31.
OTUZBİRİNCİ MEKTUP
Bu mektûb, şeyh Sofîye gönderilmişdir.
Tevhîd-i vücûdînin hakîkati ve
Allahü teâlâya yakın olmak ve berâber olmak ne demek olduğu
bildirilmek- dedir:
Allahü teâlâ
hepimizi, Peygamberlerin seyyidinin "aleyhimüsselâm"
yolundan ayırmasın! Yanınızdan gelen bir zât dedi ki, şeyh Nizâm-i
Tehâ- nîserînin talebesinden biri, sizin
yanınızda, bu fakîr için vahdet-i vücûde inanmıyor
demiş. Bu zât, bunu bildirdikden sonra, bu sözün doğru olup olmadığını sordu
ve talebenizin okuyup aydınlanması ve kötü düşüncelere saplanmamaları
için, vahdet-i vücûd üzerindeki bilgimi yazmamı istedi. Müs-
limâna karşı kötü zanda bulunmak, günâh olduğundan, talebenizi
günâh- dan korumak düşüncesi ile, birkaç kelime
yazıp, başınızı ağrıtıyorum:
Muhterem yavrum! Bu fakîr, çocukluğumdan
beri, vahdet-i vücûde inanmakdaydım. Babam
"kaddesallahü teâlâ sirreh" de, buna inandığını,
her zemân bildirirdi. Mubârek kalbi, vahdet-i vücûddan ve
herşeyden uzak olan, hiçbir sûretle varılmayan varlığa
doğru olduğu hâlde, bu i'tikâd- dan hiç
ayrılmamışdı. Âlimin oğlu da, yarım âlim demekdir sözü gereğince, bu fakîrin
bu bilgiden büyük payı olmuşdu. Çok lezzetler almışdım. Fe-
kat, Allahü teâlâ, sonsuz ihsânı ile, büyük rehber, hakîkatlerin,
ma'rifet- lerin kaynağı, islâm dîninin hâmisi, hocam,
önderim, kurtuluş yoluna ka- vuşdurucu, Muhammed
Bâkî "kuddise sirruh" hazretlerine kavuşdurdu. Bu
fakîre tarîkat-i aliyye-i Nakşibendiyyeyi ta'lîm buyurdu.
Hiçbirşeye yara- mıyan bu miskîni,
mubârek kalblerinin ışıkları altında bulundurmakla şereflendirdi. Bu üstün
yolda ilerlemeğe alışdırınca, az zemânda, vahdet-i vü- cûd
bilgileri önüme çıkdı. Bu makâmın çeşidli ilmleri, ma'rifetleri kapladı. Bu
mertebenin inceliklerinden, göstermedikleri hemen birşey kalmadı. Muhyiddîn-i
Arabînin "kuddise sirruh" bildirdiği ince bilgiler, olduğu
gibi meydâna çıkdı. (Füsûs)
kitâbında yazdığı ve urûcun, bu yolun sonu olduğunu sanıp, bundan ötesi
ademdir, yoklukdur dediği, tecellî-i zâtî ile de, şereflendirdiler.
Kendisine Evliyânın sonuncusu diyerek yalnız Evliyânın sonuncusuna
mahsûs olduğunu yazdığı, bu tecellînin çeşidli bilgilerini,
ma'rifetlerini uzun uzadıya, bu fakîre bildirdiler. Bu
ma'rifetlere, o kadar daldım, o kadar
kapıldım ki, vahdet-i vücûd hâli, herşeyi unutdurdu. Bu bilgilerin serhoşu
oldum. O anlarda, hocamın yüksek huzûruna arz etdiğim mektûblarımda,
bu serhoşluğumun derecesini gösteren çılgınca yazılarım vardır.
[Bu yolda yazılı bir rübâ'înin tercemesini uygun görmeyip geçiyoruz.] Uzun
zemân, bu hâlde kaldım. Seneler geçdi. Nihâyet, Cenâb-ı Hakkın sonsuz lutf ve
inâyeti, ânsızın, imdâdıma yetişip, bîçûn, bî keyf olan [ya'nî
anlaşılmaz olan] cemâlden perdeler, birdenbire kaldırıldı. [Sanki seller, felâketler yapan
fırtınalı kara bulutlar, bir ânda sıyrılıp, mâvi semâ açıldı. Güneş heryeri
aydınlatdı.] Önceden olan, vahdet-i vücûd, ittihâd, Al- lahü
teâlânın herşeyle birleşmiş, berâber görünmesi gayb oldu. İhâta, se-
reyân, kurb ve ma'ıyyet, ya'nî Allahü teâlânın heryeri kaplaması,
doldurması, yakın olması gibi bilgiler, örtüldü, gitdi. İyice anladım ki,
yaratanın, yaratdıkları ile hiçbir benzerliği, hiçbir
bağlılığı yokdur. İhâta, kurb gibi şeyler, Ehl-i sünnet âlimlerinin (Allahü
teâlâ o büyük âlimlerin çalışmalarına çok
mükâfât versin) bildirdiği gibi, hep Allahü teâlânın, ilmi içindir. Kendisi
için değildir. Allahü teâlâ hiçbirşeyle birleşmiş değildir. O, Odur,
mahlûklar, mahlûkdur. O, bîçûndur, erişilmez, anlaşılmaz,
anlaşılamaz. Bütün âlem ise, his olunan, anlaşılabilen şeylerdir.
Anlaşılamıyan anlaşılan gibi olamaz. Vâcib, mümkin gibidir denemez. Kadîm
olan, hâdis olana benzemez. Yokluğu mümkin olmıyan, yok olabilen gibi
değildir. Hakîkatler değişemez. Birisi için olan, öteki için söylenemez. Ne
kadar şaşılacak şeydir ki, şeyh Muhyiddîn-i
Arabî "kuddise sirruh" ve onun yolunda giden büyükler [onların
sözlerinden ezberleyip, ötede beride söyleyen, yazan, câhiller
değil], (Allahü teâlâ, hiçbir sûretle anlaşılmaz. Hiçbir şeye
benzemez) dedikleri hâlde, Zât-i ilâhî, herşeyi ihâta etmiş, kaplamışdır,
herşeye yakındır, herşeyle berâberdir diyorlar. Bunun doğrusu, Ehl-i sünnet
âlimlerinin bildirdiğidir. Yakın olan, ihâta eden,
Allahü teâlânın kendisi değil, ilmidir.
Tevhîd-i vücûdî bilgileri yok olup da, başka ilmler, ma'rifetler hâsıl
olduğu zemân, çok üzülmüşdüm. Çünki, vahdet-i vücûd ma'rifetlerinden da-
hâ üstün şeyler bulunacağını bilmiyordum. Bu ma'rifetlerin yok
olmaması için yalvarıyor, çok düâ ediyordum. Fekat, perdeler, temâmen kalkıp,
hakîkat bütün açıklığı ile bildirilince, anladım ki, âlemler,
mahlûklar, Sı- fât-ı ilâhiyyenin aynaları ve Esmâ-i
ilâhiyyenin görünüşleri ise de, (Tev- hîd-i
vücûdî) var diyenlerin sandığı gibi, görünenler, gösterenin kendi
değildir. Bir şeyin gölgesi, o şeyin kendisi değildir. Sözümüzü bir misâl ile
dahâ açıklıyalım: Büyük bir âlim, düşündüklerini bildirmek için,
harfleri ve sesleri kullanır. Kafasındaki kıymetli bilgiyi, harflerin,
seslerin içinde açığa çıkarır. Bu harfler ve sesler, o bilgileri gösteren ayna
gibidir. Fe- kat, harfler, sesler bu bilgilerin aynıdır,
bilgilerin kendisidir veyâ bu bilgilerin kendilerini kaplamışdır veyâ bunların
kendilerine yakındır veyâ bilgilerin kendileri ile berâberdir denemez. Ancak,
harfler ve sesler, bu bilgileri meydâna çıkaran işâretlerdir. Bilgilere
delâlet etmekden, belli et- mekden başka, birşey
denemez. Bilgilerin, harf ve seslerle hiç benzerliği yokdur.
Benzerlik, berâberlik, vehm ve hayâl ile söylenebilir. Hakîkatda,
böyle şeyler yokdur. Bu bilgiler ile, harfler ve sesler arasında
görünmek, göstermek ve belli olmak, belli etmek gibi
bağlılık olduğundan, ba'zı kimselerin vehminde,
bu bağlılıkdan, birleşmek, berâberlik gibi şeyler doğuyor. Hakîkatde bunların
hiçbiri yokdur.
İşte, Allahü teâlâ
ile, bu âlem de böyledir. Göstermek ve gösterilmek- den,
belli etmek ve belli olmakdan başka, hiçbir bağlılık yokdur. Mahlûkların
herbiri, yaratanın varlığını gösteren birer alâmetdir. Onun ismlerinin,
sıfatlarının büyüklüğünü bildiren, birer ayna gibidir. Bu
kadarcık bağlılık ba'zı kimselerin
hayâlinde büyüyerek, ba'zı şeyler söylemelerine sebeb ol-
makdadır. Bu hâl, bilhassa, tevhîd üzerinde murâkabesi çok
olanlarda görülüyor. Murâkabelerinin sûreti, hayâllerinde yerleşiyor.
Ba'zıları da ke- lime-i tevhîdin
ma'nâsını, kısaca düşünüp, çok söylediklerinde, bu hâle düşüyor. Bunların her
ikisi de, ilm ile hâsıl oluyor. Hâl ile ilgileri yokdur. Ba'zı-
ları da, aşırı sevgi ile, bu hâle düşüyor. Allahü teâlâdan başka,
hiçbir şeyin varlığını görmiyorlar. Bunların böyle
görmesi, herşeyin yok olmasına se- beb
olmaz. Çünki, hissimiz, aklımız ve islâmiyyet, herşeyin var olduğunu
bildirmekdedir. Bu sevginin taşkınlığı zemânında, ba'zan, Allahü
teâlânın kendisi ihâta etmiş, kendisi yakındır
sanıyorlar. Sevgi ile hâsıl olan tevhîd, önce
bildirdiğimiz iki tevhîdden dahâ yüksek olup, hâl ile hâsıl olmakda-
dır. Fekat, bu da yanlışdır. İslâmiyyete uygun değildir. Bunu,
islâmiyyete uydurmağa kalkışmak, boşuna uğraşmakdır.
Felsefecilerin zan ile, kısa aklları ile
söyledikleri, bozuk sözler gibidir. Fennin ve islâmiyyetin ışıkları altında
olmayıp da, yalnız zan ile konuşan felsefecileri, ilm adamı sanan
ba'zı müslimânlar, bunların bozuk sözlerini, yazılarını,
islâmiyyete uydurmağa uğraşıyor.
(İhvân-us-safâ) gibi kitâblar, böyle çürük sözleri, âyet-i kerîme
ve hadîs-i şerîfler ile isbâta kalkışan câhiller tarafından yazılmışdır.
[Şimdi de, fıkh
kitâblarında, harâm olduğu bildirilen birçok şeyleri Avrupalılar, Amerikalılar
yapdığı için, bunların harâm olmadığını, âyet ile, hadîs ile isbâta uğraşan
Amerikan hayrânlarını görüyoruz. İslâmiyyeti, kâfirlerin âdetlerine,
tapınmalarına çevirmeğe uğraşan, bozuk kitâbları okumamalıyız. Ehl-i sünnet
âlimlerinin kitâblarında gösterilen, doğru yoldan ayrılmamalıyız. Din
düşmanlarının, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler ile süsledikleri, yaldızlı
yeni fetvâlara, kitâblara, mecmû'a ve gazetelere aldan- mamalıyız.
Senenin onbir ayında, din düşmanlığı yapan, Ramezân gelince,
para kazanmak için, müslimân imiş gibi dinden bahs eden yazıları,
din
câhili
gazeteleri okumamalı, bunlara inanmamalıdır!].
Evliyânın keşfinde
hatâ etmesi, yanılması, müctehidlerin ictihâdda yanılması gibidir; kusûr
sayılmaz. Bundan dolayı, Evliyâya dil uzatılmaz. Belki,
hatâ edene de, bir derece sevâb verilir. Yalnız şu kadar fark vardır
ki, müctehidlere uyanlara, onların mezhebinde bulunanlara da,
hatâlı işlerde sevâb verilir. Evliyânın yanlış keşflerine uyanlara, sevâb
verilmez. Çünki ilhâm ve keşf, ancak sâhibi için
seneddir. Başkalarına sened olamaz. Müctehidlerin
sözü ise, mezhebinde bulunan herkes için seneddir. O hâlde, Evliyânın yanlış
ilhâmlarına, keşflerine uymak câiz değildir. Müctehid- lerin
"rahmetullahi aleyhim ecma'în" hatâ ihtimâli olan sözlerine de uymak
câiz ve hattâ vâcibdir.
Tesavvuf yolunda ilerleyen sâliklerden
ba'zısının, bu mahlûklar aynasında gördükleri de, böyledir. İster
(Şühûd-i vahdet) desinler, ister (Şühûd-i ehâdiyyet)
desinler, Allahü teâlâda, mahlûk sıfatları yokdur ki, mahlûklarda
görülebilsin. Mekânı, yeri olmıyan, bir yerde yerleşmez. Mahlûklara
hiç benzemiyeni, mahlûkların dışında aramak lâzımdır. Yeri
olmıyanı, madde ve mekânın dışında aramalıdır. Âfâkda
ve enfüsde, ya'nî insanın dışında ve kendisinde görülen herşey O değildir.
Onun alâmetleridir. Evliyâ- nın büyüklerinden
Behâeddîn-i Nakşibend "kaddesallahü teâlâ sirreh" buyurdu ki,
(Görülen, işitilen ve bilinen herşey, O değildir. Bunları, lâ ilâhe
derken yok etmelidir). Fârisî iki beyt tercemesi:
A|» « A A | •• (1
Süâl:
Nakşibendiyye ve diğer tesavvuf büyükleri "rahmetullahi teâlâ aleyhim
ecma'în", vahdet-i vücûd, ihâta, kurb, ma'ıyyet-i zâtiyye ve kesretde
vahdeti görmek ve kesretde ehâdiyyeti görmek gibi şeyler olduğunu
açıkça söylemişlerdir. Bu sözlere ne dersiniz?
Cevâb:
Bunları, tesavvuf yolunun ortalarında görmüşlerdir. Sonra bu ma-
kâmları geçmişlerdir. Nitekim, bu fakîr kendi hâlimin de, böyle
olduğunu yukarıda yazmışdım. Şunu da bildirelim ki,
ba'zı büyüklerin bâtını [kalbi ve rûhu],
hiçbirşeye benzemiyen bir mevcûdu ararken, zâhiri, bedeni mahlûklar arasında
olduğu için, vahdet-i vücûd bilgisi ile şereflendirirler. Bâtını, bir olan
mevcûdu ararken, zâhiri, Onu mahlûkların aynasında görmek-
dedir. Nitekim, kıymetli babamın böyle olduğunu, yukarıda
bildirmişdim. Vahdet-i vücûd derecelerini bildirdiğim uzun
mektûbda, dahâ uzun anlat- mışdım. Burada kısa
kesmek uygundur.
Süâl:
Hâlık başka, mahlûk başka olunca ve Zât-i ilâhî, mahlûklara yakın olamaz, ihâta
etmez deyince ve Allahü teâlâ bu dünyâda görülemez ise, bu
büyüklerin sözleri yanlış olmaz mı?
Cevâb:
Bu büyükler, gördüklerini söylüyor. Meselâ, aynaya bakan bir
kimse, şeklimi, sûretimi aynada gördüm der. Bu söz de, yerinde
değildir. Çünki, aynada sûretini görmemişdir. Çünki,
aynada sûret, şekl yokdur ki görsün. Fekat bu
kimseye, yalan söylüyorsun demeyiz. Bu sözünü ma'zûr
görürüz.
Büyüklerin, saklamak gereken böyle hâllerini
bildirmelerine sebeb, başkasını taklîd
etmediklerinin anlaşılması içindir. Vahdet-i vücûdu kabûl
edenler de, inkâr edenler de, kendi keşf ve ilhâmlarını
söylemişlerdir. Keşf, ilhâm, başkalarına sened olamaz ise
de, ilhâm olunan zât için, kıymeti inkâr olunamaz.
İkinci cevâb olarak deriz ki, herhangi iki şey arasında, ortak olan
sıfatlar ve ayrı olan sıfatlar vardır. Mahlûklar, Allahü teâlânın kendisinden
her bakımdan ayrı oldukları hâlde, görünüşde
müşterek olan cihetler de vardır. Allahü teâlânın sevgisi, bir kimseyi
kaplayınca, ayrılığa sebeb olan noktalar, görünmeyip, müşterek olanlar
kalıyor. Hâlık ile mahlûk, birbirinin aynıdır
diyerek gördüklerini doğru söyliyorlar. Sözleri yalan olmıyor.
Zât-ı ilâhînin yakın olması, ihâta etmesi için olan sözleri de,
böyle söylemişlerdir, vesselâm.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder