BURS

BURS

27 Mart 2012 Salı

31. OTUZBİRİNCİ MEKTUP


 31.

 OTUZBİRİNCİ MEKTUP

Bu mektûb, şeyh Sofîye gönderilmişdir. Tevhîd-i vücûdînin hakîkati ve Allahü teâlâya yakın olmak ve berâber olmak ne demek olduğu bildirilmek- dedir:
Allahü teâlâ hepimizi, Peygamberlerin seyyidinin "aleyhimüsselâm" yolundan ayırmasın! Yanınızdan gelen bir zât dedi ki, şeyh Nizâm-i Tehâ- nîserînin talebesinden biri, sizin yanınızda, bu fakîr için vahdet-i vücûde inanmıyor demiş. Bu zât, bunu bildirdikden sonra, bu sözün doğru olup ol­madığını sordu ve talebenizin okuyup aydınlanması ve kötü düşüncelere saplanmamaları için, vahdet-i vücûd üzerindeki bilgimi yazmamı istedi. Müs- limâna karşı kötü zanda bulunmak, günâh olduğundan, talebenizi günâh- dan korumak düşüncesi ile, birkaç kelime yazıp, başınızı ağrıtıyorum:
Muhterem yavrum! Bu fakîr, çocukluğumdan beri, vahdet-i vücûde inanmakdaydım. Babam "kaddesallahü teâlâ sirreh" de, buna inandığını, her zemân bildirirdi. Mubârek kalbi, vahdet-i vücûddan ve herşeyden uzak olan, hiçbir sûretle varılmayan varlığa doğru olduğu hâlde, bu i'tikâd- dan hiç ayrılmamışdı. Âlimin oğlu da, yarım âlim demekdir sözü gereğin­ce, bu fakîrin bu bilgiden büyük payı olmuşdu. Çok lezzetler almışdım. Fe- kat, Allahü teâlâ, sonsuz ihsânı ile, büyük rehber, hakîkatlerin, ma'rifet- lerin kaynağı, islâm dîninin hâmisi, hocam, önderim, kurtuluş yoluna ka- vuşdurucu, Muhammed Bâkî "kuddise sirruh" hazretlerine kavuşdurdu. Bu fakîre tarîkat-i aliyye-i Nakşibendiyyeyi ta'lîm buyurdu. Hiçbirşeye yara- mıyan bu miskîni, mubârek kalblerinin ışıkları altında bulundurmakla şe­reflendirdi. Bu üstün yolda ilerlemeğe alışdırınca, az zemânda, vahdet-i vü- cûd bilgileri önüme çıkdı. Bu makâmın çeşidli ilmleri, ma'rifetleri kapla­dı. Bu mertebenin inceliklerinden, göstermedikleri hemen birşey kalma­dı. Muhyiddîn-i Arabînin "kuddise sirruh" bildirdiği ince bilgiler, olduğu gibi meydâna çıkdı. (Füsûs) kitâbında yazdığı ve urûcun, bu yolun sonu ol­duğunu sanıp, bundan ötesi ademdir, yoklukdur dediği, tecellî-i zâtî ile de, şereflendirdiler. Kendisine Evliyânın sonuncusu diyerek yalnız Evliyânın sonuncusuna mahsûs olduğunu yazdığı, bu tecellînin çeşidli bilgilerini, ma'rifetlerini uzun uzadıya, bu fakîre bildirdiler. Bu ma'rifetlere, o kadar daldım, o kadar kapıldım ki, vahdet-i vücûd hâli, herşeyi unutdurdu. Bu bil­gilerin serhoşu oldum. O anlarda, hocamın yüksek huzûruna arz etdiğim mektûblarımda, bu serhoşluğumun derecesini gösteren çılgınca yazılarım vardır. [Bu yolda yazılı bir rübâ'înin tercemesini uygun görmeyip geçiyo­ruz.] Uzun zemân, bu hâlde kaldım. Seneler geçdi. Nihâyet, Cenâb-ı Hak­kın sonsuz lutf ve inâyeti, ânsızın, imdâdıma yetişip, bîçûn, bî keyf olan [ya'nî anlaşılmaz olan] cemâlden perdeler, birdenbire kaldırıldı. [Sanki sel­ler, felâketler yapan fırtınalı kara bulutlar, bir ânda sıyrılıp, mâvi semâ açıl­dı. Güneş heryeri aydınlatdı.] Önceden olan, vahdet-i vücûd, ittihâd, Al- lahü teâlânın herşeyle birleşmiş, berâber görünmesi gayb oldu. İhâta, se- reyân, kurb ve ma'ıyyet, ya'nî Allahü teâlânın heryeri kaplaması, doldur­ması, yakın olması gibi bilgiler, örtüldü, gitdi. İyice anladım ki, yaratanın, yaratdıkları ile hiçbir benzerliği, hiçbir bağlılığı yokdur. İhâta, kurb gibi şey­ler, Ehl-i sünnet âlimlerinin (Allahü teâlâ o büyük âlimlerin çalışmalarına çok mükâfât versin) bildirdiği gibi, hep Allahü teâlânın, ilmi içindir. Ken­disi için değildir. Allahü teâlâ hiçbirşeyle birleşmiş değildir. O, Odur, mahlûklar, mahlûkdur. O, bîçûndur, erişilmez, anlaşılmaz, anlaşılamaz. Bü­tün âlem ise, his olunan, anlaşılabilen şeylerdir. Anlaşılamıyan anlaşılan gi­bi olamaz. Vâcib, mümkin gibidir denemez. Kadîm olan, hâdis olana ben­zemez. Yokluğu mümkin olmıyan, yok olabilen gibi değildir. Hakîkatler de­ğişemez. Birisi için olan, öteki için söylenemez. Ne kadar şaşılacak şeydir ki, şeyh Muhyiddîn-i Arabî "kuddise sirruh" ve onun yolunda giden büyük­ler [onların sözlerinden ezberleyip, ötede beride söyleyen, yazan, câhiller değil], (Allahü teâlâ, hiçbir sûretle anlaşılmaz. Hiçbir şeye benzemez) de­dikleri hâlde, Zât-i ilâhî, herşeyi ihâta etmiş, kaplamışdır, herşeye yakın­dır, herşeyle berâberdir diyorlar. Bunun doğrusu, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiğidir. Yakın olan, ihâta eden, Allahü teâlânın kendisi değil, ilmidir.
Tevhîd-i vücûdî bilgileri yok olup da, başka ilmler, ma'rifetler hâsıl ol­duğu zemân, çok üzülmüşdüm. Çünki, vahdet-i vücûd ma'rifetlerinden da- hâ üstün şeyler bulunacağını bilmiyordum. Bu ma'rifetlerin yok olmama­sı için yalvarıyor, çok düâ ediyordum. Fekat, perdeler, temâmen kalkıp, hakîkat bütün açıklığı ile bildirilince, anladım ki, âlemler, mahlûklar, Sı- fât-ı ilâhiyyenin aynaları ve Esmâ-i ilâhiyyenin görünüşleri ise de, (Tev- hîd-i vücûdî) var diyenlerin sandığı gibi, görünenler, gösterenin kendi de­ğildir. Bir şeyin gölgesi, o şeyin kendisi değildir. Sözümüzü bir misâl ile dahâ açıklıyalım: Büyük bir âlim, düşündüklerini bildirmek için, harfle­ri ve sesleri kullanır. Kafasındaki kıymetli bilgiyi, harflerin, seslerin için­de açığa çıkarır. Bu harfler ve sesler, o bilgileri gösteren ayna gibidir. Fe- kat, harfler, sesler bu bilgilerin aynıdır, bilgilerin kendisidir veyâ bu bil­gilerin kendilerini kaplamışdır veyâ bunların kendilerine yakındır veyâ bil­gilerin kendileri ile berâberdir denemez. Ancak, harfler ve sesler, bu bil­gileri meydâna çıkaran işâretlerdir. Bilgilere delâlet etmekden, belli et- mekden başka, birşey denemez. Bilgilerin, harf ve seslerle hiç benzerliği yokdur. Benzerlik, berâberlik, vehm ve hayâl ile söylenebilir. Hakîkatda, böyle şeyler yokdur. Bu bilgiler ile, harfler ve sesler arasında görünmek, göstermek ve belli olmak, belli etmek gibi bağlılık olduğundan, ba'zı kimselerin vehminde, bu bağlılıkdan, birleşmek, berâberlik gibi şeyler do­ğuyor. Hakîkatde bunların hiçbiri yokdur.
İşte, Allahü teâlâ ile, bu âlem de böyledir. Göstermek ve gösterilmek- den, belli etmek ve belli olmakdan başka, hiçbir bağlılık yokdur. Mahlûk­ların herbiri, yaratanın varlığını gösteren birer alâmetdir. Onun ismlerinin, sıfatlarının büyüklüğünü bildiren, birer ayna gibidir. Bu kadarcık bağlılık ba'zı kimselerin hayâlinde büyüyerek, ba'zı şeyler söylemelerine sebeb ol- makdadır. Bu hâl, bilhassa, tevhîd üzerinde murâkabesi çok olanlarda gö­rülüyor. Murâkabelerinin sûreti, hayâllerinde yerleşiyor. Ba'zıları da ke- lime-i tevhîdin ma'nâsını, kısaca düşünüp, çok söylediklerinde, bu hâle dü­şüyor. Bunların her ikisi de, ilm ile hâsıl oluyor. Hâl ile ilgileri yokdur. Ba'zı- ları da, aşırı sevgi ile, bu hâle düşüyor. Allahü teâlâdan başka, hiçbir şeyin varlığını görmiyorlar. Bunların böyle görmesi, herşeyin yok olmasına se- beb olmaz. Çünki, hissimiz, aklımız ve islâmiyyet, herşeyin var olduğunu bildirmekdedir. Bu sevginin taşkınlığı zemânında, ba'zan, Allahü teâlânın kendisi ihâta etmiş, kendisi yakındır sanıyorlar. Sevgi ile hâsıl olan tevhîd, önce bildirdiğimiz iki tevhîdden dahâ yüksek olup, hâl ile hâsıl olmakda- dır. Fekat, bu da yanlışdır. İslâmiyyete uygun değildir. Bunu, islâmiyyete uydurmağa kalkışmak, boşuna uğraşmakdır. Felsefecilerin zan ile, kısa aklları ile söyledikleri, bozuk sözler gibidir. Fennin ve islâmiyyetin ışıkla­rı altında olmayıp da, yalnız zan ile konuşan felsefecileri, ilm adamı sanan ba'zı müslimânlar, bunların bozuk sözlerini, yazılarını, islâmiyyete uydur­mağa uğraşıyor. (İhvân-us-safâ) gibi kitâblar, böyle çürük sözleri, âyet-i ke­rîme ve hadîs-i şerîfler ile isbâta kalkışan câhiller tarafından yazılmışdır.
[Şimdi de, fıkh kitâblarında, harâm olduğu bildirilen birçok şeyleri Av­rupalılar, Amerikalılar yapdığı için, bunların harâm olmadığını, âyet ile, ha­dîs ile isbâta uğraşan Amerikan hayrânlarını görüyoruz. İslâmiyyeti, kâfir­lerin âdetlerine, tapınmalarına çevirmeğe uğraşan, bozuk kitâbları okuma­malıyız. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarında gösterilen, doğru yoldan ay­rılmamalıyız. Din düşmanlarının, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler ile süs­ledikleri, yaldızlı yeni fetvâlara, kitâblara, mecmû'a ve gazetelere aldan- mamalıyız. Senenin onbir ayında, din düşmanlığı yapan, Ramezân gelince, para kazanmak için, müslimân imiş gibi dinden bahs eden yazıları, din

câhili gazeteleri okumamalı, bunlara inanmamalıdır!].
Evliyânın keşfinde hatâ etmesi, yanılması, müctehidlerin ictihâdda ya­nılması gibidir; kusûr sayılmaz. Bundan dolayı, Evliyâya dil uzatılmaz. Belki, hatâ edene de, bir derece sevâb verilir. Yalnız şu kadar fark vardır ki, müctehidlere uyanlara, onların mezhebinde bulunanlara da, hatâlı iş­lerde sevâb verilir. Evliyânın yanlış keşflerine uyanlara, sevâb verilmez. Çünki ilhâm ve keşf, ancak sâhibi için seneddir. Başkalarına sened olamaz. Müctehidlerin sözü ise, mezhebinde bulunan herkes için seneddir. O hâl­de, Evliyânın yanlış ilhâmlarına, keşflerine uymak câiz değildir. Müctehid- lerin "rahmetullahi aleyhim ecma'în" hatâ ihtimâli olan sözlerine de uymak câiz ve hattâ vâcibdir.
Tesavvuf yolunda ilerleyen sâliklerden ba'zısının, bu mahlûklar aynasın­da gördükleri de, böyledir. İster (Şühûd-i vahdet) desinler, ister (Şühûd-i ehâdiyyet) desinler, Allahü teâlâda, mahlûk sıfatları yokdur ki, mahlûklar­da görülebilsin. Mekânı, yeri olmıyan, bir yerde yerleşmez. Mahlûklara hiç benzemiyeni, mahlûkların dışında aramak lâzımdır. Yeri olmıyanı, madde ve mekânın dışında aramalıdır. Âfâkda ve enfüsde, ya'nî insanın dı­şında ve kendisinde görülen herşey O değildir. Onun alâmetleridir. Evliyâ- nın büyüklerinden Behâeddîn-i Nakşibend "kaddesallahü teâlâ sirreh" bu­yurdu ki, (Görülen, işitilen ve bilinen herşey, O değildir. Bunları, lâ ilâhe derken yok etmelidir). Fârisî iki beyt tercemesi:
A|»                  «            A A |               ••           (1
Süâl: Nakşibendiyye ve diğer tesavvuf büyükleri "rahmetullahi teâlâ aley­him ecma'în", vahdet-i vücûd, ihâta, kurb, ma'ıyyet-i zâtiyye ve kesretde vahdeti görmek ve kesretde ehâdiyyeti görmek gibi şeyler olduğunu açık­ça söylemişlerdir. Bu sözlere ne dersiniz?
Cevâb: Bunları, tesavvuf yolunun ortalarında görmüşlerdir. Sonra bu ma- kâmları geçmişlerdir. Nitekim, bu fakîr kendi hâlimin de, böyle olduğunu yukarıda yazmışdım. Şunu da bildirelim ki, ba'zı büyüklerin bâtını [kalbi ve rûhu], hiçbirşeye benzemiyen bir mevcûdu ararken, zâhiri, bedeni mah­lûklar arasında olduğu için, vahdet-i vücûd bilgisi ile şereflendirirler. Bâ­tını, bir olan mevcûdu ararken, zâhiri, Onu mahlûkların aynasında görmek- dedir. Nitekim, kıymetli babamın böyle olduğunu, yukarıda bildirmişdim. Vahdet-i vücûd derecelerini bildirdiğim uzun mektûbda, dahâ uzun anlat- mışdım. Burada kısa kesmek uygundur.
Süâl: Hâlık başka, mahlûk başka olunca ve Zât-i ilâhî, mahlûklara ya­kın olamaz, ihâta etmez deyince ve Allahü teâlâ bu dünyâda görülemez ise, bu büyüklerin sözleri yanlış olmaz mı?
Cevâb: Bu büyükler, gördüklerini söylüyor. Meselâ, aynaya bakan bir kimse, şeklimi, sûretimi aynada gördüm der. Bu söz de, yerinde değildir. Çünki, aynada sûretini görmemişdir. Çünki, aynada sûret, şekl yokdur ki görsün. Fekat bu kimseye, yalan söylüyorsun demeyiz. Bu sözünü ma'zûr
görürüz.
Büyüklerin, saklamak gereken böyle hâllerini bildirmelerine sebeb, başkasını taklîd etmediklerinin anlaşılması içindir. Vahdet-i vücûdu kabûl edenler de, inkâr edenler de, kendi keşf ve ilhâmlarını söylemişlerdir. Keşf, ilhâm, başkalarına sened olamaz ise de, ilhâm olunan zât için, kıyme­ti inkâr olunamaz.
İkinci cevâb olarak deriz ki, herhangi iki şey arasında, ortak olan sıfat­lar ve ayrı olan sıfatlar vardır. Mahlûklar, Allahü teâlânın kendisinden her bakımdan ayrı oldukları hâlde, görünüşde müşterek olan cihetler de var­dır. Allahü teâlânın sevgisi, bir kimseyi kaplayınca, ayrılığa sebeb olan nok­talar, görünmeyip, müşterek olanlar kalıyor. Hâlık ile mahlûk, birbirinin aynıdır diyerek gördüklerini doğru söyliyorlar. Sözleri yalan olmıyor. Zât-ı ilâhînin yakın olması, ihâta etmesi için olan sözleri de, böyle söyle­mişlerdir, vesselâm.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder