey kalmıştır. Temaşa...
Bu makamdaki
derviş, seyrân sahibidir ve gönül penceresinden seyre dalmıştır. Her
hikmeti gördükçe, sezdikçe, zevk ettikçe içindeki meserret, mutluluk,
aşk, sevk, tecellîyât bâd-ı sabâ (sabah yeli) gibi güzel esintiden
kokular verir.
Beşinci makamın manâsını bir de Muhyiddîn-i Arabî Haztretleri'nin sözleriyle özetleyelim:
Beşinci makam makâm-ı hayât
Anda cem olur farz ile sünnet
Sen anda görürsün nice bin hikmet
Erişir canına feyz-i Huda'nın
Anda cem olur farz ile sünnet
Sen anda görürsün nice bin hikmet
Erişir canına feyz-i Huda'nın
Altıncı esmada derviş, "Kayyum" ismini okur. "Ya Kayyum. Ya Kayyum..."
O, bu makamda velîlerin sırrına vakıf olur. Çünkü kendisi de velîdir. Dördüncü makam bitince o dervişe vilâyet geldiğinden -daha evvelden de o, velîydi. Ancak onda da tekâmül olduğundan ve bu zevkin ve hazzın sınırı olmadığından o derviş- zevk içinde zevk, şevk içinde şevk yaşar.
O, bu makamda velîlerin sırrına vakıf olur. Çünkü kendisi de velîdir. Dördüncü makam bitince o dervişe vilâyet geldiğinden -daha evvelden de o, velîydi. Ancak onda da tekâmül olduğundan ve bu zevkin ve hazzın sınırı olmadığından o derviş- zevk içinde zevk, şevk içinde şevk yaşar.
İlahî sırları
anlatma konusunda kâmiller, genel olarak ketum davranmışlardır.
Kütahyalı Gaybî Sun'ullah Efendi, bu konuyu şöyle ifâde buyurmuştur:
Râz-ı tevhidi bunlar çün açmadılar âleme
Esrâr-ı Hakk cümle halktan daima mestur olur
Esrâr-ı Hakk cümle halktan daima mestur olur
Yine bu konuda
ehl-i kemâlin güzel bir ifâdesi vardır: "Emâneti ehil olana vermek
ehline sadakattir. Emâneti ehil olmayana vermek ise emânete ihanettir."
Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri'nin altıncı esma ile ilgili olarak söylediği dörtlük şudur:
Gel gör imdi altıncının halini
Erersin sen evliyanın sırrını
Dalarsın sen âb u hayât gölüne
Erişir canına feyz-i Huda'nın
Erersin sen evliyanın sırrını
Dalarsın sen âb u hayât gölüne
Erişir canına feyz-i Huda'nın
Onun için
velîlerin sırrını anlatmaya benim ne zamanım ne gücüm yeter. Bu çok zor
bir iştir. O, esrâr-ı ilahîyedir. Bu konuyla ilgili olarak şöyle bir
kâmil sözü vardır:
"Esrâr-ı Hakk dile gelse tutar cihanı velvele"
Esrâr-ı Hak, bütün
çıplaklığıyla ifâde denilen sözün içine sığsa bütün cihanı velvele
tutar. Bu makamda Hz. Peygamber Efendimiz'in bir hadîs-i şerifi vardır:
"Allah'ın bütün esrarını ben size anlatırsam siz beni inkâr edersiniz."
Onun için onların
sırlarım Allah takdîs etmiştir ve varisü'l enbiyâ olan velîleri için:
"Onlar, benim dostlarım; gelinlerim," buyurmuştur.
Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri, yedinci esmayı şu güzel sözleriyle açıklamıştır:
Yedinci Kahhar'dır vahidü'l Kahhar
Kaldırır perdeyi kalmadı ağyar
Zâtına tecellî eylemiş ol yâr
Erişir canına feyz-i Huda'nın
Kaldırır perdeyi kalmadı ağyar
Zâtına tecellî eylemiş ol yâr
Erişir canına feyz-i Huda'nın
Yedinci esmada
"Kahhar" ism-i şerifi, dervişe telkin edilir. Ancak geçmiş
sohbetlerimizde de ifâde ettiğimiz gibi "Kahhar" ism-i şerifi, Allah'ın
zâtına aittir. Esma olarak dervişe verilir, fakat okunmaz.
Kul ile Allah
arasında var olan yetmiş bin hicap raf olur. Tevhidin nuru hicapları
yakar. Bu gerçeği, Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri, şu güzel sözleriyle
ifâde etmiştir:
Bayramım imdi bayramım imdi
Yâr ile bayram kılarlar şimdi
Hamd ü senalar hamd ü senalar
Yâr ile bayram kıldı bu gönlüm
Yâr ile bayram kılarlar şimdi
Hamd ü senalar hamd ü senalar
Yâr ile bayram kıldı bu gönlüm
Bayram sevinç ve
vuslat demektir. Derviş, gerçek manâda sevince, sürura, hazza ve manevî
zevke kavuşmuştur. Hicâblardan kurtulmuştur.
Bu yaklaşımlar,
sözle bu kadar ifâde edilebilir. Zira söz (harf-i savt), esrâr-ı ilahiyi
anlatmada aciz kalmıştır. Hz. Mevlânâ, Mesnevi, Fîhi Mâ Fih, Dîvân-ı
Kebîr ve ciltler dolusu daha birçok eser yazarak "Ademiyyet esrarını"
anlatmaya çalışmıştır. Sonunda bitmediğini ve bir o kadar, yine bir o
kadar eserler de yazsa bitmeyeceğini yüksek idrâk ve sezgi ile anlayınca
ağzına fermuarı çekmiş ve bundan sonrası "Semâ ve raks" demiştir.
Bu konuda yüzlerce kâmiller tarafından yazılanlar ve söylenilenler, söylenemiyen ve yazılamıyanların yanında küçük kalmıştır.
"Tevfık Allah'tandır."
Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri, son dörtlüğünde:
Gel gör imdi Muhyiddîn-i Arabi
Arttı günden güne âh ile zarı
Sen ayan görürsen ol ulu Allah'ı
Erişir canına feyz-i Hûda'nın
Arttı günden güne âh ile zarı
Sen ayan görürsen ol ulu Allah'ı
Erişir canına feyz-i Hûda'nın
diye buyurur.
Bu nutk-ı şerifinde açıklamaları önceki sayfalarda alabildiğince ifâde edilmiştir. Doğrusunu Allah bilir.
Muhyiddîn-i Arabî
Hazretleri'nin daha evvel her esmada zikredilen ve yedi esmayı en güzel
ve en bariz şekliyle ifâde eden nutk-ı şerifini toplu bir şekilde tekrar
verelim:
Evvel tevhîd ile mürşid elinden
Kurtulasın emmârenin elinden
Hemen durma tevhîd getir dilinden
Erişir canına feyz-i Hûda'nın
Kurtulasın emmârenin elinden
Hemen durma tevhîd getir dilinden
Erişir canına feyz-i Hûda'nın
İkinci de vardır lafzatullahı
Hasenata tebdil eder günâhı
Sen anda görürsün sıfattullahı
Erişir canına feyz-i Hûda'nın
Hasenata tebdil eder günâhı
Sen anda görürsün sıfattullahı
Erişir canına feyz-i Hûda'nın
Üçüncü Hüvallah dersin okur
Garip bülbül gibi durmayıp şakır
Kendi vücûdunda bula gör Hakkı
Erişir canına feyz-i Hûda'nın
Garip bülbül gibi durmayıp şakır
Kendi vücûdunda bula gör Hakkı
Erişir canına feyz-i Hûda'nın
Dördüncü makama nail olasın
Ene'I Hakk sırrını canda bulasın
Sen ölmezden evvel anda ölesin
Erişir canına feyz-i Hûda'nın
Ene'I Hakk sırrını canda bulasın
Sen ölmezden evvel anda ölesin
Erişir canına feyz-i Hûda'nın
Beşinci makam makâm-ı hayât
Anda cem' olur farz ile sünnet
Sen anda görürsün nice bin hikmet
Erişir canına feyz-i Hûda'nın
Anda cem' olur farz ile sünnet
Sen anda görürsün nice bin hikmet
Erişir canına feyz-i Hûda'nın
Gel gör imdi altıncının halini
Erersin sen evliyanın sırrını
Dalarsın sen âb u hayât gölüne
Erişir canına feyz-i Hûda'nın
Erersin sen evliyanın sırrını
Dalarsın sen âb u hayât gölüne
Erişir canına feyz-i Hûda'nın
Yedinci Kahhar'dır vahidü'l Kahhar
Kaldırır perdeyi kalmadı ağyar
Zâtına tecellî eylemiş ol yâr
Erişir canına feyz-i Hûda'nın
Kaldırır perdeyi kalmadı ağyar
Zâtına tecellî eylemiş ol yâr
Erişir canına feyz-i Hûda'nın
Gel gör imdi Muhyiddîn-i Arabî
Arttı günden güne âh ile zarı
Sen ayan görürsün ol ulu Allah'ı
Erişir canına feyz-i Hûda'nın
Arttı günden güne âh ile zarı
Sen ayan görürsün ol ulu Allah'ı
Erişir canına feyz-i Hûda'nın
Halvetiyye
Tarikatı'nda müride istidadı nisbetinde mürşid-i kâmil tarafından telkin
edilen esmanın yediye çıkarılışı, Hz. Pîr'in kendi neşesinden olmuştur.
Bu yediye çıkarılışta, birçok hikmetler bulunduğunu şu hususları
hatırladığımızda daha iyi kavrayabiliriz.
Fatiha Sûresi,
Besmele'yle beraber yedi âyet olduğu ve yedi rakamı uhrevî âlemde birçok
güzelliklere işaret ve ifâde ettiği için yediye çıkarılmıştır. Başka
bir hikmeti de insanın başında ki iki kulak, iki göz, iki burun, bir
ağız yedi deliği ifâde eder. Yine renklerin aslının da yedi olduğu
söylenir. Yediler diye bilinen ebdâl sınıfının âlemde varlığı
şüphesizdir. Bunlara "Ebdâl-i ilahî" de denir. Göğün ve yerin yedi kat
olması. Hz. Mevlânâ'nın da kamışa yedi delik açmasının bu hikmetlerle
ilgili olduğu söylenebilir.
Mevlânâ
Hazretleri, o yedi delikli neyle kendini anlatmak istemiştir. Zira ney
sesi, enstrümanlar içinde insan sesine en yakın olanıdır. Sadece bir
kamışken içi boşaltılmış; üzerine yedi delik açılmıştır. Bununla Hz.
Mevlânâ, ehlullahı anlatmak istemiş ve şunları söylemiştir:
"Dervişin ney gibi
içi boşalmıştır. Safiyyeye erişmiş; nefis engelini aşmış ve Allah'ın
razı olduğu kul olmuştur. Onun için ney'den üfleyen neyzen olduğu gibi
Allah da ney misâli boşalan insân-ı kâmilden konuşan olmuştur."
"Ney, neyzenin esrarını terennüm eder. İnsân-ı kâmil de Allah'ın esrarını terennüm eder ki, o sır insanın kendisindedir."
Konuyu yine Hz. Mevlânâ'nın sözüyle noktalayalım:
"Her kim dilerse konuşmak Allah ile sohbet eylesin ehlullah ile."
Burada edindiğimiz
bilgilerin ışığında zikir konusunda şu bilgileri kısaca sizlere
sunabiliriz: Halvetiyye Tarîkatı'nda yapılan zikre "darb-ı esma" ya da
"darb-ı zikir" denir. Toplu zikirlerde şeyh efendinin idaresinde ayakta
ve kısmen oturarak devrân yapılır. Bir başka deyimle buna "Halvetiyye
Semaı" denir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder