30.
OTUZUNCU MEKTUP
Bu mektûb da, şeyh Nizâm-ı Tehânîserîye yazılmışdır. Âfâkda ve
enfüs- de
olan şühûdları ve abdiyyet makâmını bildirmekdedir:
Allahü teâlâ sizi Muhammed aleyhisselâma tâm
uymakla şereflendirsin ve Muhammed
Mustafânın "aleyhi ve alâ âlihi minessalevâti efdalühâ ve
minettehıyyâti ekmelühâ" sünnetlerinin süsü ile
zînetlendirsin!
Ne yazacağımı bilemiyorum. Mevlâmız, sâhibimiz "teâlâ ve
tekaddes" hazretlerinden söz edersem, yalan söylemiş
ve iftirâ etmiş olurum. O, o kadar büyükdür ki, bu saçma sapan konuşan aşağı
kimsenin söz konusu olmak- dan çok yüksekdir.
Maddeden yapılmış olan, his organlarının esîri bulunan bir
kimse, maddesiz olandan ve his organları ile anlaşılamıyandan ne söyleyebilir?
Yok iken sonradan yaratılmış olan bir kimse, hiç yok olmayandan ne
anlayabilir? Maddeli, zemânlı ve mekânlı olan, maddesiz, zemân-
sız ve mekânsız olana nasıl yol bulabilir? Zevallı mahlûk, kendi
âleminden dışarıya nasıl çıkabilir? Dışarıdan haber
alamaz. Fârisî beyt tercemesi:
Çok iyi veyâ çok fenâ olsa da bir zerre, Ömrünce
dolaşsa, gezer kendi âleminde!
- 49-
|
Bu hâl, seyr-i enfüsîde de hâsıl olmakdadır. (Seyr-i
enfüsî), bu yolun nihâyetinde ele geçer. Yüksek hocamız
Behâeddîn-i Nakşibend "kaddesalla- hü
sirrehül akdes" hazretleri buyurdu ki, (Ehlüllah, ya'nî Allah adamları,
Fenâ ve Bekâ makâmına kavuşdukdan sonra, her gördüklerini kendilerinde
görürler. Her tanıdıklarını kendilerinde tanırlar. Bunların hayretleri,
anlayamamaları kendilerinde olur). Zâriyât sûresinin yirmibirinci âyetinde
meâlen, (Kendinizdedir, görmüyor musunuz?)
buyuruldu. Seyr-i en- füsîden önce olan
seyrlerin ya'nî ilerlemelerin hepsi, (Seyr-i
âfâkî) idi. Seyr-i âfâkîde ele
geçen şeyler hiçdir. Ya'nî, aranılana göre hiç sayılır. Yok-
Mektûbât Tercemesi: - F:4
sa, şühûd-i
enfüsîye kavuşmak için, önce seyr-i âfâkî lâzımdır. Aldanmama-
lı! Şühûd-i enfüsîyi, şühûd-i tecellî-i sûrî ile
karışdırmamalıdır. Hâşâ ikisi bir şey değildir.
Tecellî-i sûrîler nasıl olursa olsun, sâlikin nefsinde ya'nî kendinde müşâhede
olunurlar, ya'nî görünürler ise de, hepsi seyr-i âfâkîde hâsıl
olmakdadır. Ve (İlm-ül-yakîn)
mertebesinde hâsıl olurlar. Şühûd-i en- füsî
ise, (Hakk-ul-yakîn) mertebesindedir. Bu mertebe
ise, yüksek mertebelerin sonuncusudur. Başka kelime bulunamadığı için şühûd
diyoruz. Çünki, aranılan, istenilen şey, hiçbir şeye
benzemediği gibi, Ona uygun olan, Ona bağlı olan
herşey de anlaşılamaz ve anlatılamaz. Anlaşılabilen şeyler, anlaşılamıyan
şeylere benzemez. Fârisî iki beyt tercemesi:
Anlaşılmaz,
ölçülemez bağlılıkdır, Nâsın Rabbi, kuluna
böyle bağlıdır! İnsan bu bağlılığı
anlamaz aslâ, Herşeyi bilir, cânını bilen Mevlâ!
Şühûd-i enfüsîyi bu şühûd-i sûrî ile karışdırmak,
insanın her iki makâm- da Bekâ hâsıl
etmesinden ileri gelmekdedir. Çünki, tecellî-i sûrî, sâliki fâ-
nî yapmaz. Birçok bağlılıklarını yok eder ise de, fenâya kadar
götüremez. Bundan dolayı, bu tecellîde, sâlikin
varlığından birşeyler bulunmakdadır. Seyr-i
enfüsî, tâm Fenâdan ve son Bekâdan sonra olduğundan ve sâlikin anlayışı az
olduğundan, bu iki Bekâyı birbirinden ayıramaz. İkisini birleşmiş
sanır. Eğer bu ikinci bekâya
(Bekâ-billah) denildiğini ve bu varlığa, Alla-
hü teâlânın verdiği vücûd denildiğini bilseydi, ikisini
karışdırmakdan kurtulurdu.
Süâl: (Bekâ-billah)
demek, kendini Hak teâlâ olarak bulmak değil midir?
Cevâb: Hayır,
öyle değildir. Tesavvuf büyüklerinin birkaçının sözlerinden böyle olduğu
anlaşılmakda ise de, bu bekâ, birçoklarına, cezbe makâ- mında,
kendilerini yok bildikden sonra hâsıl olmakdadır. Kendilerini böyle yok
bilmeleri, Fenâ makâmına kavuşmağa benzemekdedir. Nakşibendiy-
ye büyükleri "kaddesallahü teâlâ esrârehüm" bu Bekâya
(Vücûd-i adem) adını vermişlerdir. Bu, fenâdan öncedir. Bu hâl
yok olabilir. Yok olduğu görülmüşdür de.
Zemân olur ki, bu hâli ondan alırlar. Sonra geri verirler.
Tam Fenâdan sonra hâsıl olan Bekâ ise, hiç yok olmaz. Hiç
sarsılmaz. Bunların Fenâsı, devâmlıdır. Bekâda iken
fânîdirler. Fenâda iken de bâkî- dirler. Çabuk
geçen, tükenen fenâ ve bekâ, kalbin hâlleri ve değişiklikleri sırasında gelip
geçici şeylerdir. Bizim anlatmak istediğimiz ise, böyle değildir. Hâce
Behâeddîn-i Nakşibend "kaddesallahü teâlâ sirreh" buyurdu
ki, (Vücûd-i adem denilen hâl, insanın tabî'î hâline döner. Fekat
vücûd-i fenâ, insanlık vücûdüne dönmez). Bunun için
Fenâ sâhiblerinin hâlleri elbette hiç
değişmez. Vaktleri süreklidir. Belki, bunların vaktleri ve hâlleri yokdur.
Bunlar, vaktleri ile değil, vaktlerin sâhibi iledir. Bunların işi hâlleri
veren iledir. Geçip gitmek, bitmek, vaktde ve hâlde olur. Hâlden ve
vaktden kurtulanlar için bitmek, yok olmak tehlükeleri kalmaz. Bu
Alla- hü teâlânın öyle bir ni'metidir ki,
dilediğine verir. Allahü teâlâ, büyük ih- sân
sâhibidir.
Vaktin devâmlı
olması demek, bu vaktdeki hâlin bilinmesi ve başka şeyleri gibi eserlerinin,
alâmetlerinin devâmlı olması demek değildir. Belki, vaktin
olduğu gibi devâm etmesi ve hâlin kendisinin devâmlı olması demek-
dir. Bir şeyi yanlış zan etmek, onun doğru olmasına ziyân
getirmez. Hattâ çok zanlar vardır ki, günâh olur.
Söz uzadı. Biz yine
kendimize gelelim! Mukaddes meydânda "celle şâ- nüh"
söz binicisini koşturamıyacağımız için, kendi kulluğumuzu, aşağılığımızı ve
gücümüzün yetersiz olduğunu anlatalım. İnsan, kulluk vazîfeleri-
ni yapmak için yaratıldı. Bir kimseye başlangıçda ve ortalarda
aşk ve muhabbet verilirse, onun Allahü teâlâdan başka şeylere olan
bağlılıklarını kesmesi için verirler. Aşk ve muhabbet de aranılacak,
özenilecek şey değildir. Kulluk makâmına
kavuşmak için birer aracıdırlar. Bir kimsenin Allahü te- âlâya
kul olması için, Ondan başka şeylere kul olmakdan ve bağlanmakdan
tam kurtulması lâzımdır. Aşk ve muhabbet, bu bağlılıkları
kesmekden başka bir işe yaramaz. Bunun için, vilâyet
ya'nî evliyâlık mertebelerinin sonu, en yükseği (Abdiyyet
makâmı)dır. Vilâyet derecelerinde, abdiyyet
makâmının üstünde hiçbir derece yokdur. Bu makâmda, kul ile
sâhibi arasında, kulun sâhibine muhtâc olmasından
ve sâhibin kendisinin ve sıfatlarının hiçbir şeye hiç muhtâc olmamasından
başka hiçbir bağlılık yokdur. Burasını iyi
açıklayalım ki, kendisi ile Onun kendisi arasında ve sıfatları ile
Onun sıfatları arasında ve kendi işleri ile Onun işleri arasında,
hiçbir bakımdan hiçbir benzerlik bulmayacakdır. Onun zılli, görüntüsü olduğunu
söy- lemekde, bir benzerlik, bir bağlılık olur.
Bundan da kaçınmak lâzımdır. Onu yaratıcı, kendisini
yaratılmış bilmelidir. Bundan başka hiçbir şeye ağız açmamalıdır.
Tesavvuf yolunda ilerliyenlerin çoğu "rahmetullahi teâlâ
aleyhim ecma'în" (Tevhîd-i
fi'li) ile karşılaşmakdadır. Her şeyi yapan Al-
lahü teâlâdır derler. Bu büyükler, bu işleri yaratanın bir
olduğunu bilir. Bu işleri yapan birdir
demek istemezler. Böyle söylemek, zındıklık olur. Bunu bir misâl ile
açıklıyalım:
Kukla oynatan bir kimse, perde arkasında
oturur. Tahtadan, kartondan insan şeklinde
yapılmış cansız şeyleri iple oynatır. Seyrciler, perdede oynayan karton, tahta
parçalarının birçok şeyler yapdığını görür. Aklı olan kimseler
bu hareketleri, perde arkasında oturan adamın yapdığını anlar.
Fekat bu işler, perdedeki tahta parçalarından meydâna
gelmekdedir. Bunun için, bu şekller hareket ediyor denir. Perde arkasındaki
adam hareket ediyor denmez. Bu sözleri, işin doğrusunu
göstermekdedir. Peygamberlerin "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât"
yolları da böyle olduğunu bildirmek- dedir.
İşleri yapan bir yapıcıdır demek, sekr hâlinde söylenen sözlerdendir. Sözün
doğrusu şöyledir ki, işleri yapan çokdur. İşleri yaratan birdir. Tev-
hîd-i vücûd bilgileri de böyledir. Sekr vaktinde ve hâl kapladığı
zemân söylemişlerdir. Keşf yolu ile edinilen bilgilerin doğru olması,
islâmiyyetde açıkça anlaşılan bilgilere uygun olmaları ile ölçülür. Kıl kadar
ayrılık sekrden ileri gelir. Din bilgilerinin doğrusu, Ehl-i
sünnet vel-cemâ'at âlimlerinin "rahmetullahi
teâlâ aleyhim ecma'în" anladıkları bilgilerdir. Bunlara uymamak yâ
zındıklık ve ilhâddır, ya'nî doğru yoldan ayrılmakdır, yâhud sekr
hâlinde söylenmişdir. Sekrden tam kurtulmak,
(Abdiyyet makâmı)nda olur.
Başka makâmların hepsinde az çok sekr bulunur. Fârisî mısrâ' terce-
mesi:
Hâce Behâeddîn-i
Nakşibend "kaddesallahü teâlâ sirrehül akdes" hazretlerinden
(Sülûk niçin yapılıyor?) diye sorulduğunda, (Kısa, toplu olan
bilgilerin genişlemesi, açıklanması ve akl ile, düşünce ile bulunan bilgilerin,
keşf ile, kalb ile anlaşılması için) buyurdu. İslâmiyyetin bildirdiği bilgilerden
başka şeyler öğrenmek için demedi. Tesavvuf yolunda ilerlerken, islâmiyyetde
bulunmayan şeylerle karşılaşılmakda ise de, yolun sonuna
varınca bu bilgilerin hepsi yok olur. Yalnız islâmiyyetin bildirdiği şeyler,
açık ve geniş olarak bilinir. Aklın dar çerçevesinden kurtularak,
keşfin sonsuz meydânına açılmak hâsıl olur. Ya'nî Peygamberimiz
"aley- hissalâtü vesselâm" bu bilgileri
melekden aldığı gibi, bu büyükler de, bu bilgilerin
hepsini, kalblerine gelen ilhâm yolu ile kaynakdan alırlar.
Âlimler, bu bilgileri islâmiyyetden alırlar. Kısaca, topluca
bildirirler. Bu bilgiler, Peygamberlere
"aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" keşf yolu ile geniş,
uzun bildirildiği gibi, Evliyâya da böylece bildirilmekdedir. Ancak
Peygamberler "aleyhimüssalâtü vesselâm" asldırlar, önce
gidenlerdir. Evliyâ ise bunların arkalarında, izlerinde
gelenlerdir. Evliyânın yükseklerinden pek azını "rahmetullahi aleyhim
ecma'în" ancak yüzlerle sene sonra,
birbirinden pek uzak zemânlarda seçerek, bu yüksek makâma ka-
vuşdururlar.
Akl ile, düşünce ile anlaşılan bir
bilgiyi keşf yolu ile açıklamak istiyordum. Fekat kâğıdda yer kalmadı. Böyle
olmasında Allahü teâlânın hikmeti olsa gerek. Vesselâm.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder