BURS

BURS

29 Mart 2012 Perşembe

73. YETMİŞ ÜÇÜNCÜ MEKTUP


 73.

 YETMİŞ ÜÇÜNCÜ MEKTUP

Allahü teâlâ, Muhammed Mustafânın "aleyhissalâtü vesselâm" parlak olan yolunda yürümekle şereflendirsin! Yavrum! Bu dünyâ, imtihân yeri­dir. Dünyânın görünüşü, yalancı yaldızlarla süslüdür. Kötü kadına benzer. Yüzünü saçlar, kaşlar, ben ile boyamışlardır. Görünüşü tatlıdır. Tâze, gü­zel, körpe sanılır. Fekat aslında, güzel koku sürülmüş bir ölü gibidir. San­ki bir leşdir ve böcekler, akrebler dolu bir çöplükdür. Su gibi görünen bir serâbdır. Zehrlenmiş şeker gibidir. Aslı harâbdır, elde kalmaz. Kendini se­venlere, arkasına takılanlara, hiç acımayıp, en kötü şeyleri yapar. Ona tu­tulan aklsızdır, büyülenmişdir. Âşıkları delidir, aldatılmışdır. Onun görü­nüşüne aldanan, sonsuz felâkete düşer. Tadına, güzelliğine bakan nihâyet- siz pişmânlık çeker. Server-i kâinât, Habîb-i Rabbil'âlemîn "aleyhi ve alâ âlihissalevât vettehıyyât" buyurdu ki, (Dünyâ ile âhıret birbirinin zıddıdır, birbirine uymaz. Birini râzı edersen, öteki gücenir). Demek ki, bir kimse, dünyâyı râzı ederse, âhıret ondan gücenir. Ya'nî, âhıretde, eline bir şey geç­mez. Allahü teâlâ, bizi ve sizi, dünyâya düşkün olmakdan ve dünyâyı ele geçirmek için insanlık vazîfelerini çiğneyenleri sevmekden muhâfaza ey­lesin!
Yavrum! Bu, pek kötü olduğunu anladığın dünyâ, nedir biliyor mu­sun? Dünyâ, seni, Allahü teâlâdan uzaklaşdıran şeyler demekdir. Kadın, çocuk, mal, rütbe, mevkı' düşüncesi, Allahü teâlâyı unutduracak kadar aşı­rı olursa, dünyâ olur. Çalgılar, oyunlar, (Mâlâ-ya'nî) ile, ya'nî fâidesiz, boş şeylerle vakt geçirmek, [kumarlar, kötü arkadaş, kötü filmler, mecmû'a ve romanlar], hep bunun için dünyâ demekdir. Âhırete fâidesi olmıyan ilm- ler, dersler de, hep dünyâdır. Hesâb, hendese [ya'nî matematik ve geomet­ri], astronomi, mantık, eğer Allahü teâlânın gösterdiği yerlerde kullanılmaz­sa [ya'nî kâfirlerle mücâdele ve onlardan üstün olmak için ve insanlara hiz­met etmek için kullanılmazsa] bunlarla uğraşmak, boşuna vakt öldürmek olur ve dünyâ olur. Bu bilgileri bütün derinliği ile, incelikleri ile okumak, yalnız başına işe yarasaydı, eski Yunan felsefecileri [ve son zemânlardaki Avrupanın, Amerikanın fen adamları, mütehassısları] se'âdet yolunu bu­lur, âhıretdeki ebedî azâbdan kurtulurlardı.
[Liselerde, üniversitelerde okunan ulûm-i akliyye, ya'nî tecribî ilmler, ya'nî fen bilgileri ve yabancı diller, islâmiyyete ve mahlûklara hizmet et­mek niyyeti ile öğrenilirse ve bu yolda kullanılırsa, fâideli olur. Bunlara ça­lışmak lâzım olur ve sevâb olur. Bunun içindir ki, ecdâdımız, Şâm, Bağdâd, Semerkand ve Endülüs müslimânları her dürlü fende ve güzel san'atda pek ileri gitmiş, dünyâ birinciliğini ellerinde tutmuşlardı. Avrupanın ilm ve fen adamları, asrlar boyunca, islâm fakültelerine gelip ihtisâs kazanırlar ve bu­nunla öğünürlerdi. Müslimânların o parlak medeniyyetlerinin eserleri, bugün meydândadır ve dünyâ münevverlerini hayrân bırakmakdadır.
Bugün liselerde, üniversitelerde okutulan ve insanın bütün gençlik ha­yâtına mal olan bilgiler, Allahü teâlânın emrlerine uyarak kullanılırsa, fâideli olur ve dünyâ ve âhıretin kazanılmasına sebeb olur.
Medeniyyet demek, yalnız ilm ve fen demek değildir. İlm ve fen, mede- niyyet için, ancak bir âlet, bir vâsıtadır. İlmde, fende çok ileri olan millet­lere, fen vâsıtalarını ne yolda kullandıklarını incelemeden, medenî de­mek büyük gafletdir. Pek yanlışdır. Fabrikaların, motorlu vâsıtaların, ge­mi, tayyâre, atom cihâzlarının çok olması, gözleri kamaşdıran yeni buluş­ların artması, medeniyyeti göstermez. Bunları medeniyyet sanmak, her si­lâhlıyı gâzi, mücâhid sanmağa benzer. Evet, mücâhid olmak için en yeni harb vâsıtalarına mâlik olmak lâzımdır. Fekat, bunlara mâlik olan, eşkıyâ- lık da yapabilir.

Medeniyyet, ta'mîr-i bilâd ve terfîh-i ibâddır. Ya'nî, beldeleri, memleket­leri i'mâr etmek ve bütün insanları, rûh, düşünce ve beden bakımlarından râhat yaşatmakdır. Bu iki gâyeye vâsıl olmak, ancak ve yalnız ahkâm-ı is- lâmiyyeye, ya'nî Allahü teâlânın emrlerine ve yasaklarına uymakla olur. İs- lâmiyyetden ayrıldıkca medeniyyet geriler. İşte liselerde, üniversitelerde öğrenilen bilgiler, bütün fen vâsıtaları, fabrikalar, ağır sanâyı', memleket­leri i'mâr için, insanları râhat etdirmek için kullanılırsa, fâideli olur, sevâb olur. Memleketleri tahrîb, insanların hürriyyetini ellerinden almak, köle yapmak için kullanılırsa, fâidesiz olur, günâh olur. Bunların fâideli olma­sı, medeniyyete hizmet etmesi ancak ve yalnız islâm dînine uygun kullan­makla olur. Avrupa, Amerika, asrlardan beri, islâm ahlâkını, islâm hukû- kunu inceliyor. İslâm dîninin emrlerini, yasaklarını alıp, kendilerine mal edi­yor. Onların bugünkü ilerlemesi, kanûnlarında bile yer verdikleri, islâmî kıy­metler ve esâslar sâyesinde olduğu açıkça görülmekdedir. Demek ki, bir mil­leti, bir gemiye benzetirsek, islâm ahkâmı, ya'nî Allahü teâlânın emrleri ve yasakları, bu geminin güverte ve kaptan teşkilâtıdır. Bütün ilmler, fen bil­gileri, endüstri kolları, ağır sanâyi' de bu geminin, çarkçı, makinist kısmı
demekdir. Gemide kaptan da, makinist de lâzımdır. Biri bulunmazsa, ge­mi işe yaramaz, helâk olur.
O hâlde, dedelerimizin "rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma'în" dünyâ ça­pındaki başarılarını, üstünlüklerini, yine elde etmek için, islâm bilgilerinin her iki kısmını, ya'nî hem dînimizi iyi öğrenmemiz ve ona sarılmamız, hem de ulûm-i akliyyeyi, asrımızın bütün teknik buluşlarını öğrenmeğe ve en iyi şeklde yapmağa çalışıp, bunları islâm ahkâmına uygun olarak kullan­mamız lâzımdır. Bunu başarınca, maddî, ma'nevî olgunlaşacak, bütün mil­letlere örnek olacak, bütün dünyâca sevilerek, hâkim ve hâmî seçileceğiz.
Hadîs-i şerîfde, (El Cennetü tahte zılâlissüyûf) buyuruldu. Ya'nî (İslâ- miyyet, kâfirlerdeki silâhların hepsini yapmakla ve bunları iyi kullanmak ile sağlam kalır). Bunun için, fen bilgilerine çok çalışmamız, atom bomba­sı, roket, radar, füze yapmamız lâzımdır. Aksi takdîrde din yıkılır. Bindört- yüz bu kadar sene evvel, bugünün kurtuluş yolunu, bu hadîs-i şerîf, bizle­re göstermişdir. (İnsanların (milletlerin) dinleri, kendilerini idâre edenle­rin dinleri gibi olur!) hadîs-i şerîfi de, müslimânların çalışarak, kâfirlerden üstün olmasını emr buyurmakdadır. Bu hadîs-i şerîfleri iyi anlamalı ve dört el ile sarılmalıdır].
Peygamberimiz "aleyhissalâtü vesselâm" buyurdu ki: (Bir kimsenin mâlâ-ya'nî ile, ya'nî fâidesiz şeylerle uğraşması, boş vakt geçirmesi, Alla­hü teâlânın onu sevmediğine işâretdir!) Fârisî beyt tercemesi:
Ne varsa güzel, Allah sevgisinden başka, hepsi câna zehrdir, şeker bile olsa.
Yıldızlarla uğraşmak, ya'nî astronomi ilmi, nemâz vaktlerini anlamağa yarar demişlerdir. Bunun ma'nâsı, nemâz vaktlerinin bilinmesine yarıyan ilmlerden biri de, ilm-i nücûmdur demekdir. Yoksa kozmoğrafya bilinmez­se, nemâz vaktleri anlaşılamaz demek değildir. Astronomiden haberi olmı- yan çok kimseler vardır ki, nemâz vaktlerini, bu ilmleri bilenlerden dahâ iyi anlar. Mantık, hesâb ve diğer lise dersleri, hep böyle olup, bunların hep­si islâmiyyetin gösterdiği yerlerde kullanılırsa ve ilm-i kelâm da, islâmiy- yetin tek se'âdet ve medeniyyet yolu olduğunu isbât etmek için kullanılır­sa câiz olur [ve çok sevâb olur].
Mubâh olan şeyleri yapmak, vâciblerin, farzların yapılmasına mâni' olursa, bunlarla uğraşmak, yine mubâh olur mu olmaz mı? Elbet olmaz! İn- sâf etmek lâzımdır. Dîni, îmânı, farzları, harâmları öğrenmeden önce, lise bilgileri ile uğraşmak da bu zarûrî bilgileri öğrenmeğe mâni' olmakdadır.
- 113-
[(Kimyâ-i se'âdet) kitâbı ilm kısmında buyuruyor ki: Her mü'minin, en önce, Ehl-i sünnet i'tikâdını, kısaca öğrenmesi farzdır. Bundan sonra, iki şey öğrenmesi lâzım olur. Biri kalb için olan, ikincisi beden için lâzım olan bilgidir. Beden için olan bilgi de ikidir. Biri yapacağı emrler, ikincisi sakınacağı yasaklardır. Emrleri öğrenmek şöyle olur: Sabâh vakti, yeni müs- limân olan kimsenin, öğle vakti gelince abdestin ve nemâzın farzlarını öğ­renmesi, hemen farz olur. Sünnetlerini öğrenmesi de sünnet olur. Akşam olunca, akşâm nemâzının üç rek'at olduğunu öğrenmesi farz olur. Rame- zân gelince, orucun farzlarını öğrenmesi farz olur. Zengin olunca, bir se-
Mektûbât Tercemesi: - F:8
ne sonra, zekâtı öğrenmesi farz olur. Haccı öğrenmesi, hacca gideceği ze- mân farz olur. İşte, herşeyi zemânı gelince öğrenmesi farz-ı ayn olur. Me­selâ evlenmek istediği zemân, nikâh bilgilerini, kadın, erkek haklarını, kadınların özr hâllerini öğrenmesi farz olur. Bir san'ata, ticârete başlayın­ca, bunlardaki emr ve yasakları, fâizi öğrenmesi lâzım olur. Hangi san'a- ta başlıyacaksa zemânın ona âid fen bilgilerini de mektebde öğrenmesi farz olur. (Meselâ diş tabîbi olacaksa, liseyi ve dişçi mektebini bitirmesi, staj ve ihtisâs yapması farz olur. Her san'at, ticâret, zirâ'at da hep böyledir. Her­kese kendi san'atını okuması, öğrenmesi farz olur. Başka san'at bilgileri­ni öğrenmesi farz olmaz. Harb zemânında da askerliği ve yeni silâhları yap­mak, kullanmak, korunmak için, fen bilgilerini kısaca öğrenmek, her müs- limâna farz-ı ayn, bunlarda ihtisâs kazanmak ise farz-ı kifâyedir).
Harâmları öğrenmek de, herkese başka dürlü farz olur. Meselâ, erkek­lerin ipek giydiği bir yerde bulunanların, ipek giymenin harâm olduğunu öğrenmesi ve bilenlerin bilmiyenlere öğretmesi farz olur. (Sun'î ipek giy­mek erkeklere de harâm değildir). Alkollü içkiler içilen, domuz eti yinilen, başkasının hakkı, fâiz, rüşvet alınan, kumar oynanan yerde bulunanların, bunların harâm olduğunu öğrenmesi farz olur. Kadın erkek birlikde otu­ranların da mahrem ve nâmahrem olan kadınları, ya'nî bakmak câiz olan ve olmıyan kadınları öğrenmesi farz olur. [Kadınların, kızların açık gezdi­ği, erkeklerin de dizden yukarısını açdığı yerlerde bulunan müslimânların, örtmesi farz olan yerlerini öğrenmeleri lâzımdır. Bu yerlerini açmak ve baş­kasının açık yerine bakmak günâh olduğu gibi, bunu bilmemek de ayrı gü- nâhdır.]
Kalbe âid bilgileri, ya'nî ilm-i ahlâk öğrenmek, her erkeğe ve kadına farz-ı ayndır. Meselâ (Hıkd) "ya'nî kin bağlamak", (Hased) [Başkasında bulunan ni'metin onda olmayıp, kendinde olmasını istemekdir. Onda ol­duğu gibi, kendisinde de olmasını istemek hased değildir. Buna (Gıbta) etmek, imrenmek denir ki sevâbdır], (Kibr) [Kendini büyük bilmek, üs­tün görmekdir. Kibrli olana karşı kendini büyük göstermek, kibr olmaz. Sadaka vermek gibi sevâb olur], (Sû'i zan) etmek [İyi insânı fenâ bilmek] gibi şeylerin harâm olduğunu öğrenmek, her mü'mine farz-ı ayndır. Gö­rülüyor ki, îmânı, ya'nî Ehl-i sünnet i'tikâdını kısaca öğrenmek ve iyi ve kötü huyları öğrenmek, farz-ı ayndır. Ya'nî, herkesin öğrenmesi farzdır. Abdesti, guslü, nemâzı ve orucu ve harâmları da, her müslimânın öğren­mesi farz-ı ayndır. Cenâze nemâzını, ölüye hizmeti ve san'at ve ticâret bil­gilerini (ve bugünün silâhlarını yapmak ve kullanmak için, fen bilgileri­ni iyi) öğrenmek farz-ı kifâyedir. Ya'nî lâzım olan kimselerin öğrenmesi farz olup, başkalarına farz olmaz. Fekat, lüzûmu kadar kimse öğrenmez­se, bütün müslimânlar, hükûmet ve millet, büyük günâha girer. Meselâ, doktor olacak kimsenin lise ve tıbbiyyede okuması farz olup, mühendis ola­cak kimsenin tıbbiyyede okuması farz değildir. İbni Âbidîn "rahmetulla- hi aleyh" (Dürr-ül-muhtâr) şerhinde, ön sözde diyor ki: (Ulûm-i nakliy- yeden ya'nî din bilgilerinden kendine lâzım olanları öğrenmek farz-ı ayn­dır. Bundan fazlasını öğrenmek ve ulûm-i akliyyeden fâideli olanları öğ­renmek farz-ı kifâyedir). Nemâzda kırâ'eti anlatırken diyor ki: (Bir âyet ezberlemek, herkese farz-ı ayndır. Fâtihayı ve üç âyet veyâ bir kısa sûre ezberlemek vâcibdir. Kur'ân-ı kerîmin hepsini ezberlemek farz-ı kifâye- dir. Kendine lâzım olmıyan fıkh bilgilerini öğrenmek, hâfız olmakdan da- hâ iyidir). Beşinci cildde buyuruyor ki: (Başkalarına öğretmek için ilm öğ­renmek, kendi işlemesi için öğrenmekden dahâ sevâbdır).]
Yavrum! Hak teâlâ, sana çok lutf ve ihsân ederek, bu genç yaşda tevbe etmekle ve islâm âlimlerinin yolunda bulunan birinin sohbetine kavuşdur- makla şereflendirmişdi. Bilemiyorum ki, nefs ve şeytânın ve din bilgisi ol- mıyan kötü arkadaşların arasında, o temiz hâlde kalabildin mi? Din düş­manları her yoldan gençleri aldatmağa uğraşırken, değişmeden, akıntıya karşı durmak kolay değildir. Gençlik zemânıdır. Para bol, nefsin her arzû- sunu yerine getirmek kolay ve arkadaşların çoğu da uygunsuz! Fârisî beyt tercemesi:
Kıymetli oğlum! Mubâhların fazlasından sakınmalısın. Mubâhları, lüzû- mu kadar kullanmalısın. Bunları da, Allahü teâlâya kulluk etmek niyyeti ile yapmalısın. Meselâ, birşey yirken, Allahü teâlânın emrlerini yerine ge­tirmek için kuvvetlenmeğe, giyinirken avret yerini örtmeğe ve soğukdan, sıcakdan korunmağa niyyet etmeli ve her mubâh için [ve ders çalışırken böy­le] gerekli niyyetler yapmalıdır. Büyüklerimiz azîmet ile hareket etmiş, ruh­satdan elden geldiği kadar kaçınmışdır. Mubâhları, zarûret mikdârı kullan­mak da azîmetdir. Bu devlet, bu ni'met ele geçmezse, mubâhlardan dışa­rı çıkmamalı, harâm ve şübhelilere taşmamalıdır. Allahü teâlâ kullarına çok merhamet ve ikrâm ederek, mubâh olan şeylerle zevklenmeğe izn ver- mişdir. Pekçok şeyleri mubâh etmişdir. Halâl olan bu sayısız zevkleri, lez­zetleri bırakıp da, harâm edilen birkaç zevke sapmak, Allahü teâlâya kar­şı, ne kadar edebsizlik olur. Hem de, harâm etdiği lezzetleri, dahâ fazlası ile mubâhlarda da yaratmışdır. Halâl olan çeşid çeşid ni'metlerin zevkle­ri bir yana, insanın işinden, Rabbinin râzı olmasından dahâ büyük zevk olur mu? Bir kimsenin işini, efendisinin beğenmemesinden dahâ büyük cefâ, sı­kıntı olur mu? Cennetde Allahü teâlânın râzı olması, Cennet ni'metlerinin hepsinden dahâ tatlıdır. Cehennemdekilerden Allahü teâlânın râzı olma­ması, Cehennem azâblarından dahâ acıdır.
Biz kuluz. Sâhibimizin emrindeyiz. Başı boş değiliz. Her istediğimizi yap­mağa serbest değiliz. İyi düşünelim! Uzağı gören akl sâhibi olalım! Kıyâ- met günü utanmakdan, pişmân olmakdan başka, ele birşey geçmez. Genç­lik çağı, kazanc zemânıdır. Merd olan, bu vaktin kıymetini bilip, elden ka- çırmaz. İhtiyârlık herkese nasîb olmaz. Nasîb olsa da, râhat, elverişli vakt ele geçmez. Vakt de bulunsa, kuvvetsizlik, hâlsizlik zemânında, yarar iş ya­pılamaz. Bugün, her vaz'ıyyet elverişli iken, ananın babanın varlığı büyük ni'met iken, geçim derdi olmayıp fırsat elde iken, güç kuvvet yerinde iken, hangi özr ile, hangi sebeble, bugünün işi yarına bırakılabilir? Peygambe­rimiz "sallallahü aleyhi ve sellem", (Yarın yaparım diyen helâk oldu, ziyân etdi) buyurdu. Eğer dünyâ işlerini yarına bırakırsan ve bugün hep âhıret işlerini yaparsan güzel olur. Fekat, bunun aksini yaparsan çok çirkin olur.
Gençlik zemânında, insanı üç din düşmanı olan, nefs, şeytân ve kötü in­sanlar aldatmağa uğraşmakdadır. Bunlar karşısında az bir ibâdet pek kıy­metli olur. İhtiyârlıkda yapılan, bundan katkat fazla ibâdetlerin bu kadar kıymeti olmaz. Düşman hücûm etdiği zemân, askerin ufak bir hareketi, çok kıymetli olur. Sulh zemânında yapılan büyük ta'lîmlerin, manevraların, bu kadar kıymeti olmaz.
Oğlum, bütün varlıkların hülâsası, özü olan insan, eğlence için, oyun için, yiyip içmek, gezmek, yatmak, keyf sürmek için yaratılmadı. Kulluk vazîfe- lerini yapmak için, Rabbine itâ'at, tevâzu', kuvvetsizliğini, ihtiyâcını göster­mek, Ona sığınmak ve yalvarmak için yaratıldı. Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği ibâdetlerin hepsi, insanlara fâideli şeylerdir. İnsanlara yaradığı için emr edilmişdir. Yoksa, hiçbir ibâdetin Allahü teâlâya fâidesi yokdur. Can­dan teşekkür ederek, minnet ile ibâdet yapmalı. Tâm teslîm olarak, emrle- ri yapmağa ve yasaklardan kaçınmağa çalışmalıdır. Allahü teâlâ hiçbirşe- ye muhtâc olmadığı hâlde, kullarını emr ve yasaklar vermekle şereflendir­di. Herşeye muhtâc olan, biz kulların, bu büyük ihsâna, bol bol teşekkür et­memiz, bunun için de, emrleri yapmağa, cândan sarılmamız lâzımdır.
Ey Oğlum! İyi biliyorsun ki, dünyâda biri, mevkı', rütbe sâhibi olsa, em­rinde bulunanlardan birine, mühim bir vazîfe verse, bu vazîfenin yapılma­sında, emr verene de fâide olduğu hâlde, bu işçi, bu vazîfeye ne kadar çok ehemmiyyet ve kıymet verir. Bu vazîfeyi, bana büyük bir zât verdi diye öğü- nür ve seve seve, zevk ile yapmağa çalışır değil mi? Yazıklar olsun! Alla- hü teâlânın büyüklüğü, yüksekliği, bu kimsenin büyüklüğü kadar değil midir de, islâm dîninin istediklerini yapmağa, böyle çalışılmıyor. [Allahü teâlânın emrleri vazîfe bilinmiyor ve (vazîfe mukaddesdir! Önce vazîfe, son­ra nemâz) gibi şeyler deniyor. Hâlbuki, Allahü teâlânın emrleri birinci va- zîfe olmak lâzımdır.]
Utanmak lâzımdır. Gaflet uykusundan uyanmamız lâzımdır. Allahü teâlânın emrlerini yapmamak, iki sebebden ileri gelir:
1-  Allahü teâlânın emrlerine, yasaklarına inanılmamışdır. [Bu ibâdetler arablar içindir. Çöldeki insanların sağlam olması içindir. Bugün İsveç ha­reketleri, spor, fiziko-terapi, masaj, nemâzın işini görmekde, duşlar, ban­yolar, plâjlar, abdestden dahâ modern temizlemekdedir denilmesidir.]
2-  Allahü teâlânın emrlerine ehemmiyyet vermemekdir. Bu emrlerin bü­yüklüğünü, mevkı', kumanda sâhibi kimselerin büyüklüğünden aşağı gör- mekdir. Her iki sebeb ile de, ibâdet etmemenin şenâ'atini, çirkinliğini dü­şünmemiz lâzımdır.
Ey evlâdım! Yalancılığı çok def'a görülmüş olan birisi, düşman bu ge­ce, filan yerden baskın yapacak dese, idâreciler, akllılar, karşı koyma güç­lerini düşünmez mi? O kimsenin yalancı olduğunu bildikleri hâlde, tehlü- ke bulunan işlerde, ihtiyâtlı, tedbîrli, uyanık bulunmak lâzımdır demezler mi?

Muhbir-i sâdık, ya'nî hep doğru söyleyici, doğruluğu ile şöhret bulmuş "aleyhissalâtü vesselâm", tekrâr tekrâr, açıkça, âhıretin sonsuz azâblarını bildiriyor. Buna inanmıyorlar. İnanılsa da, tedbîr, kurtulma çâresi düşün­müyorlar. Hâlbuki, Muhbir-i sâdık, kurtuluş yolunu da, göstermekdedir. O hâlde, Muhbir-i sâdıkın sözlerine, bir yalancının sözleri kadar kıymet ver­memek, nasıl bir îmândır? Îmânım var demek, müslimânım demek, insa­nı kurtarmaz. Kalbin inanması, yakîn hâsıl etmesi lâzımdır. Hâlbuki, yakîn nerede? Zan bile yok. Belki vehm bile değil. Çünki, tehlükeli zemânlarda vehm edilen şeye karşı da, tedbîr almak, akl îcâbıdır.
Hucürât sûresi, onsekizinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, yapdıkları- nızı hep görmekdedir) buyurulduğu hâlde, harâmları, yapıyorlar. Hâlbu­ki, herhangi bayağı bir kimse, bu çirkin işleri görecek olsa, belki görmek ihtimâli olsa, yapmakdan vazgeçerler. Bu hâlin iki sebebi olabilir: Yâ, Al- lahü teâlânın verdiği habere inanmıyorlar. Yâhud da, Allahü teâlânın gör­mesine ehemmiyyet vermiyorlar. Harâmları, bu iki sebeb ile işlemek, îmâ­nı mı gösterir, kâfir olmağı mı gösterir?
Yavrum, yeniden îmânını tâzelemelisin! Peygamberimiz "aleyhissalâtü vesselâm" buyurdu ki, (Lâ ilâhe illallah, diyerek, îmânınızı yenileyiniz!) Son­ra, Allahü teâlânın râzı olmadığı işlerinden tevbe etmelisin. Yasak etdiği, harâm eylediği şeylerden sakınmalısın. Beş vakt nemâzı cemâ'at ile kılma­lısın. Gece nemâz kılabilirsen, teheccüde kalkabilirsen, büyük se'âdet olur.
[Cum'a, Arefe, Bayram, Kadr, Berât, Mi'râc, Aşûre, Mevlid ve Regâ- ib gecelerinde ibâdet etmek çok sevâbdır. Mevlânâ Muhammed Rebhâmî "rahmetullahi aleyh" (Rıyâd-un-nâsıhîn) kitâbının, Hind basması, yüzyet- mişikinci sahîfesinde buyuruyor ki, büyük islâm âlimi, imâm-ı Nevevî "rahmetullahi aleyh", (Ezkâr) kitâbında buyuruyor ki, gecenin oniki kıs­mından bir kısmını (ya'nî bir sâat kadar) ihyâ etmek, ya'nî okumak, kılmak, düâ etmek, bütün geceyi ihyâ etmek olur. Yaz ve kış geceleri için hep böy­ledir. (İbni Âbidîn)in dörtyüzaltmışbirinci (461) sahîfesindeki yazıdan da, böyle olduğu anlaşılmakdadır. (Hakâyık-ı manzûme)de diyor ki, (fıkh kitâblarında, sâat demek, bir mikdâr zemân demekdir. Nevevî, şâfi'î mez­hebinde müctehiddir. Hanefîlerin de, geceleri, böyle ihyâ etmeleri uygun olur). (Hakâyık-i manzûme) kitâbı, Mahmûd-i Buhârînin olup iki cilddir ve (Manzûme-i Nesefî)nin şerhidir. Kıymetli fıkh kitâbıdır. Mahmûd-i Buhârî, 671 [m. 1271] senesinde, Buhârâda vefât etmişdir.]
Zekât vermek de, islâmın beş şartından biridir. Zekât vermek elbette lâ­zımdır. [Birçok kitâblar, meselâ Murâd Molla kütübhânesinde, (1113) nu­maralı (Surre-tül-fetâvâ) kitâbı ondördüncü sahîfesinde, (Zekât vermek lâ­zım olup da, (o sene vermeyip), özrsüz gecikdiren günâha girer ve şehâde- ti kabûl olmaz) buyurmakdadır.] Zekâtı kolayca verebilmek için, altından ve gümüşden ve ticâret eşyâsından, fakîrlerin hakkı olan kırkda biri, sene­de bir kerre [meselâ her Ramezân-ı şerîf ayında] zekât niyyeti ile ayrılıp, saklanır. Bütün sene içinde, istediği zemân, zekât vermesi câiz olanlardan, dilediğine verir. Her verişde, ayrıca zekât için, niyyet etmeğe lüzûm yok- dur. Ayırırken, bir kerre niyyet etmek yetişir. Herkes, fakîrlere ve zekât- dan hakkı olanlara, bir senede ne kadar vereceğini bilir. Buna göre zekâ­tından ayırıp saklar. Ayırırken, niyyet etmezse, fakîrlere verdikleri zekât olmaz. [Nâfile sadaka olur.] İşte böylece, hem zekât verilmiş olur, hem de, her zemân muhtâclara yapdığı yardım, yerini bulur. Bir sene içinde, fakîr- lere yapdığı yardım, zekât için ayrılandan az olursa, artan zekâtı, yine kendi malından ayrı saklamalı, gelecek sene ayrılacak olan zekât ile karış- dırıp vermelidir. Her sene, böyle ayırıp, yavaş yavaş vermek câizdir. Yav­rum! İnsanların nefsi bahîldir, cimridir, tama'kârdır. Allahü teâlânın emr- lerini yapmamakda inâdcıdır. Onun için, biraz aşırı yazdım. Yoksa, malı da, cânı da, mülkü de, hep O vermişdir. Onun verdiğine el uzatmağa kimin hak­kı vardır? O hâlde zekâtı ve uşru seve seve vermek lâzımdır.
Her ibâdeti seve seve yapmalıdır. Kul hakkına dokunmamağa, hakkı olanları ödemeğe, titizlikle çalışmalıdır. Üzerimizde kimsenin hakkı kal­mamasına çok dikkat etmeliyiz! Hakkı dünyâda ödemek kolaydır. Nezâ­ket ile, yumuşaklıkla hakdan kurtulmak mümkin olur. Fekat, âhıretde, iş böyle değildir. Orada, hak altından kurtulmak çok gücdür, çâresi bulunmaz.
[Kâfirlerin haklarını da gözetmek lâzımdır. Kâfir memleketlerindeki kâ­firlerin de mallarına, canlarına ve nâmûslarına saldırmamalıdır. Kâfirlerin kanûnlarına da karşı gelmemelidir.] İslâmiyyeti, dînini iyi bilen ve âhıre- ti düşünen doğru âlimlere sorup öğrenmelidir. Böyle mubârek insanların sözleri ve kitâbları, te'sîrli olur. Bunların nefeslerinin bereketi ile, sözle­rini yapmak kolay olur. [Para kazanmak için, rey kazanmak, mevkı' almak için, din kitâbı yazan, nutk söyliyen, müslimânları aldatmak için yüzlerine gülen, din hırsızlarının yanından ve kitâblarından kaçmak lâzımdır.] Doğ­ru âlim, güvenilir kitâb bulunamayan yerlerde, bu gibilerden ancak, çok lü- zûmlu şeyler sorulabilir. Va'zları, nutkları dinlenmez.
Ey oğlum! Bizim gibi fakîrlerin, yukarıda ta'rîf etdiğimiz, alçak dünyâ düşkünleri ile, ne işimiz vardır ki, onların gidişlerinin iyiliğine, kötülüğü­ne karışalım? Allahü teâlânın Peygamberi "sallallahü aleyhi ve sellem" lâ­zım olan nasîhatları, açıkça bildirmiş, söylenmedik birşey kalmamışdır. Fe- kat bu yavru, bu fakîrlere gelip, nasîhat ve yardım istemiş olduğu için, bu yavrunun nasıl, ne yolda bulunduğu sık sık kalbe gelmekdedir. Bu bağlı­lık bu satırların yazılmasına sebeb olmuşdur. Evet, bu yavrunun böyle sözleri çok işitmiş olduğunu biliyorum. Fekat, yalnız işitmekle, birşey ka­zanılmaz. Duyduklarını, öğrendiklerini yapmak lâzımdır. Bir hasta, ilâcı­nı öğrenebilir. Fekat, ilâcı kullanmadıkça, iyi olamaz. İlâcı bilmek, onu iyi edemez. Bütün Peygamberlerin "aleyhimüsselâm" ve âlimlerin "rahime- hümullah" milyonlarca sözleri ve binlerle kitâbları, hep işlemek içindir. Bil­mek, kıyâmetde fâideli değil, şefâ'atcı değil, azâb yapılması için huccet ve şâhid olacakdır. Peygamber "sallallahü aleyhi ve sellem" efendimiz buyur­du ki, (Kıyâmet günü, azâbın en şiddetlisine, en kötüsüne düşecek olan, il-
• •                                 (IA • 1     ••••                                                                                                                                • 1« • •(                                                Al»                        1 • \

Yavrum, o zemânki tevbenin, bağlılığın bir netîce vermediğini sen de bi­liyorsun! Çünki, Allahü teâlâyı seven ve unutmıyanlardan uzak kalman, o se'âdet tohumunun açılıp büyümesine mâni' oldu. Fekat, o tohumun çürü- memiş olması, bu yavrunun yetişmeğe elverişli, nefîs bir cevher olduğunu göstermekdedir. O tevbenin, o bağlılığın bereketi ile, Allahü teâlânın, bu yavruyu, ergeç, sevdiği, seçdiği yola kavuşduracağı ümmîd olunur. Herne behâsına olursa olsun, Allah yolunda bulunanlara olan sevgiyi elden kaçır­mayınız! Bunlara sığınmak, bunlarla berâber olmak iştiyâkını kalbinize yer- leşdiriniz! Bu büyüklere olan sevginiz sebebi ile, Allahü teâlânın, kendi sev­gisini içinize yerleşdirmesini ve kalbinizi, bu dünyâ çerçöplerine bağlamak- dan kurtarıp, büsbütün kendisine çekmesini isteyiniz! Fârisî beytler terce- mesi:
Hakdan gayrıyı katl için (LÂ) kılıncı çek,
(LÂ) dedikden sonra, birşey kaldımı bir bak.
(ÎLLALLAH)dan başka ne varsa, hepsi gitdi;

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder