BURS

BURS

27 Mart 2012 Salı

9. DOKUZUNCU MEKTUP


9. 

DOKUZUNCU MEKTUP


Bu köleniz, gaflet uykusuna dalmışdır.Yüzü siyâhdır, kusûrları çok- dur, huysuzdur, eline geçen birkaç şeye aldanmışdır. Kavuşmak ve yüksel­mek düşüncesi ile başı dönmüşdür. Her işi, sâhibine karşı gelmekdir. İyi, fâideli şeyleri yapmaz. Herkes görsün diye süslenir. Allahü teâlânın her ân
Mektûbât Tercemesi: - F:2
gördüğü gönlünü yıkmakdadır. Hep gösteriş için çalışmakdadır. Bunun için gönlü, rûhu kararmakdadır. Sözleri, düşüncelerine uymaz. Düşünceleri de hep saçmadır. Bu gaflet uykusundan, bu saçma düşüncelerden ele ne ge­çebilir? Böyle sözlerin, böyle düşüncelerin ne fâidesi olur? Hep zararda, hep alçalmakdadır. Anlayışı kıt, gitdiği yol bozukdur. Fesâd karışdırır, kötülüklere sebeb olur. Başkalarına zararı çok, kendi günâhları pek çok- dur. Ayblardan, kusûrlardan yapılmış bir heykel gibidir. Günâhlar yığını­dır. İyilik olarak yapdıkları bir işe yaramaz, hep atılır. Fâideli ve güzel bil­diği işleri hep kötüdür, beğenilmez. (Çok Kur'ân-ı kerîm okuyan vardır ki, Kur'ân-ı kerîm ona la'net eder) hadîs-i şerîfi tam onun hâline uygundur. (Çok oruc tutanlar vardır ki, orucundan eline geçen yalnız açlık ve susuz- lukdur) hadîs-i şerîfi onun hâlini göstermekdedir. Bu hâlde olan bir kim­seye ve makâmı, derecesi, kemâli böyle olana yazıklar olsun. Onun istig- fâr etmesi de, günâhlarından dahâ büyük bir günâhdır. Tevbesi, başka çirkin işlerinden de dahâ çirkindir. Bozuk olan kimsenin her işi de bozuk olur, demişlerdir. Fârisî mısra' tercemesi:
Onun hastalığı, iliğine, kemiğine işlemişdir. İlâc fâide vermez. Temelin­den bozukdur, ta'mîr ile düzelmez. Bir şeyin özünde, yapısında bulunan­lar, ondan ayrılmaz. Fârisî mısra' tercemesi:
Ne yapılabilir, Bekara, A'râf, Tevbe, Nahl sûrelerinde ve Rûm sûresi­nin dokuzuncu âyetinde, (Allahü teâlâ onlara zulm etmedi. Fekat onlar ken­dilerine zulm ediyorlar) buyuruldu.
Evet, tam iyiliğe karşı tam kötülük lâzımdır. Böylece iyilik tam olarak meydâna çıkar. Herşey, zıddı ile, tersi ile anlaşılır. Hayr ve kemâl hâzır olun­ca, bunlara şer ve naks lâzım olur. Çünki, iyiliğe ve güzelliğe elbette ayna lâzımdır. Birşeyin aynası onun karşısında olur. Bundan dolayı iyiliğin ay­nası kötülükdür. Aşağılık da, üstünlüğün aynasıdır. Bunun içindir ki, bir- şeyde aşağılık ve kötülük ne kadar çok olursa, iyiliğin ve üstünlüğün o şey­de görülmesi de, o kadar çok olur. Şaşılacak şeydir. Yukarıda saydığımız kötülükler iyiliğe döndüler. Bu kötülükler, bu aşağılıklar, iyiliklerin ve üs­tünlüklerin yeri oldu. İşte bunun için, abdiyyet, kulluk makâmı, her makâm- dan dahâ üstündür. Çünki, bu söylediklerimiz, (Abdiyyet makâmı)nda tamdır ve en çokdur. Sevilenleri bu makâma indirmekle şereflendirirler. Se­venler, görmenin zevkinden tad almakdadır. Kulluğun tadını almak ve ona alışmak ise, sevilenler içindir. Sevenler, sevgiliyi görmekle râhatlanır. Sevilenlerin râhatlığı ise, sevgiliye kul olmakdadır. Onlar kulluğa alışarak bu devlete kavuşdurulur. Bu ni'metle şereflendirilir. Kulluk meydânında yarışanların başı, din ve dünyânın efendisi, geçmişlerin ve geleceklerin en üstünü ve âlemlerin Rabbinin sevgilisi olan Muhammed aleyhisselâmdır. Bir kimseyi, ihsân ederek, acıyarak bu devlete, bu ni'mete kavuşdurmak isterlerse, ona Resûlullaha tam uyabilmek ni'metini verirler. O servere "aleyhi minessalevâti etemmühâ ve minettehıyyâti ekmelühâ" uymakla, o yüksek makâma ulaşdırırlar. Bu, Allahü teâlânın öyle bir ihsânıdır ki, di­lediğine verir. Allahü teâlâ, büyük ihsanların sâhibidir.

Şerrin ve aşağılığın çok olması demek, bunu zevkle anlamak demekdir. Yoksa, kötü, aşağı bir kimse olmak değildir. Böyle anlayışlı kimse, Allahü teâlânın ahlâkını huy edinmiş kimsedir. O ahlâkı huy edinmenin fâidelerin- den biri de, böyle anlayış sâhibi olmakdır. Bu makâmda kötülük, aşağılık hiç bulunabilir mi? Ancak bunların bilgisi bulunur. Bu ilm, tam bir şühûd ile hâsıl olduğu için tam bir yükseklikdir. Öyle bir iyilikdir ki, herşey onun yanında kötülük görülür. Bu görüş, nefs-i mutmainnenin kendi makâmına inmesinden sonra ele geçer. Bunun için kul, zevkinden geçmedikçe ve kendini yere vurmadıkça ve işi buraya vardırmadıkça, Mevlâsının yük­sekliğinden bir şey anlayamaz. Nerede kaldı ki, kendini mevlâ bile ve ken­di sıfatlarını Onun sıfatları sana. Allahü teâlâ, böyle şeylerden çok uzak, çok yüksekdir. Böyle bilmek ismlerde ve sıfatlarda ilhâddır, zındıklıkdır. A'râf sûresi yüzyetmişdokuzuncu âyet-i kerîmesinde, (Allahü teâlânın ismle- rinde ilhâd edenleri, ya'nî ismleri değişdirenleri terk edin. Onlar âhıretde yapdıklarının cezâsını çekeceklerdir) bildirilen mülhidlerdendirler.
[Bu âyet-i kerime, Allahü teâlânın ismlerini değişdirenlerin, terceme edenlerin, doksandokuz ismden başka ism söyleyenlerin, kıyâmetde azâb çekeceklerini bildiriyor. Allah yerine tanrı diyenlerin bu âyet-i kerîmeden korkmaları, tevbe etmeleri lâzımdır.]
Cezbesi sülûkdan önce olan herkes sevilmişlerden olamaz. Fekat sevil­mişlerden olmak için cezbenin önce olması şartdır. Evet, her cezbede se­vilmişlerden az birşey vardır. Çünki sevilmiş olmayanlarda cezbe olmaz. Bu az birşey sonradan hâsıl olmuşdur. Kendinden değildir. Kendisinde bulu­nan mahbûbiyyet hiçbirşeye bağlı değildir. Sona varan her sâlik cezbeye ka­vuşur. Fekat çoğu sevenlerdendir. Dışarıdan az bir sevilmişlik gelmişdir. Bu kadar şey sevilmişlerden olmak için yetişmez. Dışarıdan sevilmişliği geti­ren sebeb, tezkiye ve tasfiyedir, ya'nî kalbin ve nefsin temizlenmeleridir. Başlangıçda olan birçok sâliklerde de, O Servere "sallallahü aleyhi ve sel- lem" uydukları için, az bir sevilmişlik hâsıl olur. Bu sevilmişliği müntehî- de de husûle getiren, yine o Servere "sallallahü aleyhi ve sellem" uymak- dır. Sevilmişlerde de kendilerine ihsân edilmiş olan bu ni'metin meydâna çıkması, yine o Servere "aleyhissalâtü vesselâmü vettehıyye" uymağa bağ­lıdır. Hattâ, kendilerine, sevilmiş olmak ni'metinin verilmesi de, o Serve- re "sallallahü aleyhi ve sellem" bağlılıkları olduğu içindir. Onun rabbi ya'nî terbiye edicisi, yetişdiricisi olan ism, o Serverin "aleyhissalâtü vesse- lâmü vettehıyye" rabbi olan isme yakın olduğu için, sevilmişlerden ol- muşdur. Bunun için bu se'âdete kavuşmuşdur. Her şeyin doğrusunu Alla- hü teâlâ bilir. Herkes, sonunda Onun huzûruna çıkacakdır. Haklıyı mey­dâna çıkaran Allahü teâlâdır. Doğru yolu gösteren, doğru yola kavuşduran Odur.
Niçin küfrân eder insân, Hudâ ni'met verir iken, Utanmayıp eder isyân, kamûyu ol görür iken. Beher an hamdü şükretmez, dahî ihsânı fikretmez, Hergün Hakkı zikretmez, bedende cân durur iken?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder